Sanki, aşkla ve sevişmek için, romantik bakışlar eşliğinde kurulmuş ama, sakinlerinin yorgunluğu yüzünden öpüşmeler görülmüyor, sesler duyulmuyor.
TK1723/28DEC - Bunca uçuşum içinde, inişi en rahat, en yumuşak; tekerlerin yerle teması en zor hissedileniydi. Yani, inişin, yolcular ve kabin ekibi için rahat gerçekleştiğini söylemek istiyorum; kokpittekilerin yaşadıkları hakkında yorum yapamam. Rüzgar konilerine baktım, piste paralel şekilde, havayla doluydular. Ereksiyonlarının ne kadar süreceğini merak ettim...
Berlin'e 2. gelişim ama, ilk kez Tegel Havalimanı'na iniyorum. Daha az trafik için tasarlanmış gibi bir izlenim verdi bana. Uçaktan çıkıp, yolcu körüğünden geçtikten hemen sonra, birkaç tane pasaport kontrol bankosu var. Her körüğün kendi pasaport kontrolü var galiba. Bagaj teslim bantı da, hemen pasaport kontrolün arkasında.
Dolayısıyla, yolcular uçaktan çıktıktan sonra, uçuş boyunca katlı tuttukları bacaklarını fazla çalıştıramıyorlar ve yeterince vakit kaybedemiyorlar ama, bu kadar kısa mesafeyle yerleştirilmiş pasaport kontrol noktaları ve bagaj teslim bantı önünde dikilerek beklemeye doyabiliyorlar.
Benim payıma, soru sormayan polis ve LHR'dan gelen BA uçağının bagajlarının toplanmasını beklemek düştü.
Bu bekleme sırasında, İstanbul'dayken arayıp ulaşamadığım babam aradı. Dağa gitmişler, dönmüşler. Özlemişiz!
Sonra, Turkcell ve Ece, kısa mesajlarını yığdılar ekranıma.
Anneme vardığımı haber verdim ve en sonunda, henüz TK bagajlarının atılmadığından ve bir süre daha atılmayacağından emin olup Yasemin'i aradım. Çıkışta bekliyordu ve ben kendisini tanıyacağıma dair garanti verdim.
İncecik, zarif bir kız. Sahici bir gülümsemesi var. İki senedir bana yaptığı yardımlar için teşekkür etmek, doğum gününü kutlamak, kendisini sıkmamak, ilk aklıma gelen niyetlerim.
Ben bir ATM'den para çekerken, Yasemin küçük bir alışveriş yaptı.
Terminalden çıkıp taksiye bindik. Şoförün yüzüne dikkat etme gereği duymadan "iyi akşamlar" dedim. Aynısını şoförden geri duydum. İçimden "budur!" dedim.
Urban Str'ye giderken, geçtiğimiz yollarda dikkat kesildiğim görüntülerden kurtulmaya çalışıyordum. Nedenini bilmiyorum.
Funda'yı aradım. Telefonu, cevaplanmadan önce Yasemin'e verdim. Sevindiler sanırım. Çatısında Dakota (C47) duran bina da ne? Teknoloji müzesiymiş! Geleceğiz!
Eve varmak, biraz rahatlamak, kafa işgalcilerini yastığa dökmek, firara alışmak ve tanışmanın ilk adımlarını atmak toplam iki saat kadar sürdü. Uykuya bulanık merak ve meraka bulanık rahat, önümde kolkola oturdular. Huzurlarından çekildiğimde, yemek yemeye gittiğimizi anlamak, onlar hakkında düşünmemi engelledi. Uykuyu saatler sonra bulabilir, merakımı herhangi bir zaman giderebilir, portatif rahatımın her yerde tadına varabilirdim.
Saskia, hemen hemen aynıydı. Gözleri, son gördüğümden beri daha sağlıklı bakıyordu. Yanında, beni derin derin süzen sevgilisi Thomas vardı. Zeki bakan, az konuşan ("öz konuşma" eylemini sevmiyorum galiba), düzgün ve doktor bir Alman adam. İlk on dakika bana diktiği gözlerine çarpa çarpa, yaklaşmak ve uzak durmak arasında bocaladım. Bu rahatsızlığımı bir kadeh merlot ile zevke çevirdiğim anda da sohbet başladı. Başlarda, Saskia, Thomas ve Yasemin, "Almanca konuşmayalım" dediler. Ben de, "Harikasınız ama benim için kasmayın" dedim. Kafamın içinde de "Birazdan Nilgün gelince görürsünüz Almanca'yı Türkçe'yi!" tümcesi sinsice süründü. Kafasına vurdum, diğer pis arkadaşlarının yanına süzüldü...
İngilizce devam eden sohbetimize, önce İngilizce bir son, Nino'nun teşrifiyle de Türkçe bir gaz verdik. Nilgün, tam bizi bıraktığı zamanki gibi. Hala heyecanlı ama kontrollü. Kırmızı beyzbol kasketi ve turuncu, çiçek desenli yelpazesiyle, hala ufak bir kız çocuğu gibi. Eğitimi ve yarı zamanlı işlerinin üstüne, dans ve DJ'lik de koymuş. Yılbaşı gecesi için hazırladığı programın son şarkısı Bohemian Rhapsody'ymiş. Sevgilisi de bir Queen fanatiğiymiş. Aferin Nino! Queen seven adamdan fenalık gelmez (ne?)!
