26 Kasım 2023 Pazar

Türk Ege'de sabah sabah hasret




21 Eylül 2014'ün sabahında, Behramkale'nin şu manzarasında, neye hasret kalıp da bu başlık ve bu görüntüyle yazmaya başlamışım ve neden 9 yıllık bir ara vermişim bilmiyorum ama, iyimser olmadığımdan, çektiğim hasret çoktur. Bunların azını üstünde düşünmeye ve çok daha azını gidermeye değer buluyorum. Şükür.
Fotoğrafa şimdi bakınca, yeşil ve kahverenginin bunca tonunun, emek katılınca huzur ve olanak sağlayabileceği sanrısından, kopuşların ve yabancılaşmaların nörolojik doğallıklarını takdir etmeye geçişimin sesini duyuyorum. Bir bagaj kapağı kapanırken, zakkumlar budanırken, bardaktaki buzlara viski eklenirken, iplere düğüm atılırken de aynı sesi duyuyorum.

27 Şubat 2023 Pazartesi

Babamın Beşiği


Bir varmış bir yokmuş" dendiğinde, gözümün önüne, mama yiyen kaprisli kedi geliyor.
Kerevet dediğin de dar gelirlinin tahtı zaten. Tam karşısına teknoloji harikası bir televizyon ve o televizyona da futbol maçı, yarışma programı veya dizi koyunca egemenlik kurulmuş oluyor. Kayıtsız ama şartlı.

Orasını burasını bozarak anlattıkları masallar ayaklarına dolaşmasın diye kerevetlerinden inmeye korkanlar yüzünden çok vakit kaybetmeden kendi masalımı yaşayabilsem...

Gökten düşen elmaların çürümemiş taraflarını ısırabilsem...
Devenin, ağzının köpüğünü saça saça duyurduğu bir haberi, pirenin "ense naturel mi olsun abi?" sorusuna cevap düşünürken duysam...
Hiç gülmeyen prenses, yolsuzluktan yargılansa...
Kaf dağının arkasına metrobüsle gidilse...
Sihirli ayna, bir akıllı telefon uygulaması olsa (with in app purchases!)...

Kötü kalpli cadının uçan süpürgesiyle temizlenebilse bütün memleket...


13 Şubat 2016 Cumartesi

Uçak konusu

Birkaç gün önce, İstanbul Atatürk Havalimanı'nda uçağa binip, güzeller güzeli bir Akdeniz şehrine gitmek üzere olan bir arkadaşım, bir soru sordu. "Bir havalimanında, niye uçak seferlerinin yarısı iptal edilir de, diğer yarısı gerçekleştirilir?" dedi.
Bu sorudan başlayarak, bana ve sivil havacılık sektöründe çalışan arkadaşlarıma yıllar boyunca, yoğunlukla ve nadiren sorulmuş olan soruları anımsamaya çalıştım. Biliyorum ki, sivil havacılıkla ilgilenmemiş uçak yolcularının çoğu, seyahatleri sırasında kafalarında oluşan sorulara ya cevap bulamıyorlar ya da yanlış cevaplarla avunuyorlar. Hatta, bazı insanların gözünde, havayolu firmalarının ve havalimanı işletmelerinin, devletlerden güçlü; personelin, iblis veya melek gibi; uçak biletinin, ülke tapusuna benzer bir imajı olduğunun da farkındayım.
Üşenmeden, sıkılmadan, soruları ve cevaplarını listeleyebilir miyim? Bu uçak kalkar mı?
İstemek, başarmanın yarısı değil miydi? İnanmak mıydı o? Yoksa başlamak mıydı? Başarmanın kaç yarısı vardı?

Doğru... başlayalım bakalım...

1- Bir havalimanındaki uçak seferlerinin yarısı iptal olurken, diğer yarısı neden/nasıl gerçekleşmeye devam eder?




Sivil bir havalimanında, hele hele İstanbul Atatürk, Londra Heathrow veya New York JFK gibi trafiği yoğun olan havalimanlarında, uçak trafiği, her günün her saatinde programlıdır. Kapasitenin güvenli ve insanlar için tatminkar bir şekilde kullanılabilmesi için, belirli saatlerde inen belirli sayıda uçağın, belirli yerlerde (park pozisyonu) belirli süre durup, belirli hizmetleri (yolcu indirmek, teknik bakım, mürettebat değişimi, temizlik, yakıt, ikram, yolcu bindirmek) alması ve belirli saatlerde tekrar havalanmasına dayanan bu program elzemdir. Bu programı, yani, havalimanının kapasitesinin güvenli ve tatminkar bir şekilde işletilebilmesini etkileyen faktörler vardır. Hava koşulları (rüzgarın gücü ve yönü, yağışın şekli ve yoğunluğu, hava sıcaklığı, sis, bulutlar...), havalimanının herhangi bir noktasında, emniyeti veya güvenliği tehdit edebilecek veya ilave tedbir alınmasını gerektirebilecek herhangi bir olay (kargo terminalinde yangın çıkması, pistte dolaşan köpekler, taksi yolunda arızalanan bir araç, birkaç yabancı devletin başkanının uçaklarının arka arkaya inmesi veya kalkması...), grevler, altyapı veya sistem arızaları (havalimanına gelen karayolunun trafiğe kapanması, hava trafik kontrol kulesinin enerjisinin kesilmesi, pasaport kontrol bankolarındaki bilgisayarların şebekesinin donması...) gibi sebeplerle, havalimanlarındaki trafiğin akışı sekteye uğrayabilir. Sekteye uğrayan uçak ve yolcu trafiği de, kapasitenin, durum normale dönene kadar, yeniden belirlenmesini, yani azaltılmasını gerektirir. Havalimanlarının kapasite ve trafiğinden sorumlu birimler, bu gibi durumlarda, gelmesi planlanmış ve henüz karşı meydandan kalkmamış uçaklara yeni kalkış saati telkin etmek ve/veya inmek için kendilerine doğru yaklaşan havadaki uçaklardan, o uçakların da koşullarını göz önünde bulundurarak, belirli bir coğrafya üzerinde çemberler çizerek beklemelerini veya yakındaki bir diğer havalimanına gitmelerini istemek gibi önlemler alırlar.
Söz konusu havalimanını merkez olarak kullanan havayolu firması ve yolcuları da bu krizden en çok etkilenen olurlar.
Terminalin gidiş katındaki bilgilendirme ekranlarında gördüğünüz iptal seferler, havaalanının koşullarından bağımsız olarak yapılan münferit iptaller dışında, o havalimanına gelemeyen veya gelişi çok fazla geciktirilmiş uçaklar sebebiyledir. Söz konusu havalimanında halihazırda bulunan uçaklarla gerçekleşecek seferler, havayolu firmaları tarafından çeşitli parametrelere göre belirlenir ve geriye kalan seferler için de, ya gecikmeli yeni kalkış saatleri belirlenir, ya da iptal kararı alınır.

2- Hangi uçağın iptal edileceğine kim, nasıl karar veriyor? (Bilet aldığım havayolu şirketi benden nefret mi ediyor?)




Önce, şu acı gerçekle yüzleşmek gerek: Havayolu şirketleri, ne kadar "bayrak taşıyıcı" veya "ülkenin gururu" gibi çıktıkları memleketin devletinin bir kurumu gibi algılansalar da, aslında ticari kurumlardır. Ticari kurumların temel amacı da kar etmektir. Kar edemedikleri durumlarda da zarar etmemeyi hedeflerler.
Bir havalimanını merkez olarak kullanan havayolu firmaları da, o havalimanında trafik kapasitesinin düştüğünü ve seferlerinin ancak bir bölümünü gerçekleştirebileceklerini öğrendiklerinde, uçurabilecekleri uçaklarını, dolaylı ve dolaysız olarak en az zarar edecekleri şekilde kullanmaya çalışırlar. Hem gidiş hem de dönüş ayağı dolu olan seferler ya da ertelendiğinde veya iptal edildiğinde en fazla otel odası gerektirecek seferler gerçekleştirilmeye çalışılır. Böyle durumlarda, hangi uçağın nasıl kullanılacağına, hangi seferin iptal edilip hangi seferin hangi şartlarda ne zaman gerçekleştirileceğine, havayolu firmalarının, farklı görev ve yetkilerle donanmış onlarca birimden oluşan genel merkezleri, harekat kontrol merkezleri veya bu merkezlerden birindeki bir departman karar verir. Verilen kararı da havayolu birimleri sadece uygulayabilir, değiştiremez. Uzun lafın kısası, uçak firmaları sizden nefret etmez; zarar etmemeye çalışır.

3- Bilmem nereye gideceğiniz uçak, daha gün ağarmadan kalkıyor. Siz de gece uykunuzun en tatlı yerinde kalkıp, ailecek havalimanına gitme zahmetine katlanıyorsunuz. Manyak mı bu havayolu firması? Niye bu saatte uçak kaldırıyor?




Tarifeli uçak seferleriyle seyahat eden yolcuların azımsanmayacak bir bölümü, aktarmalı olarak seyahat ederler. Yani, sizin A noktasından B noktasına ulaşmak için, gözünüzün çapağıyla bindiğiniz uçağın yolcularının büyük bölümü, B noktasında uçaktan indikten sonra, başka uçaklara binip, alfabenin diğer harflerine doğru yollarına devam edeceklerdir. Ayrıca, sizi A'dan B'ye taşıyan uçak ve mürettebatı da, gerekli işlemlerden hemen sonra C noktasına doğru tekrar havalanacaktır. Havayolu firmaları da, insanların seyahat eğilimlerini ve rotalardaki rekabeti irdeleyerek, servis ağlarını ve filolarını hem kısa hem uzun süreler içinde çeşitli analizlerle şekillendirirler. Bu, uçağınızın saatinin acımasızlığına dair açıklamaların uçak firması kaynaklı olanıydı.
Bir de, daha az etkili de olsa, havalimanının kapasitesine bağlı olarak, firmalara devlet otoriteleri tarafından verilen operasyon saati hakkı ile ilgili açıklama var:

Bizim gibi sıradan insanların, yolcu uçaklarına biletle binmek için gittiği sivil havalimanlarının çoğunda, her günün her saatinin her dakikasında kaç seferin gerçekleşeceği programlıdır. Gelecek ve gidecek olan seferlerin, haftanın hangi gününün hangi saatinde, hangi tip uçakla yapılacağı, havayolu firmaları tarafından, havalimanı otoritelerine bildirilir. Trafiği yoğun olan havalimanlarında, bildirilmekle kalınmaz, izin (Slot) alınır. Bu izinler, yaz ve kış sezonları için, sivil havacılıkla ilgili devlet kurumuna yapılan tarife başvurusundan önce, veya uzun süre önceden planlanmamış münferit seferler için ise uçuş başvurusu sırasında, havayolu firmalarının ve ilgili havalimanında trafiği kontrol eden devlet otoritesinin ilgili birimlerinin, tamamen bu iş için geliştirilmiş bir mesajlaşma protokolü kullanarak yazışmaları sonucu verilir ve alınır.
Örnekleyelim mi? Haydi, örnekleyelim:
Kartonya şehrinin Kral Mafsal Havalimanı'na,
Mart'ın 25'inden Ekim'in 30'una kadar,
her salı sabahı 09:15'te Abadacaşua şehrinden gelen bir Boeing 777-300 indirip,
11:30'da da geri kaldırmak isteyen Baklavair'e, otoriteler,
"Sizin o uçağı sabah 09:15'te koyacak yerimiz yok; ya gece 01:00'de gelip sabah 07:00'de gitsin, ya da öğlen 12:30'da gelip 14:45'te gitsin..." diyebilirler. 14:45'te kalkan Boeing 777-300'lerinin Abadacaşua'ya geri döndüğündeki iniş saati de gece yarısı ise, bu tarife ile, bilet satmaları zor olabilir. Dolayısıyla, sabah 07:00'de kalkış teklifini kabul edebilirler...
Kartonya ve Abadacaşua şehirleri hangi ülkelerdeyse, bu ülkeler arasındaki ilişkilerin de bu tip izinlerin verilmesinde etkili olduğunu tahmin edenler vardır herhalde.

4- Uçağımız sağ salim indi çok şükür. Terminale de yanaştık. Niye kapılar açılmıyor? Bu "kemerinizi bağlayın" ışığı niye sönmedi? Motorlar niye durmadı? Salak mı bunlar? Pilot kapıyı mı bulamıyor?




Terminale yanaştığınızdan emin misiniz? Uçağınızın önünü görebiliyor musunuz? Hayır... Büyük ihtimalle taksi yolundasınız ve uçağınızı idare eden pilotlar, havalimanının yer trafiğini kontrol eden otoriteden "bekle" talimatını aldılar. Uçağınızın park edeceği noktaya devam etmek için keçeceğiniz bir kavşak için sıra, veya park edeceğiniz yerin boşalmasını bekliyor olabilirsiniz. Evet, bazen, tek bir park pozisyonu, birkaç dakikalık kesişme ile iki farklı uçağa atanabilir. Böyle bir durumda, gelen uçak, gidecek olan uçağın emniyetli bir şekilde park pozisyonundan çıkmasını; hemen sonra da, park pozisyonunun, kendisi için emniyetli bir şekilde girilip park edilebilecek vaziyete getirilmesini bekler. Giden uçağa yer hizmetlerini sağlayan ekip, gelen uçağın o alana girişinde tehlike yaratacak bir ekipman bırakmış ve aceleyle uzaklaşmışsa, gelen uçağa yer hizmeti verecek olan ekibin "alan temiz, buyrun, gelin, park edin" işareti vermesi gecikebilir.
Benzer bir sürü ihtimalle, uçağınız indikten sonra defalarca durup hareket edebilir. Uçak dakikalardır duruyor olsa da, uçuş ekibinden gerekli anons veya işaret gelmediği ve/veya "kemerlerinizi bağlayın" ışığı sönmediği sürece koltuğunuzdan kalkmamanız, kendi emniyetiniz ve diğer yolcuların da emniyeti VE HUZURU içindir. Ayrıca, yerde öylece duran ve üstüne üstlük yakıt yakan bir uçağın, havayolu firmasına gereksiz maliyet anlamına geldiğini de düşünürseniz, pilotlarınızın beceriksiz olduğu kabusundan uyanabilirsiniz.

5- Bu maddeye soru yazmayacağım ama "Pilot, pistten çok sert kalktı! Acemi herhalde." veya "İnişimiz berbattı, çok sert indik; pilot kötüydü!" veya "Geçen gün İzmir'e uçtuğum uçağın pilotları harikaydı, inişi hissetmedim bile..." veya "Pilotlar çok iyiydi, bütün yol boyunca hiç sallanmadık." gibi cümleler duyunca aklıma gelen soruları cevap olarak kullanacağım:

Siz kendiniz de pilot musunuz?
Hiç uçak kaldırdınız mı?
Google'da türbülansla ilgili araştırma yaptınız mı?
Hiç uçak indirdiniz mi?
Hiç uçak simülatörü kullandınız mı?
Bilgisayarda hiç uçak simülasyonu oyunu oynadınız mı?
Kalkışınız, seyriniz veya inişinizle ilgili itham ettiğiniz veya övdüğünüz pilotların kendilerine bu konuları ve fikirlerinizi açtınız mı? Soru sordunuz mu?
Araba kullanıyorsanız, her zemin ve hava koşulunda arabanızı aynı şekilde mi kullanıyorsunuz?
Uçak teknolojileri hakkında ne biliyorsunuz?
Aerodinamikle ilgili ne biliyorsunuz?

6- Geçen sene 2 Lira'ya aldığım Sydney bileti bu sene 10000 Lira! Bu havayolu şirketleri soyguncu mu?




Her uçuşta satılacak yer sayısı ve bu yerlerin kaçının hangi fiyatla satışa çıkarılacağı, havayolu şirketleri tarafından, çok uzun zaman önceden prensipte belirlenir ve bilet satma kanallarına bildirilir. Uçuş zamanı yaklaştıkça, havayolu firmaları, gördükleri talebe ve potansiyele bağlı olarak, henüz satılmamış yerlerin fiyatlarında ve/veya sundukları ürünlerin bir kısmında veya tamamında değişiklik yapabilirler. 30 Şubat 2016 günündeki Bangkok - Kuala Lumpur seferinde 120 kişilik bir uçak planlamış olan Jungleboogie Airlines, uçuşa birkaç gün kala, yüksek talebi değerlendirmek için, filosu uygunsa, 150 kişilik bir uçağını bu sefere atayabilir ve yeni oluşan 30 kişilik kapasiteyi de ilk 120 kişinin ödediği ücretlerden farklı bir fiyatla değerlendirebilir.
Başka bir senaryoda da, Jungleboogie Havayolları'nın bir "son dakika bilet" uygulamasına dayansın. Uçaklarındaki boş koltukları, kalkıştan birkaç saat öncesinde doldurmayı, böylelikle, mümkün olduğunca para kazanmayı hedefleyen firma, havalimanı ofisinde, 2 Lira'ya son dakika biletleri satsın.
Belki sizin de geçen sene 2 Lira'ya aldığınız bilet, bunlar gibi bir pazarlama manevrasının güzel sonucuydu...

Değil miydi? Tamam... O halde başka bir temel bilgiye buyurun:
Uçaklarda gördüğünüz 2 veya 3 kabin sınıfının dışında, onlarca farklı bilet fiyatı sınıfı vardır. farklı harflerle ifade edilen bu fiyat sınıflarının kendi aralarında da, daha fazla harf ve sayıların kombinasyonuyla ifade edilen, daha da çeşitli birkaç farklı fiyat uygulaması olabilir. Örnekleyelim:

120 kişilik bir uçakta, satılacak yerlere,

6 tane 10000 TL Birinci Sınıf için A kodu, fiyatın esaslarını belirtmek için FG60PR kodu,
4 tane  7000 TL Business Sınıf için B, fiyat şartlarını adlandırmak için BG80HD kodu,
7 tane  5000 TL Business Sınıf için C, fiyat şartlarını ayırmak için BG40LD kodu,
7 tane  4000 TL Business Sınıf için D, fiyat koşullarına başlık olarak BG30LL kodu,
14 tane 2500 ve 2000 TL Ekonomi Sınıf için E, 7'sinin şartları için PX41HZ, 7'si için EU41HZ,
21 tane 1500 ve 1000 TL Ekonomi Sınıf için F, 14'ü için FC00TU, 7'si için FU41HX,
21 tane 900, 750 ve 650 TL Ekonomi için G, 7'si GECOZP1, 7'si GECEZEU, 7'si YOUTH20
20 tane 600 ve 500 TL Ekonomi için H, 10'una HADI15, 10'una DURMA20
20 tane 400 ve 300 TL Ekonomi için W, 10'una POOR11A, 10'una PITY48 kodları atanabilir.

Koltuklar bu fiyatlarla satışa çıktığı anda, herhangi bir mecradan bilet almaya çalışan ilk kişilerin karşısına bütün seçenekler çıkacaktır. Seçeneklerin sayısı, uçağın kalkmasına kalan zamanla doğru orantılıdır.

Acaba, geçen sene 2 Lira'ya aldığınız Sydney biletini, uçuşunuzdan ne kadar süre önce almıştınız ve şu anda planladığınız seyahatinize ne kadar süre var?

Ayrıca, 1 dakika önce müsait olan 1500, 900, 750, 650, 600 ve 500 liralık yerler, göz açıp kapayana kadar, 50 kişilik bir turist grubuna satılabilir.

Unutmayın, otel odaları ve uçak biletleri, artık internet üzerinden çok hızlı ve kolay sistemlerle satılıyorlar.

Havayolu şirketleri, mahallenizdeki esnaf veya AVM'deki market ne kadar soyguncuysa o kadar soygunculardır. Yani, amaçları, sizi soymak değil, para kazanmaktır.

7- Ben hep cam kenarında otururum! Havaalanına gittiğimde, uçakta cam kenarı yer kalmadığını söylediler! İstanbul'dan Atina'ya kadar onca yolu koridorda oturarak gittim! Bana işkence yaptılar! Dava edicem bunları! Edebilir miyim?




veya

Havalimanına gittiğimde uçağın kalkmasına daha 6 dakika vardı; uçak kapıdan ayrılmamıştı bile. Beni yine de uçağa almadılar! Uçağı kaçırdın dediler! Bilet paramı da iade etmediler! Süründürücem bunları! Süründürebilir miyim?

veya

Amerika'daki oğluma biraz yiyecek, kitap ve kıyafet götürüyordum, ücret istediler. 50 litre zeytinyağını ve 20 litre turşuyu da bagaja kabul etmediler. Amerika'da uygulama hiç böyle değil. Türk olduğum için yapıyorlar! Günlerini göstericem onlara! Gösterebilir miyim?




Buyurun, dava edin. Buyurun,süründürün. Buyurun, gösterin...
Aldığınız uçak bileti, havayolu firmasıyla sizin aranızda bir anlaşmadır. Havayolu firması, sizi ve bagajınızı, önceden belirlenmiş koşullar ile, belirli noktalar arasında taşımayı ve bu taşıma sırasında kesinlikle karşılaşacağınız veya muhtemelen karşılaşabileceğiniz bazı durumlarda belirli yükümlülükleri yerine getirmeyi kabul ve taahhüt ederken; siz de havayolu firmasına karşı bazı sorumlulukları kabul edersiniz.
Sizin, bagajınızın ve el bagajınızın, müzik aletinizin, hayvanınızın, hatta hatta tekerlekli sandalyenizin, hangi uçağa, hangi şartlarda kabul edilebileceği ve edilemeyeceği, sizin de bileti satın alarak uymayı kabul ve taahhüt ettiğiniz havayollarının genel taşıma koşullarında ve manuellerinde belirlidir. Taşıma koşulları (Conditions of carriage) havayollarının web sitelerinde ve ofislerinde mevcuttur. Dertliyseniz veya meraklıysanız, okuyunuz.

Uçuşunuzdan yeterince önce havayolunuzun web sitesinden veya akıllı telefon uygulamasından check-in yaparsanız, büyük ihtimalle, istediğiniz gibi veya istediğinize yakın bir koltuk ayırabilirsiniz. Biletiniz, havayoluna sizin için belirli bir koltuğu ayırması yükümlülüğünü getirmez. Uçaktaki sağlam her koltuk satılabilir ve yolculara verilebilir. Kabul etmezseniz, siz bilirsiniz...

Her firmanın, kendi yapılanmasına bağlı olarak şekillendirilmiş "son yolcu kabul etme" prensipleri vardır. Çoğu da bu prensipleri havalimanlarındaki ofis veya masalarının yakınlarındaki yazılarda bilgiye sunarlar. Sizin, havalimanına adım attığınız andan, gerçekten sizin uçacağınız havayolunun, sizin uçacağınız uçağıyla ilgili personelinin karşısına gelmeniz arasında bile, en iyi ihtimalle birkaç dakika olur. Bu personel, ister check-in'de olsun, ister bilet satış ofisinde, isterse biniş kapısında... Siz, uçağın kalkışından belirli bir süre önce olmanız ve işlem yaptırmanız gereken yerde değilseniz; yani gecikmişseniz, sizin işleminizi yapmak gibi bir sorumluluğu yoktur. Aksine, uçakta yerini almış tüm diğer yolcuların seyahatinin aksamaması, uçağın gecikmemesi için, önceliği size değil, başka şeylere vermesi gereken bir durum dahi söz konusu olabilir. O kişinin kendisini veya temsil ettiği firmayı süründürmeyi düşünmeden önce, havalimanlarının her noktasının kameralarla izlendiğini ve sizin saat kaçta nerede olduğunuzun kayıt edildiğini hatırlayın.

Firmaların ve aynı firma içinde farklı rotaların farklı kuralları olmakla beraber, kabinde ve bagaj bölümünde taşımak istediğiniz yüklerin içerik, ağırlık, hacim ve sayı sınırlamaları belirlidir. Bu sınırlamalar, onlarca farklı sebep üzerine kuruludur.
Çoğu güvenlik ve emniyet, bazıları ülkeler arası ticari ilişkiler, bazıları maliyet hesapları, bazıları da fiziksel imkanlar üzerine inşa edilmiştir.
Havayolu personeli, sizin overlok masanızı uçağa bagaj olarak kabul etmeyince veya 5 litre kolonyayı kabine almanızı engelleyince para ödülü almaz, madalyayla onurlandırılmaz. Ayrıca, check-in masasında oynattığı parmak bile kayıt altındayken, bagajınızın ağırlığı veya parça sayısı fazla olduğu için sizden ücret talep eden personel, o ücreti belirleyen kişi değildir ve sizden aldığı ücreti cebine atamaz. Bagajınızın ağırlığını veya sayısını yanlış kaydedip sizi ödemeden kurtarmak gibi akıl dışı bir inisiyatifi de yoktur. Hangi firmayla uçacaksanız, sizin için yeter süre önce o firmanın web sitesinde inceleme yapmanız veya ilgili birimleriyle telefonda görüşüp ayrıntılı bilgi almanız, bagajınızı ve bütçenizi seyahatinize ve sizin şartlarınıza uygun şekilde hazırlamanızda yararlı olacaktır. Havalimanında, elinizde 6 metrelik kornişle kaldığınızda, o kornişin bagaj olarak kabul edilip edilmediğini önceden belirleyen şartnameyi okumanız, işini yapmaktan başka kabahati olmayan birilerine günlerini göstermeye çalışmaktan daha az zahmetli olacaktır.

21 Şubat 2015 Cumartesi

Megadeth


Yürüyebilmeye başlamamdan ne kadar sonra olduğunu hatırlamasam da, ailemdeki büyüklerimin, ağır tuvalet ihtiyacım olduğunda, beni yetişkin klozetine oturmaya alıştırma çalışmalarını ve benim gösterdiğim direnci oldukça net hatırlıyorum.
Çocukluğumun yalın algıyla şekillenen bu doğal döneminde, başıma buyruk olduğumu bilmeden, merakımın da gerçekten "merak" ve gerekli olduğundan bihaber halimle, hemen her nesneyi elliyor, anlamaya çalışıyordum. Babamın babası olan dedemin, ellerimin hareketlerinden, düzenli duran eşyaların ve aletlerin düzenini bozma potansiyeli nedeniyle olsa gerek, benim nazarımda, çok rahatsız olduğunu hissediyordum. Kendisi için eser miktarda da olsa, neredeyse tüm yaşamını şekillendirmiş olan askerlik mesleğinin silinmez etkileri, küçük bir torunun "herşeyi elleme huyu"ndan duyulan rahatsızlık olarak hissediliyordu.
Babaannemlerde geçirdiğimiz bir gün, sindirim sistemimin sonuçlarını, uygar ve vücut hareketlerine hakim bir yetişkin gibi değerlendirmem beklentisiyle, klozetin üstüne yerleştirildim. "Bitince" seslenecektim ve oradan temiz kalkmam için gereken emek benden başkası tarafından verilecekti. Babaannemlerin tuvaletindeki klozet, anneannemlerin küçük tuvaletindeki klozet gibiydi; dünyanın herkesi yutabilecek derinliklerine bağlanan deliğin üstü, hafif dışbükey bir kat ile kapalıydı. Korkunç deliğin ancak yarısını görebilmek için, klozetin arkasındaki duvara doğru eğilip aşağı bakmak gerekiyordu. Delik tabii ki vardı ve kendisini uzun zamandır her gün kullanan insanlar, oraya düşmemin mümkün olmadığını bana defalarca anlatmışlardı. Artık sadece bu bilgiyi benimseme aşamasındaydım ve deliğin direkt olarak gözükmeyecek şekilde kaplandığı klozetler bana yardımcı oluyorlardı.
Eski ve yeni tip klozet ayrımını yapabilecek entellektüel birikime sahip değildim. Sadece "gözüken delik" ve "gözükmeyen delik" vardı benim için; gözükmüyorsa tehlike yoktu.
Huzurla etrafıma bakınıp "bitmesini" beklerken, kapı açıldı ve dedem girdi içeri. Daha bitmemişti ki! Hem bitse bile, dedemi çağırmazdım ki; niye gelmişti?
Belki, benim içerde meşgul olduğumu bilmiyordu ve kendi ihtiyacı için girmişti...
Şaşırıp şaşırmadığını hatırlamıyorum ama, beni nasıl şaşırttığını hatırlıyorum. Klozetin üstünde rahat olup olmadığıma dair bir soru sordu ve ben de, yaşımın iletişim koşulları yettiğince, anatomimin klozet üzerinde kendiliğinden denge bulmaya henüz uygun olmadığını ifade ettim. Boyunuz 1 metreden kısaysa, sindirim sisteminizin sonunu, o gözükmeyen deliğin üstünü kapatan çıkıntının da gerisine hizalamanız gerekiyor; aksi durumda, "bittiğini" haber verdiğiniz büyüğünüzün temizlemesi gereken başka bir beyaz yüzey daha olur. Dizinizden belinize kadar olan 20-25 santimetrelik üst bacaklarınızla da bu mesafeyi ancak bulabilirsiniz ama dengede oturamazsınız. Ben de kendimi klozetin hemen yanındaki devasa çamaşır makinasına tutunarak sabitlemiştim. Arkamdaki duvara yaslanmak veya taharet (ne? efendim? Taharet ne? Bide ney?) musluğuna tutunmak gibi akrobatik fikirlerim yoktu. Benim potansiyel tehlike sunan her nesneye dokunma hevesinde olduğuma inanan dedem, "bak, sakın buna tutunma, pis bu!" diyerek, klozetin sağ arkasındaki su borularını gösterdi. "Niye pis? O ne?" dedim ben de... "Bak bu nasıl pis!" diyerek boruyu avuçladı ve eline bulaşan kahverengi pası (pas? ne? Pas ne?) gösterdi. İstanbul'un Bağdat Caddesi'ne o sıralar sıhhi tesisatçılar ambargo mu uyguluyordu bilmiyorum ama, şimdi düşününce, bir su borusundaki sızıntının pas dokusuna dönüşmesi için uzun zaman geçmesi gerektiğine göre, aklıma duygularla perdeli bir merak takılıyor. Evin diğer her köşesinin tertemiz ve düzenli olduğunu sonraki senelerden hatırlıyorum; o boruda sıradışı bir yaramazlık ve inat vardı herhalde...
Dedemin elindeki koyu kahverengiden soluk kırmızıya geçen pis tortuyu, o güne kadar gördüğüm diğer tek kahverengi pis şeyle özdeşleştirdim ve hemen "peki dede, ellemem" dedim. Yaşamının büyük bölümünü Anadolu'nun kırsal bölgelerinde jandarma komutanlığıyla geçirmiş bir dede için, su borusundaki pas tabakasına dokunmak, torununun ellerinin temizliğini korumak adına çok basit bir özveri olabilir; bense, o andan sonraki onlarca sene paslı herhangi bir metale dokunurken "elimi yıkayınca geçer, elimi yıkayınca geçer, elimi yıkayınca geçer" telkinine muhtaç oldum. 
Dedemin kısa dersinden dakikalar sonra, kim olduğunu şimdi hatırlamadığım bir büyüğüm tarafından, zaten ergonomik olarak imkansız konumdaki boruya dokunmadan, o klozetten indirildim.
Dedemin vefatından da yıllar sonra, ilkokulumun son senesinden itibaren, düzenli denebilecek aralıklarla babaannemlere gitmeye tek başıma devam ettim. Bakırköy'den deniz otobüsüyle Kadıköy'e veya Bostancı'ya geçip, dolmuş veya taksiyle Caddebostan'a giderken de; Beşiktaş'taki okulumdan servisteki misafir öğrenci olarak seyahat ederken de kulağıma volkmenimden (Walkman/Baladeur) müzik gelirdi. İlk zamanlarda Paul Simon, Barış Manço, Bob Marley dinlerken; ortaokuldan itibaren Queen, The Doors, Led Zeppelin, Deep Purple, Anthrax dinlemeye başlamıştım.
Liseye de aynı okulda devam edince, 11 yaşımdan beri arkadaş olduğum insanlarla müzik etkileşimim de çeşitlenerek devam etti. 1992 senesinde, Metallica'nın Metallica (garaguzu) ve Megadeth'in Countdown to Extinction albümlerini duydum.
Babaannemlerin banyosu ve mutfağı ve salonu ve yatak odaları ve antresi yenilendi; akıtan pis boru ve deliği gizli klozet gitti. Sohbetler, yemekler, dev televizyon karşısında yatay dinlenceler geldi. Bazı geceler, yatağımı televizyonun karşısındaki kanepelerden birine kurardım ve kulağımı da Megadeth'e verirdim. Countdown to Extinction, walkman ile en çok dinlediğim albümdür.
Dedem, arkamdaki borunun kirli tehdidine karşı beni uyarırken, kendisinin olmadığı bir dünyada, gelecekte bir zaman, kulağımda High Speed Dirt veya Ashes in Your Mouth ile aynı tuvalete yerleştirilen umursamaz yeni bir klozete rahatça oturacağımı, arkadaşlarımla sıralı yazılar yazarak doldurduğumuz defterlerde (1993'te eposta, blog, twitter ve whatsapp yoktu. 2 veya 3 arkadaşın tuttuğu, her gün bir kişide kalan ve içine yazılar yazılıp ertesi gün diğer arkadaşa teslim edilen kalın defterler vardı) müzikten ve ülkenin sosyal dertlerinden bahsedeceğimi düşünmemiştir.
Hala, nerede Countdown to Extinction dinlesem, aklıma babaannemlerin Caddesbostan'daki tuvaletinin eski ve yeni klozetleri üzerinde, 12-13 sene arayla yaşadığım 2 farklı tecrübe gelir.
Babaannem de, Ak Apartmanı da artık yok.
Walkman yerine telefon kullanıyorum.
Benim zihnim de ölümlü.



23 Ağustos 2012 Perşembe

Sultans of Swing

2 hafta kadar önce, Bursa'dan gelen kuzenimle, Topkapı Sarayı'nı gezdik. Yüzlerce yıl boyunca devletlerin mühim adamlarının birbirlerine hediye ettiği muhteşem silahları seyrederken, aynı jestin günümüz silahlarıyla yapılmamasının nasıl da yerinde olduğunu düşündüm. Endüstrinin budadığı sanatlara ve zanaatlara üzülme yöntemimi değiştirmeyi düşünmüyorum.
Haremden ayrılırken, bütün ergonomisi bugünün saraylılarına zorluk çıkaracak bu harika tarih dehlizlerinde zamanında nasıl oyunlar oynandığını merak eden bir kıza dikkat kesildik. Aksanından anladığım kadarıyla yeni dünyadan geliyordu ve padişahların libidolarıyla ilgili merak sahibiydi. Danıştığı üniformalı ise, sarayın harem bölümünde o günkü mesaisini hayırlısıyla vukuatsız bitirmeyi bekleyen, göreceli güvenlikten göreceli sorumlu olan, orta yaşlı bir abimizdi. Aralarındaki iletişim şöyleydi:
- Where did the sultans party? The sultans, sex, party... You know sex? Where? 
("Sultans" derken kafaya taç koyma hareketini yapmayı; "Sex" derken de, ellerini belinin iki yanında ileri geri hareket ettirmeyi uygun gördü.)
- Sultans? Eee... Upstairs.
Dünyanın çok uzak bir noktasından kalkıp burnunun dibine böyle bir soruyla gelen bu kadının, abimizin dünyasına çok uzak bir dünyada yaşadığı ve yaşamaya da devam edeceği, o anda orda bulunan herkesin malumuydu. Öğrenmek istediği detayla bağlantılı sonsuz sayıda yorumun, haremin bölümlerini, odalarını, mobilyalarını gören herkesin -ve tabii ki abimizin de- zihninden geçmiş olduğu gayet aşikardı. Bu kısacık iletişimde, buraya aktarmakta zorlandığım en etkili an, güvenlik sorumlusu abimizin, "You know, sex?" soru cümlesine verdiği istemsiz cevabın görüldüğü andı. Kızın sorusunun bütünü, az da olsa bir akıl yürütme, sözcük ayıklama ve doğru ses çıkarma çabası gerektirirken; araya sokuşturduğu bu "You know sex?" dürtüklemesi, ecdadımızın en güçlülerinin yuvasında,  öne aşağı doğru en fazla 1 santimetre eğilen bir suratta yavaşça kapanan gözler, yanlara doğru 2-3 milimetre uzayan, belli belirsiz gülümseyen bir ağız ile elde edilen "Tabii ki seksi biliyorum, hem de nasıl iyi biliyorum, anlatamam. Aahh seks ahh! Hayatım cinsel organlarla geçti." ifadesiyle karşılandı.
1-2 saniye sonrasında, sözlerini "Sultans? Eee... Upstairs." olarak derleyen abimizin başarısında, soru soran kızın askılı bluzu ve kısacık şortu da etkili miydi acaba?

25 Nisan 2011 Pazartesi

zorla olmuyor


Biz ve tarih,
İçimizdekiler ve dışımızdakiler...
Olanı yok ettiği için kendisi de olmayan kültür,
Sözde değer...

14 Nisan 2011 Perşembe

tatministration


Herkes David Bowie dinlemeli.
Ziggy Stardust'lığının berisinde ve ötesinde, Melih Gökçek'in bile tükürmeden ilgilenebileceği bir sürü karakter aynı İngiliz'e kısmet olmuş. Hele ki bozuk gözünün hikayesi... It ain't easy...
Sigi figi kahvaltı tabakları ne oldu?
Sütaş'ın "dilimli, eritme tost peyniri"nden aldığıma pişman olmak üzereyim... Erimiş eritme peyniri dişetlerime yapışıp ikinci bir katman oluşturdu ve dilimle sökemiyorum... Sütaş'ın peynirleri, genellikle beni tatmin etmiştir ama, sanırım, bu ürünü tost için kullanmak benim damak zevkime uygun olmadı... Sütaş'ı, marketlerde bulduğum ürünlerinden ve İstanbul metrosundaki ineklerinden sonra, çok beğendiğim sitesi için de tebrik etmek isterim.
Bugün el öptüren lodos var. Yağmurla beraber. Lodosun gözü yaşlı imiş... Öyle denirmiş... Dalgalar temiz öcüler. Deniz otobüsleri içerden eğlencelidir şimdi, ben dışardayım.
Zeytinburnu ve Yedikule sahillerine yapılan yeni kocaman rezidanslara daha neler eklenecek acaba?
Onlarca nesil geçince, bir genç doğuya bakıp "Az ilerde kocaman kahverengi Bizans duvarları varmış... Niye yıkılmışlar ki?" diye soracak mı kendi kendine?
Yedikule'de 1993'e kadar Gazhane vardı eskiden. Çocuk halimle, sahil yolundan arabayla geçerken, o yuvarlak kaidelere saplanmış ve birbirlerine çapraz bağlarla kenetlenmiş uzun direklerin ne olduklarını bir türlü anlamazdım. Sorduğumda, bu tesislerde kömürden gaz elde edildiğini ve şehrin bazı bölümlerine pompalandığını anlatmıştı büyüklerim. Biz evimize acayip tüpler içinde gaz satın alırken, anneannemlerin Ataköy'deki mutfağına bu gaz kesnitisiz ulaşıyordu. Şimdi Gazhane yok. O acayip metal yapıdan da, geçenlerde önünden geçtiğim Küçükçiftlik Park'ın konser için kaç kişiyi barındırabileceğini tahmin etmeye çalışırken gördüm.
19 ve 20 Haziran'da, bir de 10 Temmuz'da gitmek istediğim konserler var.
Yok, ben tatmin olamıyorum.
Bu yazdıklarım ve dinlediklerim boş geliyor.
Tosttaki domatesten damağım yandı zaten...
Duş alıp uyumak mı, giyinip Bakırköy'e gitmek mi?

25 Şubat 2011 Cuma

Bu akşam

İki kat aşağıdaki daireye şeytan girmiş, bir haftadır çıkaramadılar.

Bizans surlarıyla Cumhuriyet asfaltı arasındaki Osmanlı pazarında kavga çıkacak da kaydedip bize izletecekler... Yağmurdan mıdır nedir; set, bir duraklama devrine girdi...



Eskiye göre, sinirlendiğimde harketelerime hakim olmakta daha az zorluk çektiğimi anladım az önce. Kim olduğunu henüz bilmediğimiz yeni komşumuzun evindeki betliğin tıraşlanması işi, son yılların en zor katlanılası gürültüsüne neden oluyor. Duyduğum rahatsızlığı en çok şakaklarım, alt çene kemiğim, ensem ve üst göz kapaklarımda hissediyorum.
Apartmanlarda yapılan tadilatların, günün hangi saatinden hangi saatine kadar kanunen mümkün olduğunu bilmiyorum. Paydos etmeleri gereken saati araştırmak istiyorum. Ya da belediyeyi mi arasam?

Saat 17:40'da, 453 1453 numaralı telefondan şaşılacak kadar kısa sürede ulaştığım hayırlı ses, meskenlerde yapılan tadilatların akşamları 18:00'de durması gerektiği bilgisini vermekle yetinmedi; adresi öğrenip ilgili zabıta birimlerini de hemen yönlendirmek istediğini belirtti. Şikayetçi olmak için değil, kanuni sükunet hakkımın saat kaçta başladığını öğrenmek için aradığımı söyledim ve teşekkür edip telefonu kapattım. Hayırlı bir akşamın kısmet olmasını ben de diliyorum tabii ki.

Bizans Surları'nın dibine kurulan Osmanlı İmparatorluğu seti yavaş yavaş toplanıyor.
Saat 18:10 oldu, iki kat aşağıda duvarlara uygulanan insanlık dışı zulüm, bize hala rahatsızlık veriyor. Artık, dinleyici kalamayız! Akşam yemeği için malzeme almaya çıkıp; dönüşte, kahverengi kaplamasında bolca tozlu parmak izleri kalmış kapıyı çalıyorum.
Duvar delmekten alıkoyduğum ekibin sanırım en genç üyesi kapıyı açıyor ve "işiniz ne kadar daha sürecek?" sorusuna "az bişey kaldı abi" cevabını veriyor.
"Tam olarak ne kadar?"
"Valla çivileri çakıyoruz"
"Ne zaman biter çiviler?"
"10-15 dakika abi"
"Tamam, sağolun. Akşam oldu, artık sessizlik istiyoruz lütfen"
DAAAANNNNN!!
Tozlu kahverengi kapıyı çarpıyor genç işçi.

Bu son gürültüden sonra ses kesildi. Şükür!
Fatih Belediyesi'nin fetih anımsatıcısı telefon numarasını aramama gerek kalmadı.
Sakin bir akşam yemeği için şartlar gayet uygun...

1 Ocak 2011 Cumartesi

yeni günlerden beklediğim, kestane şekerleridir

Dış dokusu, akşamın çeşitli tatlı yükleriyle tatsızca değişmiş olan dişlerime yatmadan önce dilimle dokunduğumda hissettiğim rahatsızlığı gideremeden uykuya yöneldim. Diş fırçamı evde unutmuşum, özür dilerim Adile teyze...

Uyuduktan kısa süre sonra, sakallı yanaklarım, sakalsız yanaklara temas etti.

İsa'nın doğumundan sonraki (insanların, yaşamlarını kendisine duydukları inançla şekillendirdiklerini zannedenlerinin belirlediği üzere) 2011. seneye başlamış olmamızı neden kutlayacakmışım?

Lakin, herkes kutluyor; ben neden kutlamayacakmışım?
Bu muhteşem kestane şekerleri hediye ediliyorsa bana, kutlanacak şeyde mantık bulmak şart mıdır?


Bir gün ömür bitecek, demeyeyim "görmüşüm rüya" !

18 Ağustos 2010 Çarşamba

İskelet

Kendi içime doğru çökecekmişim gibi hissediyorum...
Basınçsız kaldım.
Boş gibi...

24 Haziran 2010 Perşembe

Binali Yıldırım önderliğinde Youtube'dan Bağımsızlık Mücadelesi

TRT1'i açtım ki futbol maçı izleyeyim.

Büyük Milletimiz'in Büyük Meclisi'nde, Binali Yıldırım bey yüksek sesle "Türkiye Cumhuriyeti'nin kurallarına uyacak!" diyor... Futbolu ve diğer daha bir sürü şeyi unuttum ve bakakaldım. Dinlemeye ne kadar yetkin olduğumu umursayacak zaman değildi; vatanımızın yüksek çıkarları söz konusuydu. Cüssece ve hiddetçe bir büyüğümüz, bu çıkarları korumaya ne kadar kararlı olduğumuzu, hepimizi temsilen, yüksek sesle, bize anlatıyordu. Youtube'un kural tanımaz hareketlerini, bir çok ülkede yerli sürüm yapmasına rağmen Türkiye'de buna yanaşmaması; Türk adli makamlarıyla işbirliği yapmaması; Atatürk'e hakaret içeren videolar nedeniyle Türkiye'den erişimlerinin engellenmesine bir üst mahkemeye başvurarak itiraz etmemeleri; Türkiye'de bürolarının olmaması; Türkiye'ye vergi vermemeleri; bir siyasi partinin genel başkanıyla ilgili bir videonun kaldırılması için yapılan başvurularda telefona cevap vermemeleri gibi örneklerle, akılcı ve somut ve su götürmez şekilde açıkladı. IP numaraları aracılığıyla, Google sitelerine de girişi yavaşlatıp, Türkiye'ye tepki oluşturmaya çalışan Youtube'un, Türkiye Cumhuriyeti ile bir mücadeleye giriştiğini; ancak, bizim buna tabii ki boyun eğmeyeceğimizi; aksine, Youtube'un bizim yasalarımıza göre işlemeye ikna olacağını söyledi.
Kendisine, gelişmiş, gelişmemiş, gelişmekte ve gerilemekte olan her ülkede bizdeki kadar sık yaşanan ölümlü ve yaralanmalı kazalarıyla tecrübe edilen yüksek hızlı tren başarısı ve THY'nin kadrolarında ve filosunda sadece Türkiye'ye özgü hızda ve büyüklükte yaşanan değişim ve gelişimden sonra, şimdi de bu Youtube'a haddini bildirme atağı nedeniyle, üst üste bir kaç kez daha hayran oldum!

Futbola gerek yok!

17 Haziran 2010 Perşembe

tuhafiye

"Hede beyi arıyordum..."
"Kimi?"
"Hede bey..."
"Tanımıyorum. Kimdir o? Nerde çalışır?"
"Hede bey canım... Teheyede bişey müdürü olmuş..."
"Havalimanının bu bölümünde teheye bürosu yok beyefendi, isterseniz size tarif edeyim bürolarını. Hangi departman demiştiniz?"
"Bilmiyorum ben de... Bizim İstanbul Ulaşım'daydı... Yeni müdür olmuş..."
"Hmmm... Bakın şurdan şöyle gidince, şöyle dönüp, şuraya inince, şöyle kapılar, böyle koridor... teheye ofisleri orda... onlara sorun, belki doğru şekilde yönlendirirler sizi..."
"Ohhooo... burası ne böyle yaaa... ne karışık... kimse de biyeri bilmiyo... olmaz, böyle gitmez ki bu iş..."
"Efendim?"
"Neyse.. hadi hayırlı günler..."

HAYIRSIZ HERİFLER!

--------------------------------

"Kim o?"
"Tedaş! Açar mısınız?"
"Buyrun?"
"Elektrik saatlerini değiştiriyoruz. Sizinkinde kaçak kullanım tespit ettik. Zabıt tutacağız. Mahkemeye çıkacaksınız. 5-6 milyar ceza ödersiniz..."
"Ne?! Yok öyle bir şey! Ne diyorsunuz? Kaçak elektrik kullanmadım hiç! Faturalarımı ödüyorum."
"Saatinizde delik var hanımefendi... Kaçak kullanım bu... Zabıt tutmak zorundayız..."
"Ne deliği kardeşim? Nerde? Beraber bakabilir miyiz? Kaçak elektrik kullanmadım ben!"
"Buyrun inelim beraber... Siz de görün..."
"İnelim..."
"Bakın, bu delikler kaçak kullanım için açılmış. Tel sokup saati durdurmuşsunuz..."
"Ben ampul değiştiremem, oğlum benden uzakta oturur, elektrik tesisatçısından mı rica edeceğim böyle bir haksızlığı?! Ödeyemem ben 5 milyar ceza falan! Tut kardeşim sen zabtını. Öyle kolayca suçlanıp, suçum ispat edilebiliyorsa yatarım hapsimi!"
"Abla yapacak bişey yok valla..."
"Nasıl yok kardeşim?! Ben açmadım ve açtırmadım o delikleri! Hayatım boyunca da hiçbir şeyi kaçak kullanmadım. Emekliyim. Ödediğim bütün faturaları da saklıyorum, isterseniz göstereyim."
"Ne dersiniz arkadaşlar, abla çok ağlıyor. Ne yapsak?"
"Ne yapacaz? Yapacak bişey yok... Çıkacak mahkemeye!"
"Arkadaşlar, bakın, bu saatteki deliklerle benim bir ilgim yok! Kaçak elektrik kullanmadığım halde, böyle basit bir şekilde suçlanmak çok ağrıma gidiyor! Kendinizi benim yerime koyun... Mahkemeye çıkarım, ama suçsuzluğumu ispat eder, sizden de bu yaptığınızn hesabını sorarım!"
"Abla, zabıt tutmak zorundayız, ekmek paramızdan mı olalım?"
"Gelin faturalarımı göstereyim..."
"Peki, bakalım..."
"Bakın, ödenmemiş tek bir faturam yok."
"Abla, gösterme istersen daha... Hepten batıyorsun."
"Nasıl yani?"
"Bunlar çok az miktarlar!"
"Ben yalnız yaşıyorum! Bulaşık makinam yok. Evimdeki her elektrikli alet ekonomiktir... Emekliyim! Tabii ki tasarruf edeceğim! 20 lira fatura ödemek mi suça işaret?"
"Tamam abla tamam, ağlama... yazmayacağım zabıt... tamam..."

KANUNİ HAYDUTLAR!

11 Haziran 2010 Cuma

akseki de çağırıyor

Yeni, küçük bir araba yapacaksın ve bu yeni ürününü tanıtmak ve daha çok satmak için çektiğin filmde, bir çarpma testi kuklasını konuşturacaksın. Diyecek ki : "Ben denedim; şimdi sıra sizde!" Yani, demek isteyecek ki : "Bu araba tasarlanır ve geliştirilirken, beni orasına burasına hunharca çarptılar; cansız olduğum için bu sırıtık yüz ifademle karşınıza çıkacak kadar sağlam kaldım... Haydi, şimdi de siz bolca satın alın bu aradan ve istediğiniz gibi her yere vurun. Bakalım sizde nasıl etkileri olacak..." Gerçekten, çok da anlamsız değil ama, bence, yanlış anlamlı. Yanlış anlaşılır değil. Hyundai böyle bir eylemde bulunmuş...

Bir de, "Silver" adlı bir kuru temizleme dükkanı gördüm. Tabii ki, yurdumun en genel kuru temizlemeci ismi olan "Etilen" den daha özgün ve estetik bir isim ama; "Biz pek öyle detaylı temizlemiyoruz. Elbiselerinizi silip iade ediyoruz..." gibi bir anlam taşıyor olmasından şüphelendim. O tabelayı gördüğüm andan beri bu şüpheyle yaşıyorum. İşletmecinin soyadının "Gümüş" olması da aklıma geliyor ama, pek uzun kalmıyor.

Bir insanın, cep telefonu zili olarak, Serdar Ortaç'ın kesilesi sesinden "Hayaaaaatt, beni neden yoruyorsuuunn?!" rahatsızlığını tercih edip, bir minibüs dolusu insana 5 kilometre yol boyunca birkaç kere duyurması, sadece görecelikle açıklanabiliyor olamaz!

Bir köpek yavrusunun -şimdilik- kısacık ömrü hakkında bu kadar çok şey düşüneceğimi tahmin etmezdim.
Görmeden atladığı yolda biz duyduk onu. Zor görüldüğü için çok sevdik. Az baktığımız için görmediğini görmedik. Çok görmüş kardeşimizin sorusuyla irkildik. Şimdi, candan ilgiye teslim... Nasıl acaba? Arkadaş? Sıcak? Kuvvet? Korku? Huzur?

Saba Tümer, Ertuğrul Özkök'le geyik muhabbeti yapıyor. Ertuğrul, tuhaf bir adam... Tuhaf da bir kitap yazmış... Kendi kendisinin şeyhi ve müridiymiş... Böyle bir sabah istemem! İstesem de istemem.

28 Mayıs 2010 Cuma

çeşme dilli


Bir insanın hissettiği huzur nelere bağlıdır? En direkt olarak çeşit çeşit kimyasal maddeye bağlıdır kanımca. Endirekt olarak da yaşadıklarına bağlıdır, fikrimce...

Ruhla dünyanın bağlantısını da böylece açıkladıktan sonra, dalalım derinlere...

Elektronik parçalarla tamamlanıyorum son zamanlarda; harici depo, gürültü kesici kulaklık, elmalı telefon, sayısal müzik çalar, dizüstü bilgisayar, sayısal kameram olmadan burdan şuraya hareket etmemeye başladım. Teknolojiye yenilmeme az kaldı!

Belimin çevresi kalınlaşmaya başladı. Düşüncelerim ve sözlerim sığlaştı. Yavaşladım. Ruhuma etki eden kimyasallara etki eden dünya değişince, etim de değişim eğilimine girdi... Hoş değildim zaten, hepten gudubetleşeceğim galiba.

Yetmedi; daha derine inip, Arctic Monkeys'in Humbug'ındaki Josh Homme etkisini içime sindiremediğimi de bildirmek istiyorum.
Zamanında Almanca öğrenecektim ben, hep dil eksiğim yüzünden bu kalınlığım!

11 Mayıs 2010 Salı

Nurlu İbrahim Türk

Değerleri hakkında soru sorulmaması gereken kavramlarla meşgulüm genellikle.

Dün, Bakırköy İncirli Caddesi'nde Zeki Bilardo'nun malzeme dükkanına uğradım. Behramkale 88'deki bir bilardo ıstakasının ucunun çapını ölçtürdüm ve yedek parça satın aldım. Son zamanlarda yaptığım en keyifli alışverişti. Hele, aldığım parçanın ıstakaya nasıl tatbik edileceği hakkında kendi kendime yürüttüğüm fikrin, yapıştırıcı kimyasalına kadar tam olarak doğru çıkmasına nasıl sevindim, anlatamam... Yıllarca, oynarken hissettiğim hazzı toprak olarak biriktirsem, kıtalar oluşturabileceğim oyuna ait nesneleri gördüğüm dükkandan çıkmamak için, benle ilgilenen adama arka arkaya sorular sordum. Alçak gönüllülüğüme için için övgüler düze düze her malzemeyi elledim. Bir de ıstaka satın aldım ve sokaklarda fillerin diş haklarını savunmaya gönüllü eski bir bilardo ustası edasıyla yürüdüm. İbrahim Türk durdurdu beni.

Tebim'i hatırlatayım kendime önce. Siz de nasiplenin, çekinmeyin.

Annemin, beni büyütürken eğitimim hakkında yüksek özgüven duyamamasını gayet normal bulmaya ihtiyacımın olmadığı yıllarda, Anadolu liseleri ve özel liseler için hazırlanmamın önemini de hakkıyla pek idrak edemiyordum. Sosyal yaşamım, okuduğum ilkokuldaki sınıf arkadaşlarımdan, anlayabildiklerim ve kendimi anlatabildiklerimle sınırlıydı. Anlaşmak henüz tanımlanmamıştı. Sosyal aktivitelerim ise, tatillerde görebildiğim ve genellikle anlamadığım mahalle arkadaşlarımla oynadığım oyunlardan ibaretti. Nedenini bilmiyorum ama, okulum ve oyun arkadaşlarım aynı mahallede olsalar da, okulda mahalle arkadaşlarımı göremiyordum. Ya farklı okullara gidiyorlardı, ya da aynı okulun farklı ders saatlerine tabiydik. Aşk hayatımsa, aşık olmak ve aşık kalmak şeklinde renksizleşiyordu. Kendilerini bana keşfettirmeden içimden gelen jestlerimle tanıştığımdaysa, bu hareketlerimin boşuna ve yanıltıcı olduğunu bilmem gerekmiyordu.

Son sınıfımda, öğretmenimin etkisiyle, indirimli fiyatla bir dershaneye kaydedildim. İlkokuldan sonra, bir anadolu lisesine veya burslu bir statüyle, özel bir okula devam etmem gerektiği anlatıldı bana. Kabul ettim. Dershaneye gitmekse kabul etmek istemediğim bir yenilikti. Sütaş'a kadar öyleydi en azından. Bir anda, "her dersimize giren tek bir öğretmen" şemsiyesinden çıkıp, "her dersin kendi uzman öğretmeni" yağmuruna tutulduğum bir dershanede, yeni ve değerlendirilmesi imkansız bir sosyal ortamda buldum kendimi. Her dersin farklı bir öğretmen tarafından kakılmasına daha çok uzun yıllar yok muydu? Hazırlandığım şey için içine girdiğim hazırlık aşamasında bu değişikliği niye yaşıyordum? Okul bitince, evime gidip ansiklopedilerime, müziğime, legolarıma, boyalarıma yumulmak varken, neden bazı akşamlar önlüksüz olarak bu formika sıralara oturuyordum? Yıllar sonra, reşit olduğumda, ülke yönetimi hakkında mürekkep aktarmalı seçimimi yaparken daracık bulacağımdan habersizce, kocaman gördüğüm sınıfları ve koridorları olan okulum yerine, bu daracık sınıflar ve ufacık kantin de ne amaçla beni içine çekiyordu? Sütaş ne markasıydı? Annem hep SEK alırdı. Kaşarlı tost ve şişede Sütaş ayran, nikahlarına beni şahit olarak çağırıyorlardı. Seve seve şahit oldum!

Örgün eğitim kurumlarına girmek için, bir önceki seviye örgün eğitim kurumlarında alınan eğitimin yeterli olmadığı ülkemle de şimdiki sığ tanışıklığımın çok uzağındaydım. Bakırköy'dü benim ülkem. Türk'tüm ama benden daha Türk bir öğretmenim oldu Tebim'de.

Matematik mağaralarına beraber girdiğimiz ve kılavuzluğu sayesinde gün ışığına ulaştığımızda, ufacık sıyrıklarımızı beraber kutladığımız İbrahim Türk'le tanıştım. Kendisini hala tanımıyorum ama tanımlamaktan büyük keyif alıyorum. İlkokul öğrencisiyken günlük yaşamımda beraber olamadığım babamın kişiliğimdeki bir sandalyesine oturan adamlardan biri miydi bilemiyorum. (Babamın, bir sürü sandalyesi vardır ve bunları çok adama sunmuşumdur ama sadece tek bir koltuğu O'nun için her zaman boş tuttum ve O oturduğunda, o koltuk tahta dönüştü.) İbrahim Türk'ün matematiğin adımlarını anlatışında, benim aklımın çalışmasına yardımcı olan bir etki vardı. Nedenler ve sonuçlar için kendimden geçmeye hazır mıydım, yoksa İbrahim Türk mü bu hazırlığı başlattı; bunu da bilmiyorum. Beni nasıl bir zihinsel biçimlenmeye yönlendirdiğini sonraları idrak edeceğim bu adamı, en son, Yıldız Dershanesi'nin kantininde, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ni kazandığımı söylediğimde, "Artık Beşiktaş'lı olursun be Burçak..." deyişiyle seyrekçe hatırladım yıllarca. Çünkü, gerçekten, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ne başlamıştım. Yaşamım ve vücudumun içi değişiyordu.

Üniversitenin ve seçiminin önemi de önlenemedi. 1994 senesinde, hala Bakırköy'de yaşıyordum ama dünyam, Beşiktaş, Beyoğlu, Eminönü, Ortaköy, Rumeli Hisarı ve Kadıköy'e kadar genişlemişti. O sene Düzey Derhanesi'ne başladım ve ilk derste Nur'u güldürdüm. Erhan Ekici "hocam"ın sayesinde yaptığım espriyi anımsadığımda hala gülümserim ama Nur'u geçen ay gördüğümde, kehanetinin gerçekleşmediğine bir kez daha sevindim.

Sosyal Bilgiler'den bağımsız bir sosyal yaşam mümkün değildi ve ben bunun farkında değildim. Düzey merdivenler İbrahim Türk'le tekrar buluşmaya gebeymiş ve bunun da farkına vardığımda, İbrahim Türk'ün değerini anımsamaktan çok uzaktım. Bu sefer tarih derslerinin son derece ilgilenilesi olduğunu öğretecekti bana. Kendimi yetişkin bir adamla ekip gibi hissettiğim ilk yerin, o dershanenin sınıflarından biri olduğunu da şimdi farkediyorum. Sorduğu sorulara cevap vermemi bekleyişi ve tüm sınıfı bekletişi ve dahası, soruları benim ilgilendiğim ve katılmaktan sonsuz haz duyduğum kavram sorgulamalarından derleyişi ne kadar da etkili olmuş! Dinlerin, toplumları biçimlendirmekte nasıl kullanıldığını; ırkların, toplumların kendileri değil, içlerindeki unsurlar olduğunu; soru sormakta değil, cevaplara göre tavır takınmakta mahsurlar olabileceğini bildiğimi O belleti bana. Değerimi bildi ve kendisinin değerini hiç vurgulamadı.

Dün kendisini İncirli Caddesi'nde uzaktan gördüm ve hemen tanıdım ve hemen heyecanlandım. Gençliğimin lokalinde, diğer heyecanlarım içinde gözden kaçırdığım adamı selamlamama adımlar vardı. Kendisi bana doğru yürümek yerine, bir apartmanın bahçesine girdi ve kenardaki bir çöp konteynerine elindeki çöpü attı. Bahçeden çıkınca, kapıdaydım ve "tebrik ederim hocam" dedim. Bir saniye baktı ve aklını çalıştırdı. "Burçak" dedi... "Eee, Ertekin?" dedi. "Aynen hocam" diye cevap verdim. Anımsamak ve hatırlamak ve bilmek ve ilgilenmek ne güzeldi.

İnsanların biribirlerini etkilemeleri çok doğal, çok gerekli... Etkilenen insanın, etki sahibinden memnun olması çok güzel... Bunları buraya yazmak ne kadar gerekli? Bu harfler, bu sözcükler, murca vurulan çekiç miki? (Yok, Donald! Haydi Nur, gül yine...)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Kıtayı devirmek

Arkadaş da benim düşündüğüm gibi düşünüyor; "bir şekilde gerçekleşmiş geçmişi kafaya takarak yaşamanın bir anlamı olmadığını, geleceği şekillendirerek geçirilen şimdiki zamanın daha faydalı ve eğlenceli olduğunu" belirtiyor. Katılıyor gibiyim. Rüyalarımın, gelecekten algılarla oluştuğunu söyleyemiyor olmaktan çok memnunum gelin görün ki... Kısacık bir süre için daldığım uykumda, gördüğüm rüyanın ve hissettiğim duygusal yoğunluğun, geçmişimden filizlenip, şimdime çiçeklenmesinin, benim irademle olmadığını belirtsem? Elbette, dün geceki uykumun görevce bölünmüş olması sonucu gördüğüm, kayda değer son rüyamı anlatırsam, "sen geçmişini görmeye devam et abi..." dersiniz.
Şöyle ki:
İnanılmaz yoğunlukta yağmaya başlayan yağmur altında, bir kaç yüz metre öteden, büyüdüğüm eve koşuyorum. 5 kat merdiveni hızla tırmanırken, daha önce hiç duymadığım, derin ve bas sesler duyuyorum. Evin kapısını açıyorum ve içerde sadece köpeğimin olduğunu hissediyorum. Zavallım, korkuyla, bir duvarın dibine çökmüş, bana bakıyor. Oturma odasının penceresinden baktığımda, terasta siyah bir BMW 3.16 durduğunu görüp şaşırıyorum ve o anda ev sola doğru yatmaya başlıyor. Annemi, babamı, sevgilimi ve arkadaşlarımı bir daha göremeyeceğimi düşünerek köpeğime bakıyorum. "En azından, yalnız değilim." diye seviniyorum. Ayrıca, bizim evle beraber, bütün sokakların, binaların ve ağaçların da sola doğru yatmakta olduğunu; aslında yön değiştirenin bina veya mahalle değil, bütün coğrafya olduğunu anlıyorum. Yer çekimi, sol yan çekimi haline geliyor. Kayarak soldaki duvara yaslanıyorum ve denizin tüm karayı nasıl yutabildiğine şaşırıyorum. Terastaki araba da aşağı düşüyor ve dalgalar binaya vurmaya başlıyor. Kimsenin bağırdığı, kaçıştığı yok... Bu kıyamet mi yoksa sadece yerel bir felaket mi diye merak ediyorum. Kıyamet değilse çok sinirleneceğim çünkü... Köpeğime sarılıyorum ve bekliyorum.
Sanırım çişim geldi ve uyandım. İsrafil'in üfleyeceği Sur borusunu, herhangi bir başka sesten nasıl ayırt edeceğimizi merak ettim ve tuvalete gittim.
Şimdiyi yaşıyordum ve sonraki bir kaç saatimi şekillendirmem gerekiyordu. Aslında, sonraki bir kaç ayımı ve hatta 5 - 10 yılı şekillendirmem gerekiyordu. Çişim varken, hakkında düşünülecek gelecek gayet yakın oluyor... Yine de, kaç saat sonra tekrar uyanacağımı merak ederek yatağa döndüm. Nasıl olsa telefonların saatlerinin alarmlarını kurmuştum ve beni, ne kadar kısa süre daha uyursam uyuyayım, aynı huzursuzlukla uyandıracaklardı. Öyleyse, kaç saat veya dakika daha uyuyabileceğimi öğrenerek hayıflanmama ne gerek vardı? Yoktu...

Yatağımda benden başka kim vardı?
Yoktu...

20 Nisan 2010 Salı

hamurumda ne var?



Taşıdığım paket nedeniyle Tarlabaşı'ndaydım. Taşıdığım paketin nedeni ise, itfaiyenin onayını alabilmeyi amaçlamış olmaktı. Aksaray'a ve Bakırköy'e giden dolmuşların tekliflerini geri çevirdim. Kocamustafapaşa'ya giden otobüsü bir kaç saniye ile kaçırmış olmanın yüklediği sebepsiz gurur nedeniyle, kararımdan kuşku duyurmayacak bir yönün taşıtı ile evime yaklaşmayı istiyordum. Bekledim ve bekledim de bekledim...

Sonunda, Taksim - Yedikule otobüsü geldi, durakta durdu ve beni içine aldı. Arka sol tekerleğin üstünde, önü genişçe açık koltuklardan, cam kenarında olana oturdum. Elimdeki kırmızı paketi sol dizimin üstüne, siyah çantamı da askısından sağ dizime sabitledim. Şemsiyemi de koltuğumla pencere arasına yerleştirdim. Kulaklıklarımı kulaklarıma taktım ve cep telefonuma, ses çıkarması gereken durumlarda titreyerek beni sarsmasını tembihledim. Kişisel müzik yayınıma başladıktan 2 şarkı sonra, gözlerimin kapalı olduğunu hissediyordum. 3. şarkının başındaki coşkun bir zil sesiyle beraber 1994 senesine döndüm. Dinlediğim şarkıyı yazan ve icra eden insanların henüz ilkokulda okuduğu o sene, kardeş yakınlığında yaşadığım arkadaşlıklara müzikle renk katıyorduk. Karı-koca yakınlığında olmak istediğim kızı gördüğüm, duyduğum, kokladığım, hissettiğim zamanlardaysa kendisini tatmak isteyip renkleniyordum.

Canım davulcum kardeşimin vurduğu bir zilin sesinde uyandım. Kutlamaları başlatacak güçte bir patlamaydı ve kutlamaya uyanık ama gözlerim kapalı devam ettim. Işıltılı ergenlik günlerimden bu kadar uzakta, yine o zamanlarımın taşıtı olan belediye otobüsünde, Beyoğlu civarlarından, şimdi farklı bir muhitte olsa da evime dönüyordum ve kulağıma aynı neşe çalınıyordu. Yıllardır özlemini çektiğim varlık sevinci, mümkün olan en gerçek hissedilişiyle, bu otobüs koltuğunda kestirmem sırasında dinlediğim müzik tarafından, tıpkı 16 sene önceki gibi bahşediliyordu. Nedir bu kafanın sırrı, bu işin kimyasının mekanizması?

Uç Avrupa Uç



Sağolasın Flightradar...
Altın uçaklar uçuşsun...
-------------------------------------------

Karanlıkça bir gün başlamış ben uyurken. Birileri, saat veya telefon yerine gemi kurmuş. Açıklardan bir yerlerden, "herkes uyansın!" diye öttü durdu sabahın başında. Camlarda damlalar var ama yağış gözükmüyor. Bulut inmiş İstanbul'a. Kışsız kalamadık bir türlü. Günlerdir, ilk kez serbest kalıyorum ve bisikletimle neşe teslimatı yapamayacağım. Hem yorgunum, hem kışlıyım. Müziğe binerim ben de...

--------------------------------------------

Sonunda Schiphol'de umut belirdi. Bu öğlen, 10 sefer aradan sonra, ilk uçağımızın İstanbul'a gelme ihtimali var. Ben evdeyim. Arkadaşlarım, Yeşilköy'de yardım pozisyonu almışlar. Şu an için bana ihtiyaçları yokmuş. Tüm ayrı kalanlar, sağ salim birleşsinler.

Havanın yolsuz kaldığı şu 5 günlük zorlukta emşn oldum ki, on parmağımızla kurduğumuz bu uygarlık için, yanlış yüzey seçmişiz. Bence, dünyanın kalıbını alıp, başka bir yörüngede betondan bir taklidini dökelim... Ağaçları kesmek lazım; kalıbın çıkmasını zorlaştırırlar...

--------------------------------------------

Girişimciliğin kademelerinde para ve neşe kaybeden sevgilime yakın olmak istiyorum. Sevgilim girişimci ve aklı başında bir insan olduğu için seviniyorum. Kendisi işe girişirken fotoğraflarını çekmek imkanım olsaydı keşke... "Sinirliyken çok güzel olmak" safsatasıyla ilgisi tabii ki yok ancak; insan doğasının hemen her görüntüsünü kendisinde görmeyi ve dahası, sayısal kameramla kaydetmeyi çok eğlenceli buluyorum.

--------------------------------------------

Rob Halford'u kutluyorum...


18 Nisan 2010 Pazar

Yolcularım

"İyi günler. Aslında, umarım iyi günler olur... Bir ara... " diyerek karşıladım İsveçli bayanı. "Teşekkürler, ben de öyle umuyorum." diyerek cevap verdi ve uçuş detaylarının yazılı olduğu kağıdı uzattı bana. Biletini Oslo'ya almıştı. Avrupa'nın özellikle kuzeyinde, hava trafiğinin ne zaman normale dönmeye başlayacağının belirsiz olduğunu ve kendisini, kül bulutunun gölgesinde olmayan bir şehire ulaştırsak bile, oradan Oslo'ya uçmasının bir süre imkansız olacağını anlattım. Ne kadar süre? Bilmiyorduk. Hava trafiğinin yeniden işlemeye başlayacağını umut ederek, önümüzdeki günlerden birinde, ilk müsait uçuş için rezervasyonunu ve biletini yeniden ayarlamayı teklif ettim. Günleri taramaya başladım. Zaten, son iki gündür, havalimanı olan hemen her Avrupa şehri için alternatifler aramakta olduğumdan, bulabileceğim ilk çözümün 5 gün sonra olacağını biliyordum. Oslo, Trondheim, Stavanger, Bergen, Kristiansand, Sandefjord, Kopenhag, Göteburg, Stokholm için uçakları taradım. Bulabildiğim ilk bağlantının, 20 Nisan Salı günü Sandefjord'a olduğunu söyledim; eğer uçaklar uçarsa...
Kızının salıya kadar yaşayamayacağını mırıldayıp, ağlamaya başladı. Kadınların ağlamasından duyduğum rahatsızlığı yaşamayı unuttum o anda. Tepki veremedim. Saçma ve cılız bir "Üzgünüm, çok üzgünüm" diyebildim. Üzüntümü de kısa kesmek zorundaydım ama biliyordum ki, yıllar önce, 9 aylık hamile İngiliz kızın Türk sevgilisi tarafından Türkiye'den kovalanması sırasında hissettiğimden daha kötü hissedecektim bir süre. Bu anneye verebileceğim duygusal bir destek için gücüm ve cesaretim de yoktu. Uçak firması çalışanı olarak, uçuş ayarlamak konusunda bundan daha iyisini yapamayacağım için özür diledim. Gözlerini sildi. Kara veya demir yolunun daha hızlı bir çözüm olabileceğini söyledim. Yine de 20 Nisan rezervasyonunu tutmayı önerdim. Çaresizce kabul etti. Biraz daha üzüldüm ve kendisini bir yiyecek-içecek kuponuyla kafeye yönlendirdim.

Hint asıllı İngiltere vatandaşı bir çiftle selamlaştım sonra. Yaşları benden büyük değildi. İsimleri, duruşları, konuşmaları ve dinleyişleri huzur veriyordu. Birbirlerini sevdiklerini ve zor durumlarda birbirlerine destek olabildiklerini hissediyordum. Londra'ya planlamışlardı seyahatlerini. İskandinav Ülkeleri ve İngiltere'nin, bu kül bulutundan ilk ve en çok etkilenen hava sahalarına sahip olduğunu; Kuzey Avrupa şehirlerine hava ulaşımı sağlamanın, belirsiz bir süre için çok zor olduğunu anlattım. Bırakın Londra'yı, İngiltere'nin herhangi bir şehri yerine başka bir Avrupa şehrine sağlayabileceğim uçuşun kendileri için yeterli olup olamayacağını sordum. İngiltere'ye seferlerin ne zaman başlayacağı hiç belli değilken, Güney Fransa veya İtalya veya İspanya'da bir şehirden, İngiltere'ye kara veya demir yoluyla gitmeyi deneyebilirler miydi? Deneyebileceklerini söylediler. Hatta, Türkiye'den çıkışlarını da trenle yapıp, Avrupa'yı trenle geçmeyi düşündüklerini söylediler. Lisan kullanımıyla alakasız olarak, çok rahat anlaşıyorduk. Durumlarına imrendim. Beraberce, zorunlu olarak tatillerini uzatıyorlardı ve kimseyi suçlamıyorlardı. Laleli'de Crowne Plaza'da kalmışlardı. Otelden çıkarlarken geri dönebileceklerini söyleyip, odalarını korumuşlardı. Önce, nereye ve hangi tarihte olduğunu hatırlamadığım bir rezervasyon yenilemesi yaptım. Sonra, İstanbul'da ulaşıma dair ve havayoluna alternatif ulaşım araçlarına ilişkin sorularını yanıtladım. Atatürk Havalimanı'nın en alt katından binecekleri metrodan, Zeytinburnu durağında inip, tramvaya binmeleri gerektiğini söyledim. Bir kağıt parçasına önemli noktaları not ettim. Laleli'ye yakın olan Sirkeci Tren Garı'na gidip, Avrupa'ya kalkan tren sormalarını tavsiye ettim. Genç, sakin, huzurlu, sevgili çiftin yapmayı düşündüğü uzun tren yolculuğuna ben ne kadar uzaktım... Kendimi tutamayıp, "Biliyorum, planlamadığınız bir şekilde burada kalışınız ve seyahatiniz uzuyor ve anormal bir durum bu ama, benim yıllardır yapmak istediğim şeyi yapmayı planlıyorsunuz. Size imreniyorum. Bir gün ben de uzun bir tren yolculuğuyla Avrupa'da gezmek istiyorum." dedim. İşleriyle ilgili bir sıkıntıları, yetişecekleri bir sorumlulukları olmadığını söylediler. Sirkeci'den kalkan trenlerin de dolmuş olduğunu düşündüğümü söyledim ve daha da alternatif olarak Varan ve Ulusoy firmalarını önerdim. Çiftin karısının kocası, bir adamın kendilerine verdiği notu gösterip "Burası olur mu?" dedi. Kağıtta altı çizili harflerle O T O G A R yazıyordu. Aile olduklarını, kocanın karısını tatsızlıklardan uzak tutmak isteyeceğini bilerek ve geçmişte O T O G A R 'da yaşadıklarımı düşünerek; yapabiliyorlarsa, otobüs seyahatini oraya gitmeden ayarlamalarını tavsiye ettim. Otelin kendilerine bu konuda yardımcı olabileceğini de ekleyerek kendilerine bol şans ve eğlence diledim. Sıkıntısız anormalliklerin tek başına veya tekleşik iki başına yaşanırsa, güzelce, hayatın tadı olabileceğine bir kez daha kani oldum.

17 Nisan 2010 Cumartesi

whose nest

She makes you feel like you're being questioned. Though, she rarely answers a question.
She responds with collosal actions like flood or unbearable silence like famine. One can't keep from asking if she's worth all these breaths. Vocal chords resonating without voice. Sore throat far from quenching, wine surely does not work. Standing still, remaining only a modest man on her is the only way known. She's earth to all. Covered by the illusory promises called sky that she keeps in place. Upward graves can not resist the gravity.

16 Nisan 2010 Cuma

Eyjafjallajökull (Dünya boşalıyor)



Zımpara var gökte. Uçakları törpülemesinden korktuğumuz için canları yerde tutuyoruz. Çok can tutuyoruz yerde; canlar çok sıkılıyor. Çıkmasınlar da...
Elimizde 1000'e yakın çaresiz yolcu var; parti versek de teması ne olsa? Temas olmasa...
Tema, "Kuzeybatıya üfleyen Türkiye" olsa!
Canım burda sıkılıyor ve Kaz Dağları'na yakın olmak istiyorum. Burada tanımadığım insanlara yardımcı olup para kazanmaktansa, Behramkale'de ve Akçay'da gerçek ve lezzetli ter döküp parasız kalmaya gücüm olsun istiyorum.
Dave Mustaine, "I'll never let you walk alone" diyor da, kime diyor? Bana dese, yalan değil. Herif her sıkıntılı yürüyüşümde yanımda oldu da, ben 2007'de Nürnberg'de bir başına bırakmıştım kendisini... Neyse, öpüşür hasret gideririz bu Haziran inşallah!
Şu tepemizdeki ömür törpüsü bir geçsin hele...

Ne demiştim?
Uçak geçsin hele...

1 Nisan 2010 Perşembe

Bihter Hacca Gitsin



* Evimizin her köşesine değer katan Taç, Aşk-ı Memnu'yu sunuyor... Teslim oluyorum sonunda! Lost'a boyun eğmedim ama, Halit Ziya'nın kemiklerini sızlatanlardan olmaya meylim varmış.
Nedense, anneme perşembe akşamları gidiyorum ve annem perşembe akşamları Kanal D'ye sadık kalıyor...

* Banyodan çıktığınızda saçlarınızı çabucak kurutma ihtiyacı duymuyorsanız, kafanıza da cemre düşmüş demektir.

* Geçenlerde, Atatürk Havalimanı Uluslararası Dışhatlar Terminali'nde, küçük bir yangın tehlikesi, temizlik görevlilerinin paspaslarla su taşımaları sayesinde geçiştirildi. Istanbul Cafe'nin önünde bir duman belirdi ve dikkatimizi çekti. Dumanın kaynağının, yerde yanmakta olan ateş olmasına değil, bilinçle, kontrol edilerek, beslenmesine şaşırdık. Yaşlı ve beyaz kumaşlı bir adam, elindeki kağıt parçalarını, kararlı bir şekilde oksidize ediyordu. Merakımca itilerek, yataktan kalkarken çarşafı vücudu üzerine dolamış da yolculuğa çıkmış gibi duran amcanın yanına gittim. Yerdeki kağıtların yanışına, ateş sahibinin sükunetine, temizlikçilerin damlalarına şaşırdım. Paspasları bir kovanın içinde ıslatıp, ateşin üzerinde sallıyorlardı. Yanan kağıtlara basarak veya paspasla vurarak söndürmekten alıkonulmuşlardı. Hacı amcaya "Ne yapıyorsun?" dedim...
"Bunlarda dua var, çöpe atamadım, bırakmam lazım, ben de yakıyorum böyle..." dedi.
Bu sırada, sırtında TAV yazan bir teknik eleman yanımıza geldi. Ben, "Olur mu yahu? Havalimanı burası, kapalı mekan, ateş yakılır mı amca burda?" diye şaşkınlık ve usanma bildirdim. Temizlikçiler, bir yandan ıslak paspas sallıyor, bir yandan da "Amca yakma artık..." diyorlardı. Müstakbel hacının mırıltılı kararlılığına, "E kim temizleyecek şimdi o yananlardan kalanları?!" diyerek heyecan kattım ve TAV abi "şşşş... sakin ol..." dedi. Doğruydu, sakin olmalıydım. TAV da, ev sahibi olarak konuyla alakadar olmaya başladığına göre, ben tepkisel bireyselliğimden, muntazam sorumluluğuma dönebilirdim. Görev mahalime tekrar intikal etmemden çok kısa bir süre sonra, TAV abi yanıma geldi ve "Çok ayıp ettin" dedi... Üstüme alınmayabileceğim kadar uzakta değildi ve "Nasıl yani?" derken, TAV abinin badem bıyıklarına dikkat ettim. "Tamam, amcanın yaptığı şey doğru değil ama öyle bir ses tonuyla çıkıştın ki, adam utancından kıpkırmızı oldu. Onlar hepimizin yolcuları; yolcular olmazsa biz de olamayız..." diye açıkladı. Şaşırmayabilen bir insan olmaktan uzaklığıma üzüldüm o an. "Utansın bence, kötülük yapmak istemedim ama verdiğim tepki de öyle çok ezici falan değildi. Evet, yolcular olmazsa biz de olmayız ama bu bilinçsizlik yüzünden başımıza çok şeyler geliyor..." gibisinden son sözlerle kapadım ağzımı. TAV abi beni haksız bulduğunu bir kaç kelimeyle daha dile getirdi ve uzaklaştı. Ben de kıbleye dönüp yukarı baktım... "Terminal olmazsa biz olur muyuz?" diye meraklandım.

* Western Digital tavladı beni, 1 Tera Baytrick avladı beni... Haydi birikimler, sıkıya!

27 Mart 2010 Cumartesi

uçak geçsin hele



Bozcaada, Assos, Akçay, İda, Ankara, Eskişehir, Yeşilköy, Samatya, Bakırköy'de çok şey oldu anlatacağım...
Kafamdaki elektriği anlatacağım.
Ne zaman?
Bu aralar...
Sıkıntılı genişlik ve ferah kısıtlama arasındaki çatışma bittiği anda harflere sarılacağım.
Uçak gürültüsüne rağmen, Red Hot Chili Peppers'tan elçi biçtim.
Özümden af dilerim.

8 Mart 2010 Pazartesi

hanımlar günü ve şehriyeli balık

8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü, etrafındaki, organizasyonundaki, şirketindeki, bölümündeki kadınlara sembolik jestler yapma günü olarak yaşayan erkek şeflerin, müdürlerin, patronların ne kadarı, bu günün aslında, en başta, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olduğunu biliyordur? İki cinsten birinin üyelerini, sadece cinsiyeti nedeniyle kutlamaya yarayacak bir gün tertip edilmiş olamayacağını ne kadar insan idrak ediyor? Cinsler arasında fırsat, hak ve kazanım eşitliği olmayıp, kadın cinsinin aleyhinde kurulmuş toplumsal düzenlerde, bu "Dünya Kadınlar Günü" ya zaten bilinmiyor, anılmıyor, kutlanmıyordur; ya da varlığının nedeni hakkında düşünülmeden, çiçekler veya basit jestlerle, menfaatçi ve içi boş bir şekilde geçiriliyordur.

Kadın ve erkek cinslerden bireyleri, birbirine daha adilce denk hak, fırsat, özgürlük ve kazançlara sahip toplumlarda ise, kadınların değil, erkek adamların değerlerinin öne çıkarılması gerektiğini düşünenlerdenim.

Uluslararası Adamlar Günü yok mu? Var! Sembolünün, bir ilkokul öğrencisi tarafından oluşturulduğundan emin gibiyim. İlk kez 1999'da, Trinidad ve Tobago'da, Jerome Teelucksingh'in babasının doğum günü olan 19 Kasım tarihinde, West Indies Üniversitesi'nde organize edilen bu penisli gün, 12 ülke ve Birleşmiş Milletler tarafından tanınıyor, kutlanıyormuş. Başarılı, örnek ve adı duyulmuş adamlar kadar, bilinmeyen ama ailesini iyi geçindiren, baba ve koca olarak iyi rol modeli olabilen, namuslu ve daha az başarılı adamların öneminin de hatırlatılması amacıyla oluşturulan bu günün anlamsızlığına şapka çıkarıyorum!

----------------------------------------

Yeni bir yemek doğdu!



Adı da "Arpa Şehriyeli Ton Balığı" kondu! Ben yaptım!

Malzeme listesi ve hazırlanışı şöyle (tarif biraz uzun, isterseniz uzanarak okuyun):

- "Zaten çok uykum var; eve varınca kısa bir süre internette vakit geçirip, yatarım; yemek yememe gerek yok." düşüncesiyle biten mesai
- Yemek yapmaya üşenmek
- Makarna eksiği
- Ton balığı konservesi
- Bakkala gidip makarna almaya üşenmek
- Gaziantep güneşinde kurutulmuş domates
- Kebap, suşi, pide gibi hazır yemek sipariş etmekten utanmak
- "Evde, makarna gibi üretilmiş bir malzeme olmalı..." inancı
- İnat
- Su
- Isı
- Tuz
- MSN'de moral mesajları yazan sevgili
- Binlerce güzel resimden müteşekkil ekran koruyucu
- Arpa şehriye
- Tuzlu bisküvi

Acıktığımızı hissetikten kısa süre sonra "bilgisayarın başından kalkıp da tavuklu, sebzeli, baharatlı, soslu yemek yapmaya hiç mecalim yok!" tavrını yeterince takınmadan, bu yemeği yapmaya kesinlikle girişmiyoruz. Ayrıca, dışarıdan hazır yemek sipariş etme eyleminden de yeterince usanmış değilsek, bu muhteşem lezzeti hazırlamak için de yetkin sayılmayız.

Evde yemeye hazır yemek olmadığını bildiğimiz halde, iş yerimizden karnımızı doyurmadan çıktığımız için yeterince pişman olunca; makarna, un, kuru baklagil, çay, kahve, şeker, tuz, keçi boynuzu, mısır gevreği, kahve filtresi dolabımızın karşısına geçiyoruz. Aklımızda, ton balığı eti parçalarıyla zenginleştirilmiş makarna yapma fikrinin çok olgunlaşmış ve yok edilemez boyutlara ulaşmış olması gerek. Bu fikir, benliğimizin o kadar değişmez bir parçası olmalı ki, evimizde makarna olmadığına inanmamız için, dolabın her köşesine boş gözlerle bakarak dakikalar geçirmeliyiz. Makarnalarımızı içinde sakladığımız kabımızı, son boşaldığında kapağı kırıldığı için, kısa bir süre önce çöpe attığımızı hatırladıktan sonra; neden yeni bir paket makarna almadığımıza yeterince anlam veremiyoruz ve böylece aklımızın bir köşesine sinsi sinsi yerleşen şehriye alternatifine sıcak bakmaya artık hazırız demektir. Bu alternatifin bize saçma gelmesine aldırmadan, hazırlayacağımız gıdanın çok lezzetli olacağına dair bir onay azıcık da cesaret alma ümidiyle, sevgilimize MSN vasıtasıyla sataşıyoruz. Ton balıklı makarna yapmak için ne gerekeceğini sorduğumuzda aldığımız "gaz" cevabı, bizi yeterince cesaretlendiriyor. Makarna yerine şehriye kullanacağımız için, 15-20 dakika sonra, dünyanın en başarılı adamlarından biri olacağımızdan kuşkusuz, kabarmış bir göğüsle mutfağa dönüyoruz!

Önce, kararımızı sindirme aşamasını da yemek yapar gibi yaşamak için, Gaziantep güneşinde kurutulmuş 2 parça domatesi, arpa şehriye ebadından da küçük ölçüde doğruyoruz. Bu uzun işlem boyunca caymadığımız kararımız, uyluk kemiği kıvamında sertleşmiş demektir.

Ne kadar şehriyenin, ne kadar suda, ne kadar süre kaynayınca, ne hale geldiğinden haberimiz olmadığı için, küçük bir sos tenceresinde, yarım litreden biraz fazla kaynar suyu, bir kaç damla zeytinyağı ve yüzlerce küçük tuz taneciğiyle karıştırıyoruz. Ocağımızın küçük gözünden çıkan doğalgaz aleviyle ısınan tenceremizin içindeki su, zeytinyağı, tuz karışımına, önceden kıymık ebadında doğradığımız 2 parça kuru domatesi ekliyoruz. Tenceremizin içinde saat yönünde 4 tur, ters yönde de 3 tur çevirdiğimiz kaşığı, tezgahtaki kayık tabağın içine bırakıp, bilgisayarın başına dönüyoruz. Yemeğimizi yapmaya başladığımızdan beri kullanım dışı kalan bilgisayarımızın devreye soktuğu ekran koruyucusunda, 1 Vikki Blows ve 1 Boeing 787 Dreamliner fotoğrafı gördükten sonra, fareyi oynatıp MSN listemize ulaşıyoruz. Aklımız, açlığımıza bulduğumuzu düşündüğümüz çözümde olmasına rağmen, sevgilimize, kendisini ve dolayısıyla bizi hoşnut edebilecek dürüst cevaplar veriyoruz.

Bu sırada, açlığımızın da ısrarıyla, iş yerimizden çıkmadan önce çantamıza koyduğumuz Belçika üretimi tuzlu bisküvi paketini açıyoruz ve içindeki 3 parça Taç Kraker benzeri bisküviyi aceleyle yiyoruz. Böylece, yemeğimizi yapmaya yetecek kadar enerji almış oluyoruz.

Kuru domates kıymıkları, sıcak suda ıslanıp biraz kalınlaşmaya başlayınca, "şu kadarını da kavanozda tutayım da, çorba yaparsam kullanırım" deyip tasarruf ederek ayırdığımız 1 su bardağından az arpa şehriyeyi, yer çekimi vasıtasıyla tenceremize döküyoruz. Saat yönünde 11, ters yönde de 12 tur karıştırdıktan sonra; buzdolabından, 1 kutu net 160 gramlık ton balığı konservesi çıkartıyoruz. Kapağını, parmağımızı kesmeden açıp, içindeki gereksiz yağı etrafa sıçratmadan lavaboya döküyoruz. Bir an için, 1 kutu da mısır konservesi eklesek nasıl olacağını merak edip, hemen boşveriyoruz.

Şehriye ve domatesler kaynarken, tekrar bilgisyarımızı başına geçiyoruz ve bu sefer bizi bir Antonov AN225 fotoğrafı karşılıyor. eMule'ü çalıştırıyoruz ve sevgilimizle bir kaç cümle daha sohbet ettikten sonra, tekrar yemeğimizle ilgilenmeye, mutfağa dönüyoruz. (En güzel yemek, kendisiyle ilgilenilerek yapılan yemektir... Büyük ihtimalle öyledir... Malzemelerle hiç ilgilenilmezse, kendiliklerinden birleşip, değişip yemeğe dönüşmeyeceklerine göre; malzemeye ve işleme sürecine gösterilen ilgiyle, sonucun tatmin ediciliği arasında doğru orantı kurmaya hakkım yok mudur?)

Artık, içinde bir sürü kırmızı nokta bulunan krem rengi bir bulamaç gibi gözükmeye başlayan yemeğimizin, sunulma ve hatta yenme zamanının geldiğini düşünerek, ocağı kapatıyoruz. Önce, ertesi gün yapabileceğimizi düşündüğümüz çorbaya destek olarak saklamak istediğimiz suyu ziyan olmasın diye, süzgecin altında yeterince alan kaplayacak genişlikte, kapaklı bir cam kap hazırlıyoruz. Kapağını çıkartıp, sağ elimizdeki süzgeci kabın üzerinde tutuyoruz ve sol elimizle de tenceremizin içindeki ıslak kuru domatesli haşlanmış şehriye öbeğini süzgece döküyoruz. Bu kadar yumuşak bir kütleden sadece o kadar su çıkmış olmasını, şehriyelerin çok küçük ve birbirlerine sımsıkı tutunmuş olmalarıyla açıklayıp, süzgeci aşağı yukarı sallıyoruz. Bu sayede, cam kabımızda daha çok su birikiyor. Süzgeçte kalan küçük ıslak kuru domates parçacıklı şehriye yumağını, yayvan bir tabağa transfer ettikten sonra, tenceremizde kalan son partiye de süzme işlemini azimle uyguluyoruz. Cam kapta biriken suyun renginden, mantığa çok yatkın bir yemek yapmadığımızı anlasak da, yaşadığımız bozuntuyu hiçe sayıyoruz çünkü açız ve gururluyuz.

Daha önce açtığımız ton balığı konservesini de tabağımıza ekledikten sonra, tadına bakmak için yaşadığımız heyecanı dizginlememize bir gerek kalmıyor ve ilk çatalda ne büyük bir başarıya ulaştığımızı anlıyoruz.

Elimizde tabağımızla bilgisayarımıza döndüğümüzde, bizi Peter Paul Rubens'in ilk "Masumların Katli" tablosunun fotoğrafı karşılıyor.

Aldığımız dersi herkesle paylaşmak istiyoruz...

30 Ocak 2010 Cumartesi

20 Nisan 1992


Henüz, büyük biraderin tüm ağırlığıyla üzerimize oturmadığı zamanlardı. Hareketli İletişim için Küresel Sistem yoktu ki, kısaltması olsun... Çocukluğumu, gençliğim olarak algıladığım bu dönemde, ne kızları, ne spor ayakkabıları, ne geçim derdimi, ne araba sevdamı, ne de bireyselliğimi, müziği önemsediğim kadar önemsiyordum. Kendimi içine bırakmaktan sonsuz mutluluk ve huzur duyduğum müziğin kaynağı, batı kültürüydü. Batı kültürünün ve müziğinin nasıl oluştuğuna dair sorularım ve cevaplarım, henüz hiç bir yerimde filizlenmemişti. Bisikletimle veya botlarımla yaptığım müzikli gezilerime de yıllar vardı. Bir walkman edinebilmek için de çok uğraşmamıştım. Walkman'lerimle yaptığım yegane geziler, Bakırköy'den Beşiktaş'a, Beşiktaş'tan da Taksim'e ve en sonunda ordan da ya Ortaköy'e ya da yine Bakırköy'e oluyordu. Ayrıca, okulumun koridorlarında, bahçelerinde ve boş sınıflarında müzisyenlerimle yaşadığım güzel anların doyumunu, sanırım hiç bir sevgilimle yaşamadım. O büyü, o teslimiyet, o dingin patlamalar, sadece kulaklarıma taktığım 3-5 gramlık siyah küçük kulaklıklarla mümkündü. Kasetlerim vardı. Walkman'lerimin tükettiği kalem pillere yedirdiğim parayı da zor buluyordum harçlığımın içinde. Dolayısıyla, kasetlerimi istediğim şarkılara göre sardırma işini walkman değil kalemlerim görüyordu.

Bir gün, Freddie Mercury öldü.

O günden bir öncesini babaannemlerde geçirmiştim ve o günün sabahında, halam beni okuluma arabayla bırakıyordu. Boğaziçi Köprüsü'nden çıktıktan sonra, Beşiktaş'a yönelirken kurcaladığım radyoda, haberlerde duymuştum "...ünlü İngiliz müzik grubu..." sözcüklerini. Spikerin cümlesi bitmeden, halama "Freddie mercury öldü herhalde..." deyip, yayının araba içindeki sesini yükseltmiştim. Birkaç saniye içinde de kötü tahminim doğrulanmıştı.

Sınıfıma girdiğimde, arkadaşlarım moralimin bozukluğunu anlamışlardı. İlk dersin sonunda yanıma gelenlerle paylaşmıştım üzüntümü. Sırama, sol alt köşesinden sağ üst köşesine uzanan bir FREDDIE'yi maket bıçağımla kazımıştım. Sohbetler, arkadaşlarla anmalar, daha duygusal ve irdeleyici dinlemeler... Ne dediğini -o sefer- gerçekten anlamalar... Günler, haftalar geçti.

İnternetsiz çocukluğumda, müziğimle ilgili haberin tek kaynağı yazılı basındı (basılı yazın). Bir sayfada, 1992'nin Nisan ayında Freddie Mercury'yi anma ve AIDS hakkında uyarma ve kaynak toplama konseri yapılacağını okudum. 20 Nisan 1992'de Londra'da Wembley Stadyumu'nda gerçekleşecek konser, o tarihe kadar bildiğim en önemli müzik olayı olacaktı. Benim tek hazırlığım ise, boş bir beta video kasediyle babaannemlere gitmek oldu. Pasaport sahibi olup, istediğim hemen her yere gidebileceğim günlerden de -tabii ki- bihaberdim. Ali Abim, salonda at veya insan yarışı seyrederken, o akşam, ben, ağzım ve kalbim açık dünyanın merkezini seyrettim.

Konserin sadece ilk yarısının bir bölümünü kaydetmeme yarayan beta kasedi seyredebileceğim bir video oynatıcım hiç olmadı.

Yıllar sonra, DVD teknolojisi oluştu ve DVD oynatıcım oldu. Freddie Mercury Tribute Concert başlığıyla yayınlanan DVD'lerde ise, katılan müzisyenlerin sadece Queen şarkılarını yorumladığı, ikinci ve büyük bölüm sunuluyordu. İlk bölüme duyduğum açlığı, Knockin' On Heaven's Door'un klibi gidermiyordu.

Sonunda, bu gece, Youtube sayesinde açlığımı ve zihinsel yetersizliğimi bertaraf ettim!

İnsanları mutlu eden tüm insanların, nur içinde yatmasını dilerim!

11 Ocak 2010 Pazartesi

kıl tasarımı

Bu sabah, yeni mahallemde dördüncü kez berbere gittim. Burada denediğim üçüncü berber dükkanıydı bu. Hepsi aynı sokakta, evime çok yakınlar.
Gittiğim berber dükkanının evime yakın olmasını severim. Kafamı, başka bir adamın ellemesi, kesilen kılları başımdan savma adına, baştan savma bir çırpıda köpürtüp, yarım çırpıda durulaması hoşuma gitmediğinden; çabucak evime ulaşıp, kendi kafamı kendim yıkamayı yeğlerim. Bakırköy'de de bu konuda gayet şanslıydım. Makasların efendisi, ilk evimin tam karşısındaydı. İkinci evime geçtiğimde ise, çocukken gittiğim berber dükkanına yaklaşmıştım. Aramızda 1 şarkılık mesafe vardı.
Burada gittiğim ilk berber, apartmandan çıkıp sağa döndükten 30 saniye sonra ulaşacağım kadar yakındı. Yaz ortasında bir öğlen, dükkanına girip, koltuğuna oturup aynasına baktım. Değerli saçlarıma ne yapmasını uygun görüyorsam beyan ettim. Orhan Gencebay görüntüsüne yaklaşmaya çalışan bu amcada, berber ustalığı vardı belki ama, esnaf nezaketi yoktu. Yanındaki esnaf ahbaplarıyla sohbetinin bel kemiğini erkek ve kadın üreme organları oluşturuyor; yardımcı unsurlar ise, genellikle, dükkanın önünden geçen insanların fiziksel özelliklerinden seçiliyordu. Türkiye'deki her hangi bir berber dükkanında, klasik edebiyattan veya barok müzikten bahsedildiğini duymak ne mümkündür ne de gereklidir ancak, böylesine ilkel ve saldırgan bir sohbet dinlerken saç tıraşı olmak da pek haz vermemişti. Bir daha şans tanımamak üzere kapıdan çıkarken, bahşiş bırakmadığım için de gayet gururluydum.
Yeni mahallemde denediğim 2. berber dükkanı ise, bir önceki neandertal tesisiyle aynı hizada ama, apartmandan çıkınca sağda değil soldaydı. Dükkanın önünde durup içeri bakınca, dipteki geniş pencereden Marmara Denizi'nin gözükmesi, çekici bir özellikti. Pencerenin hemen sağında kurulmuş büyük beyaz kutunun, mütevazı bir solaryum hizmeti köşesi olduğunu anlayınca, ciddiyetimden olmuştum. Tıraş sırasında benle ve diğer insanlarla yaptığı sohbetin seviyeli, içten ve bir ölçüde eğlendirici olması, saçımı tam istediğim şekilde ve sürede kısaltmış olması kadar önemliydi. Gayet memnun kalmıştım. Bir kaç gün sonra, bu ikinci berber dükkanının karşı kaldırımında yürürken, penceresinde gördüğüm kocaman "Hair Desing" yazısı, beğeni cimriliğime hak vermemi sağlamıştı. Hiç gereği yokken, yaptığı işi hem İngilizce, hem yanlış ifadeyle, hem de yanlış imlayla tanımlamaya para ve zaman harcamış olan bu kardeşimizden de soğumuştum.
Desinger'dan 1 ay kadar sonra, en başta denediğim küfürbaz ve potansiyel mütecaviz berberin tam karşısında gördüğüm, küçük berber dükkanına uğradım. Tıraş olan iki müşteri vardı. Sıramı beklerken, yerel televizyon kanallarına bulandım. Tıraştan sonra aklımı yıkayabilselerdi keşke. Sadece selamlaşan, ücreti söyleyen ve teşekkür eden bu iki kişilik ekip hakkında pek bir fikre sahip olamadım. Görünüşlerinden biraz belli olan etnik kökenleri nedeniyle, işlerini gevşekçe yapmayacakları izlenimi veriyorlardı. Dükkanları çok temiz değildi ama kendimi rahat hissetmiştim.
Dolayısıyla, bu sabah da tekrar, karşı kaldırımdaki berbere gittim.
İçeri girip günaydın dedim. Börek ve ayran tüketen makas ustasını görünce, "günaydın" ın yetmeyeceğini anlayıp, bir de "afiyet olsun" patlattım. Hangi koltuğa oturacağımı sordum. Pencere kenarındakine yöneltti beni. İçimden "Yemeğini bitirsin de öyle başlasın tıraşa; nasıl olsa, çerçeveciye gitmek için hala 20 dakikam var, acelem yok. Hatta yemeğini yarım bırakıp yanıma gelmeye kalkarsa, acelem olmadığını, rahat rahat yemeğini yemesini söyleyeyim" diye geçirdim. Hemen hemen o saatlerde gittiğim ofisimde, benim de evraklardan önce hamur işi gıdaya yöneldiğimi, her canlının enerji depolaması gerektiğini düşünerek de kendimi onaylama ve önermelerimi mantıkla sarmalama konusunda muhteşem olduğumu hissettim. Lakin, tadını yeni çıkarmaya başladığım ihtişamım, kafamı kaldırınca gördüğüm "Cennet Mahallesi" dizisinin görüntülerinin yanında sönük kaldı. Dizinin, bana rastlama talihine sahip bu bölümünde, İç İşleri Bakanlığı, Türkiye'ye gelecek olan Romanya heyetini eğlendirme işini Cennet Mahallesi sakinlerine, koruma işini ise aynı mahallenin karakoluna veriyordu. Berberim ise, bana tek bir söz söylemeden böreğini yiyor, ayranını içiyordu. Zamana sıkışık olmadığım ve karnını doyurmasını gayet insanca bulduğum halde; müşteriye direkt hizmet verilen işlerde, özel nedenlerle oluşan gecikmeler için açıklama yapmak ve özür dilemek gerektiğini sabitçe düşündüğümden, sessizliğini yadırgadım. Alişan, Zeki Alasya ve Çağla Şıkel parodileriyle kendimden geçmek üzereyken, sehpadan uzaklaşıp yanıma geldi ve saçımı nasıl kesmesini istediğimi sordu. Elimle bölgeleri gösterip, "2 numara, 3 numara" dedim. "Enseye ustura yapma" diye de ekledim. "Taamabi" deyip işe koyuldu. 10 dakika sonra, tekrar genç gözüküyordum. Kahvaltı ederken beni bekletmesiyle ilgili, hazır bir anlayışın üstüne yattığı için, bahşiş vermedim.
Yine de memnunum.
"Hair Desing" hatasından kurtulursa, 2. denememe bir şans daha versem mi acaba?