17 Haziran 2008 Salı

zümrüt bar



Iyi bir Merlot şarabının kadehten gelen kokusunda, başka bir şeyden alamadığım güzellikte bir haz var ki; tarif etmeye çalışsam, can sıkıcı olurum.

Ruh doyuran zerafeti elimde tutup çevirmekle ve dilediğimce koklayıp tatmakla mest olmaktan kendimi alabilsem bile, yazacak fazla cümlem kalmadı.

Şerefe!

12 Haziran 2008 Perşembe

fantastaksi

5 Haziran sabahı 9'da evimden çıkarken sırtımda iki çanta vardı; bir tane de elimde.
Çadırım, 2 tane mat, 1 uyku tulumu, çamaşır, bot, şemsiye, pasaport, 7 bilet falan muhteva...


TK1505 ile Nürnberg'e vardığımda saat, öğlen yarımdı.

Havalimanından, merkez metro istasyonuna, ordan da FrankenStrase'ye gittim.
Rock-im-Park için ücretsiz otobüse binip, saat 2 civarında BayernStrase'deki durakta zorla indim.


E8 girişinin dibindeki tuvaletlerin yanına çadırımı kurdum.


Sonra, Grosse Strasse'nin ortasındaki Eingang A'nın dibindeki meydana oturdum.
Helgalar'ı ve Helmutlar'ı seyrettim. Bira içtim, sosisli sandviç yedim.

DSC-H9'un sorunsuzca konser alanına gireceğinden emin olmak için danışma ofisine gittim. Beni konunun sorumlusu/bilgilisiyle görüştürdüler. Uzun süreli video kayededebileceği ve fazla zum yapacağı için izin verilmeyeceğini söyledi bu Helga! Yan odadaki emanete bırakabilecektim. Yan odanın penceresine geçtiğimde, geçen seneki festivalde çadırımın hemen arkasındaki kapıda tuttuğu nöbet ve bana telefon için ettiği yardımdan tanıdığım görevliyi gördüm. Selamlaştık. Fiyatı söyledi. Beğenmedim. Şansımı zorlamaya karar verdim.

Etrafı dolaştım, ertesi günün programına baktım. 12:15'te AlternaStage'de Kill Hannah, günün ilk grubuydu.
O saate kadar karavanlarından veya ahır kadar büyük ve temiz çadırlarından yayın yapan festival halkının müzikleriyle gayet de iyi idare edebilirdim. Adım attıkça Judas Priest'den Bob Marley'e, Madonna'dan Megadeth'e kulak cilası bulabiliyordum. Muhabbet de cabası, bonusu... Etrafı dolaşırken, geçen sene gitmeye değer bulmadığım Gaststatte-Bahnhof-Dutzendtich-Biergarten'e uğramaya, yorgunluğumun da etkisiyle, karar verdim.
Sonraki 2 gün boyunca, buranın yanındaki tuvalete katı atık bırakmak için, 15 - 20 dakikalık sıralar bekleyip, her seferinde 60 cent vereceğimi henüz bilmiyordum.
Herkes eğlenceye kadeh kaldırıyordu. Dedeler torunlarıyla, kocalar karılarıyla, köpekler sahipleriyle, çocuklar anneleriyle, Helga'lar Helmut'larla beraber gelmişlerdi. Ben, kulağımda ve kalbimde müzik, gırtlağımda bira, aklımda güneş, mesanemde çişle mutluydum.
Hava büyük parçalı bulutluydu. Geçen seneki yağmur hezimetim geldi aklıma. Azıcık ürperip, kendimi yan bahçedeki karavandan gelen Hells Bells'e kaptırıp, biramı tazeledim.
Önümdeki masanın en genç gözüken Alman delikanlısı kalkıp, tabelada menüyü arkadaşlarına yüksek sesle okumaya başladı. Bitirince, arkamdaki masadaki Helmut Amcalar ve Helga Teyzeler alkışladılar. Eğlenceme saf hisler katansa, çocuğun arkamdaki masaya gidip yabancı büyükleriyle keyifli ve uzun bir sohbet etmesi oldu.

Kendimi önce litrelerce biraya sonra da uyku tulumuma verdim.

Ertesi (06.06.08) gün güneşli bir sabaha kafamı çıkardım çadırımdan. 10 metre ötemdeki büyük çadırın ahalisi bütün gece (gerçekten, anlamsızca, sadece) bağırmış, gerekli gördükleri yerlerde de siren çalmışlardı. Yine de kafamda veya gözümde çatlak yoktu, mutluydum.

Çıktım; 60 centlik kaka merkezine gidip Almanya'ya sıçtım.
Zeppelin Tribüne'e baktım.

Gölün öbür tarafındaki kamp alanına gidip fahiş fiyata su ve beleşe muhabbet, moral aldım.
Öğlen başlayan konserlere yetişmek gibi bir derdim olmadığını anlayınca, büyük gölün kuzeydeki dar ucuna gidip, bir banka oturdum.
Güneş harikaydı. Tam karşımdaki güvenlik görevlisi hatun çok şişman ve çok gülümseyiciydi. Ürktüm biraz. Yere tek çöp atmadım.

Biraz fotoğraf çektim.

Karnım yeterince sosis ve dönerle dolunca, bira içmeye başladım.
Bugünkü asıl derdim, 18:15'teki Eagles Of Death Metal, 22:15'teki HIM ve 23:45'teki Queens Of The Stone Age idi...
Bira içtim.
Bira içtim.
Bir ara su içtim, sonra yine bira içtim.
Galiba birileriyle konuştum. Evleri 2 km ötede olan ve festivale bisikletle gelip giden biriydi...
Yoksa o yarın mıydı?
Neyse, yeterince biranın verdiği cesaretle, kolayca saklanacak kadar küçük olmayan kameramı sırt çantama yerleştirip, sahne alanının kontrol noktasına yöneldim. Güvenlik kontrolümü yapan toy, çantamda ne olduğunu sordu, açtım ve montumu ve yağmurluğumu gösterdim. 10 adım sonra sırıttım.

AlternaStage ile CenterStage arasındaki RockField'a oturup bira içmeye devam ettim.
Önümden, boynundaki Canon'uyla geçen kıza el edip o makinayı nasıl içeri soktuğunu ve bu kadar rahat nasıl dolaştığını sordum. Festivale özel çekimler yapmak için izni olduğunu anlattı. Sahneleri değil, sadece seyircileri çekmek için özel izni varmış İrlandalı hatunun! İyi poh!
Dayanamadım, CenterStage'e vardım. Simple Plan çalıyordu. 2 şarkı sonra tekrar Rock Field'a döndüm. AC/DC, Guns N'Roses, Megadeth ile kendi içlerinden geçen gençleri, bira yudumlayıp ayak sallayarak seyrettim, eğlendim.
18:15'teki Eagles Of Death Metal konseri için Alterna Stage'e aktım. Sahne hazırlanırken, yerimi sağlamlaştırdım. Oturdum yani.
2 metre ötemde Elisabeth uyandı. Güzeldi, selam verip günaydın dedim, yanıma geldi. Ben de ayıldım.

Eagles of Death Metal gayet iyiydi. Tahmin ettiğim gibi.

22:15'te HIM'leydim. Sahneleri güzel, müzikleri Finlandiyalı'ydı.


Ve, gece yarısı gibi Queens Of The Stone Age belirdi, beyaz ve yamuk tuvallerin önünde.
Taş gibi müziğe çarptım kafamı bolca... Josh Homme'a teşekkür ederim!

Onca bira ve hareketin sonunda, pis geçmiş 31 yılın dayanıksızlığı, beni Rock Field'da yere yığdı.
Çimenlerin üstünde uyumaktansa, çadırda keyfe devam etmek daha akıllıcaydı...

Cumartesi sabah erkenden (6 mı, 7 mi? ne?) gergin kumaştan gelen sağnak sesiyle uyandık.
Sinir bozuldu. Keyifler yüksek sesli, Alman gençler gamsızdı.

Yağmurun dinmesiyle beraber, midemdeki ve bağırsaklarımdaki basıncı ve hareketi hissettim. Bugünün Incubus'unu, Rage Against The Machine'ni, Motörhead'ini, Cavalera Conspiracy'sini, Opeth'ini, bu sindirim sistemiyle seyredemezdim.
60 cent ve selam verip, sırada yerimi aldım. Anüsümden işeyip biraz rahatladım.
Büyük gölün kuzey kıyısında dinlenmeye ve bolca su ve şeker almaya niyet ettim. Yine de sosisli sandviç ve döner yedim. Kıyıdaki banka oturduğumda, önceki günün şişman ve gülümseme meraklısı güvenlikçisini gördüm ve bu sefer fazla önemsemedim.
Yarım saat sonra bisikletiyle gelen Alman amca yan banka oturdu. 5 dakika sonra, 20 metre ötedeki CocaCola Imbiss'e gitti ve bir ürün almadan ama hayret ve öfke arası bir kafa sallamayla geri geldi. Bundan da 10 dakika sonra ben aynı büfeye gidip yarımşar litrelik su ve kolaya 3'er Euro verdim. Elimdeki suyu gören amca yanıma geldi. "O suya ne kadar verdin?" dedi. 3 Euro cevabını alınca, mantıklı ve haklı tepkisini verdi. Şehirde bir markette aynı su 49 cent, ben nasıl bu haksızlığa boyun eğebiliyordum?! Adama, o 20 metreyi bile zor yürüdüğümü; geceden kalmış salak bi herif olduğumu; haksızlıkların göbeğinden geldiğim için, burda rahat etmek uğruna, umursamazlık zenginliğine büründüğümü anlatmayı çok istedim ama olmadı. "Haklısın, bizi kazıklıyorlar" demekle yetindim. Bu ona yetti ve bankına geri döndü.

Bağırsaklarımı boşaltmam yine gerekiyordu ve klozet kapakları olan tuvalete gidip bir kez daha 60 centlik sıraya girdim. Yarım saat sonra tekrar açık havaya çıktım.
Bu sefer, Zeppelin Tribün'e yöneldim ve tepesine çıktım.

Hemen altındaki karavan alanını, karşısındaki (eskiden zeplinlerin park ettiği, Hitler'in tören ve mitingler için kullandığı kallavi arazi) CenterStage alanını ve berideki vinçlerden atlayanları seyrettim, fotoğraf çektim.
Nazilerin yaptığı, şimdi sidik kokan kapıları inceledim, dokunmadan.
Şişman ve çıplak erkek Amerikalılar'ın laf attığı çıtır Alman kızların, heriflerin atletik arkadaşıyla neşe içinde yaptığı muhabbeti ve gerilen ortamı dinledim. Güldüm.
Incubus'tan önce, Serj Tankian vardı, 18:15'te. Aynı taktikle ama alkolsüz kafayla, kamerayı yine soktum içeri. Serj'den önceki Fettes Brot'un hip hop gösterisine göz attım. Herifler iyi eğleniyordu. Alman seyircileri de iyi eğleniyordu. Uygur Bros'un konseptinden, çok daha düzgün bir gösteri yapıyorlardı. Almanca bilesim geldi, gönderdim geri...
Serj hiç de System Of A Down havasında olmayan, fazla sentetik bir müzik oturtmuştu kucağına. Hoşuma gitmedi. Mimiklerini ve mesajlarını da yapay buldum.
Gidip alışveriş yapmaya çalıştım. Yağmur falan yağdı yine, sinir oldum.
Kemer ve çanta gibi aksesuarlar satan bi dükkanın içinde yağmur durana kadar kalabilmek için tezgahtarla sohbet etmeye başladım. Yağmur durduğunda, dükkandan 2 kemer, 1 çanta ve sırıtan bir suratla çıktım.
Incubus'a az kalmıştı.
Geçen sene içinde fazla vakit geçirmediğim Club Stage'e gittim. Kapalı ama iyi havalandırılan salonda fena sert bir müzik vardı. Kafam ve bağırsaklarım ve Incubus hasreti beni Center Stage'a geri çevirdi.
Bira ve sigara içmemeliydim...

Just A Phase geldi ve ben bira aldım, sigara yaktım... Biri hariç hepsinde Brandon'a vokalde eşlik ettiğim hepi topu 14 - 15 şarkı çaldılar ve ben sapasağlamdım. Aklımın insansız kalmış olması ne büyük rahatlıktı, kendime yer bulabiliyordum!

Tekrar yağmur başlayınca, sabahtan beri kafamda dolaşıp duran kararımı karşıma alıp baktım. Güzeldi, kararımı okşadım ve B girişinden çıkıp, Dutzendteich'e yürüdüm. Ordan da BayernStrase'ye geçtim ve bir taksi çevirip, Messe'deki Novotel'e gittim.
Bu akşam için yer yoktu, bunun yerine şehirdeki Mercure'de 80 Euro'ya oda önerdi. İzin isteyip lobideki bilgisayardan internet sitelerine girdim ve Erlangen'deki Novotel'de 30 Euro'ya oda tuttum. Bilmediğim şey Erlangen'in yakın bir semt değil, 20 KM ötede başka bir şehir olduğuydu... (dimağı aydınlatan bilgiler: Siemens'in merkezi buradaymış. Beşiktaş ile de kardeşmiş.)

Tekrar bir hesap yaptım ve hala Nürnberg şehir merkezinde 80 Euro'ya kalmaktan daha ucuza gelecekti. Taksi çağırttım. Önce Zeppelinfeld'e çadırıma gittim. Kazakistan'lı şoförle beni beklemesi için yaptığım pazarlıktan rahatsız oldum ve burdan başka bir taksi tutacağımı söyledim. Çadırımı bu yağmur altında toplamam mümkün değildi. İçindekileri sırt çantama doldurup, şemsiyemi açıp taksiden indiğim noktaya geri döndüm.

Herif arabanın içinde bekliyordu. Uzun mesafe müşterisini kaçırmak istemedi tabi. Selamlaşıp yola koyulduk.
2000 model ve 1 milyon kilometrede (sayaç 999999'da durmuş) bir Mercedes içinde, ülkeler, müzik ve futbol (Bu sırada Türkiye - Portekiz maçı oynanıyordu ve maçı veren radyo kanalını bulamadığı için, arkadaşını arayıp, skoru ondan öğrenip bana bildirdi) geyikleriyle bezeli, kötü İngilizce'yle yapılmış sohbetle geçen 15 dakikalık bir seyahatten sonra, kendisine 40 Euro ödedim ve Novotel Erlangen'e girdim.
3 gündür sadece ellerime ve yüzüme su deyiyordu sadece; duşa atladım.
Çıkıp, lobideki bilgisayardan Novotel Messezentrum'da ertesi gün için rezervasyon yaptım. Bu sefer fiyat daha da uygundu! Hah!
Odama çıkıp, MTV'de kardeş festival Rock-Am-Ring'de ortalığı şenlendiren müstakbel moralim Metallica'yı seyrettim. Hhaahh!!
Keyif içinde sızdım.

Sabah kalkıp kahvaltımı ettim ve 12'den önce check-out yapmam gerektiğini anımsadım.
Novotel Messezentrum'a ise en erken 15'te girebilirdim. Otelden tren istasyonuna, trenle de önce Nürnberg Hauptbahnhof'a, ordan da Langwasser Nord'a ulaşmam ve en son da otele yürümem toplam 1 saat kadar sürdü. Hatta fırsatı değerlendirip, Hauptbahnhof'ta yukarı çıkıp, Western Union'la Yasemin'e para bile gönderdim. (Binlerce sağol harika Yasemin! Bunca tantana arasında, öyle büyük oldu ki yardımın. Sağol!)
Metallica'yı seyretmeye gelenler ve ıslak kamplarından, çadırlarından benim gibi kaçanlar oteli doldurmuşlardı. Ortalıkta yarı çıplak ellerinde birayla gezen İngilizler komikti.
Bana geçen akşam yardımcı olmaya çalışan Cristina'ya "Erken geldim biliyorum, pardon" dedim. Odamın hazır olup olmadığını kontrol ederken 2 dakika oturmamı rica etti. Hiç sorun değildi, karşısında oturmak güzeldi.
1 dakika sonra, odamın hazır olduğunu söyledi.
Çıktım 426'ya...
Eşyalarımı bırakıp tekrar aşağı indim ve yine taksi çağırttım. Çadırımı toplayıp otele getirmem gerekiyordu. Tabii ki sağlam duruyorsa.
Bu sefer taksiciyle beni beklemesi için anlaşmaya çalışmadım. Çadırımı ne kadar sürede toplayabileceğimi bilmiyordum çünkü.
Yanına vardığımda gördüğüm kadarıyla gayet sağlam duruyordu. Fermuarlarını açtığımda ufak bir gölle karşılaşmaktan korkuyordum artık sadece. Bu da olmadı neyse ki. Girişe toplanmış 2 - 3 litre suyu yanımda getirdiğim havluyla boşalttım. İçini bile sildim hatta...
Yine yağmur başladı!
Hemen yandaki demirlere bağladığım ipleri, boşaltmam gereken suyu, çamura saplanan köşeleri halletmem ve ıslakken daha fazla yer kaplamaları nedeniyle, çadırı ve matları toplayıp çantaya tıkmam yarım saat kadar sürdü.
Önce, otele dönmeyip çantayı festivalin bagaj odasına bırakmayı düşündüm. Raflar ıslak çantalar, uyku tulumları ve çadırlarla dolmuştu ve taksiden daha pahalı bir seçimdi.
Oteli aradım, Cristina'ya tekrar taksi istediğimi söyledim. Nerede durduğumu tam olarak bilmesi gerekiyordu. Grosse Strasse'de, fuar kompleksinin "Service Partner Center"ının tam önünde olduğumu söyledim ama bina numarası gerekiyordu. Yoktu. Deneyeceğini söyledi.
Ben de 20 metre ilerdeki güvenlik kulübesine yürüdüm.
Bekçi amcaya bina numarası sordum. O da bana kapının numarasını söyledi.
15 dakika kadar bekledim. Cristina'yı tekrar aradım. Taksi firmasının numarasını aldım. Aradığımda, Almanca bilmediğimi ve otel çalışanları dışında karşılaştığım çok az kişinin İngilizce konuştuğunu hatırladım. Bekçi amcaya koştum, telefonu verdim. Derdimi hemen anladı ve "ein Taxi zum Tor fünf bitte" dediğini anladım.
5 dakika sonra, 2 günde bineceğim 6. Mercedes gelip önümde durdu.

Islak çadırı ve matları odama attım. Çıkarken Cristina'ya içten teşekkür ettim.
In Flames, Nightwish, The Offspring ve Metaliklaklok için hazırdım. Bu sefer kameramı, montumu, şemsiyemi ve sigara paketimi otelde bıraktım. Sadece sahneye, sadece benim algılarım odaklanacaktı! Hah!
In Flames'i kaçırmıştım. Nightwish fena halde eriyik gotikti; ortalıkta dolandım, bungee atlayanları seyrettim. Bungee vinçleri için boş alanı konser alanından ayıran tel örgülerin arasından çimlere işeyen sarhoşlarla başa çıkmaya çalışan 2 güvenlik görevlisinin parodilerini izledim. Çamurda slip donuyla kalıp kendinden geçen herifin, kendisine yaklaşanlara sarılmasına güldüm.
Rockfield'a gidip bira içtim, rock dinledim.
The Offspring için geri döndüğümde Center Stage alanının (Zeppelin Tribüne'ün önündeki devasa boş alan) tıka basa dolduğunu gördüm. Metallica kara deliği büyüyordu. Fena patlayacaktı!
Dexter Holland fena hayal kırdı. 3 sene önce İstanbul'da daha bi efendi söylemişti... Galiba betone de olmamıştı.
Yine de 1994'ten Smash'i hatırlamak iyi oldu.
Sakinleştim sonra.
The Ecstasy Of Gold'un duyulduğu anı ve gecenin devamını nasıl anlatsam? Metallica!
Fade To Black başladığında sigara paketimi özledim. Arkamda duran L&M promosyon balonumsu çadırına koştum. Merdivenlerde duran güzeller güzeli L&M hatununa sigaraya ihtiyacım olduğunu söyledim. Dikkatini sahneden çekmem zor oldu ama beni içeri yönlendirmesini sağladım. Çadırın önündeki masaya vardığımda başka bir afete sigara ihtiyacımı anlattım. "I need to see your ID" dedi! Çıkardım Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı'mı. Baktı, baktı, baktı ve "Hmm Ok, fill out this form please" dedi! "All I want is a damn cigarette, bitte!" dedim. "Fill out please" dedi.
Tamam. Doldurdum... Verdim.
Bana bir bileklik verdi!
Hayır! Hayır! "A cigarette, a cigarette please!"
Acıdı sonunda ve "Which one?" dedi... "Any light one!"
Ateş?
Zahmet oldu ve yaktı...
İlk nefesimi çektiğimde şarkı yarılanmıştı!
Olsun...

One'da ortalığı (sahnenin içi dahil) torpil içinde bıraktılar. İşaret fişekleri attılar.
Four Horsemen'de ekranları 4'e bölüp her birini ayrı ayrı izlettiler.

Bisten sonra, hepsi teker teker mikrofona gelip kısa konuşmalar yaptılar. Lars gevşeği, sadece, futbolla (soccer demedi aslan Avrupalı) ilgilenen kimse olup olmadığını sorduktan sonra "Germany two, Poland nil!" diye bağırdı ve sırıtarak kaçtı!

Grosse Strasse'nin sonuna kadar, Karl Schönleben Strasse'ye yürüdüm.
Telefonla çağırdığım Mercedes'e atlayıp otele döndüm.

Duş alıp sızdım.
Sabah kahvaltımı büyük bir keyifle ettim; kahvaltı salonu Rock-im-Park ve Metallica tişörtlü insan kaynıyordu. Çayımı makinadan doldururken arayan Nuray Hanım da iyi haber verdi, TK1506'da 30 boş koltuk vardı ve uçmam gayet mümkündü.
Check-out'dan önce, odamdaki değerlendirme formunu doldurdum. Çıkarken kendisine ettiğim teşekkürü, formun arkasındaki boşluğa da yazdım.

Otelden çıkıp havalimanına çufçufladım.

Islak çadırımın ve matlarımın fazla ağırlaşmış olmasından ve fazla bagaj ücreti ödemekten korktum biraz. Sağolsun, check-in ajanı pek ilgilenmedi ağırlıkla ve bana 19A'yı verdi. Tamam.

Havalimanının terasına çıkıp biraz uçak fotoğrafı çektim.

Sonra Türk Kuşu'nun bir Boeing 737-800'ü ile İstanbul'a döndüm.
Tescilini hatırlamıyorum.

Terminalin geliş katının önündeki taksileri ve taksi keşmekeşini görünce, moralim bozuldu. Gidiş katına çıkmaya çalıştım. Otoparkın içindeki asansöre bindim ve 4. kat butonuna bastım. Benden sonra binip, beni asansörün köşesine sıkıştıran 5 ayı ve devasa bagajları ise metro katına gidecekleri için, 1. kat butonuna bastılar. Doğal olarak asansör önce 4. kata çıktı. Ayılar yol vermediği ve inmek istediğimi, açıkça ve yüksek sesle söylememe rağmen anlamadıkları ve kapıyı tutmaya yeltenmedikleri için onlarla beraber metro katına indim. Sayılarına ve ayılıklarına hiç aldırış etmeden doğalarını azarlamaya başladım.
Neden sinirlendiğimi anlamamalarına daha da sinirlendim. Heriflere resmen hakaret etmeye başladım ama bunu da anlamadılar. 1. katta "yav bu da neden sinirlendi ki böyle?!" diye beni ayıplaya ayıplaya çıktılar asansörden.
Aklım herhalde yorgunluktan yavaşlamıştı. Ülkemde sakin olmalıydım. Her saçmalık mümkün, her aksilik aslında komikti. Sinirlenmemeliydim.

Beni evime götüren taksinin, devlet memuru emeklisi ve güvercin aşığı şoförüyle yaptığım sohbet zaten sinirlerimi gevşetti. Üstüne, evde bir de müzik cilası çekince, asansör cahillerinin hayatıma renk katan yaratıklar olduğunu düşünmeye başladım. Tıpkı kalabalığa aldırmadan çimlere işeyen Alman sarhoşlar gibi, ama onlardan çok daha naif yöntemlerle...

uzaklaşacaksın

Neyin içinde debelendiğini görmek istersen, yatağından ve yatağındakinden;
ne yudumladığını daha iyi anlamak için, sofrandan;
neyi alkışladığını görmek istersen, sahneden;
hangi insanların senden korkmadığını merak ediyorsan, birincil çevrenden;
ne demek istediğinin iyi anlaşıldığından şüphen varsa, mesajından;
ne kadar tutucu olduğunu bilmiyorsan, alışkanlıklarından;
zayıflığınla yüzleşmek için, öfkenden ve kibirinden;
güçlenmek için, sevenlerinden;
insan ruhunun güzelliğini kavramak için, uygarlıktan;
etinin ve ruhunun ne kadar dayanıklı olduğunu sınamaksa derdin, teknolojiden;
bet sesinle şarkı söylemek için, müzikten;
olmayacak duaya amin diyerek avunmak istersen, sorumluluklarından uzaklaşacaksın.

Mesafeyi sen belirle...
Karar verebiliyorsan; dönmeye gücün yetecek ve izlemeye ve işlemeye devam edebilecek kadar uzağa ilerle. Gerileme.
Kafanı çevireceksin belli aralıklarla.
Aralıkları da sen belirleyeceksin.
Kontrol etmekten korkmamalısın deneylerini.
Denemeye çekiniyorsan, en başta, adım atma; sadece gözlerini kapatarak sına cesaretini.
Aç sonra aklının dört kanatlı iki panjurunu.
Sonra, akıl evinin yönünü değiştir, yavaşça.

Uzaklaşmakta huzur bulursan, yaklaşma bir daha rahatsızlığa.

Zorla elde edilmiş bir sigaranın dumanını ye.
Şarkı bitse de sinirlenme, yenisi başlar.
Sonra bir tane daha...
Kanatlı kurtarıcın senle beraber yaratıldı, bırakmaz peşini.
En iyisi, senden daha güçlü O!

Uzaklaş!
Korkma...
MilyonlarcA farklı renkte tüyü var.
Mutlaka beğenirsin.
Rahatla...