Bütün Berlin'de Silvester patlamaları başlamış bile. Deneme atışları her yerde! Gayet sık aralıklarla büyük patlamalar dikkatimi dağıtıyor. Yerliler alışık. Konuşmaya, bu gürültü yüzünden ara vermiyorlar. 1 Ocak sabahı kaldırımları görmemi tavsiye ediyorlar.
Yemekler yenip, 3 dilde hasret giderildikten sonra, ödeme için, Alman usulünce hesap yapıldı ve Saskia ve Thomas lokantadan ayrıldılar.
Queen, üzerinde Freddie kazılı sıra ve tuvalet sigaraları muhabbetlerinin dümen suyunda, Nino'nun liseli saflığında ama duyarlı vatandaş hevesi ve hevesli arkadaş duyarlılığında Ebru canlandı 5 dakikalığına... Ne kadar uğraştıysak da, Yavuz'un ölü beynini çalıştıramadık. Hatırladığımız kadarıyla canlı kalbini yere geri bıraktık.
En komik anları, Almanya'da üç Türk olarak, durmadan İngilizce konuştuğumuz son 1 - 2 saatte yaşadık. Lokantadan çıkınca, havanın soğuğu, burnumdaki bir haftalık güzel kokuyu sümüğe dönüştürdü ve kaldırıma bırakasım geldi. Eve kadar sabrettim.
Evde, Yasemin'in doğum günü için İstanbul'dan getirdiğim şampanyayı açtık ve bitene kadar sohbete devam ettik. Nilgün'ün doğru tavsiyesiyle, Yasemin'in en sevdiği içkiyi almışım. Aldığım şişe, iki hatunun da en sevdikleri tasarımcılardan birinin ürünüymüş. Mutlu oldum. Funda'yı fotoğrafla kıskandırdık! Nino evine gitti ve uyuduk.
31.12.2008
31.12.1996'yı saymazsak, ülke dışında geçirdiğim ilk yılbaşı olacak. Önce, mide kaynatan sıcak şarap!
Unter den Linden ve Brandenburg Kapısı'ndan Siegessäule'ye kadar olan yol festival alanına çevrilmiş. Izgara sosis, sıcak şarap ve yeni yakılan barbegüllerden kömür kokuları! 67 metre yükseğe sabitlenmiş altın meleğin eteğinin altından festival hazırlığına sıkışık bakışlar ve rahatsızca hapsedilen görüntüler...
Bir türlü dikilmeyen güneş, erimeyen buz öbekleri. Bir türlü kurumayan delikler ve bitmek bilmeyen yorgunluk! Alkol kokan U8 vagonu.
İngilizce bilmeyen Türk bakkala "Türk müsünüz?" diyen ben ve Euro ile Cent'i Lira ve Kuruş olarak zikreden bakkal. 4 şişe bira. Esrar kokusu, Bob Dylan ve kalem. Yastıksız kanepe. Ooooooo!
Esnaf bu! Ama, ne üretir veya alır, satar bilmiyorum. Kaç dükkanı veya tezgahı var onu da bilmiyorum. Allah işini açık etsin.
Artık eminim, yazmakla işim kalmadı. Çünkü içim kalmadı. Dokunaksız içim, okunaksız yazım, korunaksız aklım... Uykuyla çökecek. Kalbim attıkça, vibrasyonumla, çökenlerin seviyeleri eşitlenecek ve üstünde yürümeye elverişli zemin oluşacak. Bir de şu veletler patlamasa! Ortalık, derbi maç sonrası Mecidiyeköy'den beter burada!
Uzun süredir ilk kez, üzerindeki "içindekiler" açıklaması İngilizce yazılmamış bir paket görüyorum. Clarky's Tortillas (peynirli mısır cipsi) paketinde, 9 dilde "içindekiler" var ama bu dillere İngilizce dahil değil! Hahha!
Bir adamın gitar çalabilmesi, müzik yapabilmesi, sözlerine de ritmi eski karısından alabilmesi ne kadar da güzel. Emin miyim? White Stripes - Elephant - Seven Nation Army!
Web sitelerinden şarkı sözü okumakla olmuyor! Alacaksın albümün kitapçığını veya kapağını eline, bir de soğuk birayı yanına (hava sıcaksa apış arana); duyduklarını azar azar gözlerine yedireceksin. Açıklamalara, teşekkürlere atlamak isteyeceksin ama, şarkıyla ilgili fotoğraf veya ilüstrasyona saygından bekleyeceksin. O küvetteki o adamın o şapkası neyle alakalı? Kızın elbisesiyle adamın kıyafeti uyumsuz mu? Merak edeceksin. Sanatçıyla ayrı gayrı olmayacak! Ne sunduysa, hakkını vererek alacaksın. Yavaş yavaş sokacaksın içine! Dinlemen ve okuman ve seyretmen bitince hemen kalkmayacaksın! Sönene kadar içinde kalacak! Disk soğuyacak önce! Hah! Böylece, diyebilirz ki, 1996'ya kadar dinlediklerimle, bu yüzden abi kardeş gibiyiz. Sonrakiler, daha çok her kıvrımını, her hareketini bildiğim ama geçmişleri, huyları hakkında fikirsiz olduğum ve kendilerini bana makyajsız göstermekten çekinen kadınlar gibi. Hepsi güzel. Abartmak da rahatlatır bazen...
02.01.2009
Sabahın 6'sında Yasemin kalktı ve hazırlandı ve ebeveynlerinin yanına gitti. Canım, 3 gün yalnız kalacak. Alışık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder