30 Ocak 2010 Cumartesi

20 Nisan 1992


Henüz, büyük biraderin tüm ağırlığıyla üzerimize oturmadığı zamanlardı. Hareketli İletişim için Küresel Sistem yoktu ki, kısaltması olsun... Çocukluğumu, gençliğim olarak algıladığım bu dönemde, ne kızları, ne spor ayakkabıları, ne geçim derdimi, ne araba sevdamı, ne de bireyselliğimi, müziği önemsediğim kadar önemsiyordum. Kendimi içine bırakmaktan sonsuz mutluluk ve huzur duyduğum müziğin kaynağı, batı kültürüydü. Batı kültürünün ve müziğinin nasıl oluştuğuna dair sorularım ve cevaplarım, henüz hiç bir yerimde filizlenmemişti. Bisikletimle veya botlarımla yaptığım müzikli gezilerime de yıllar vardı. Bir walkman edinebilmek için de çok uğraşmamıştım. Walkman'lerimle yaptığım yegane geziler, Bakırköy'den Beşiktaş'a, Beşiktaş'tan da Taksim'e ve en sonunda ordan da ya Ortaköy'e ya da yine Bakırköy'e oluyordu. Ayrıca, okulumun koridorlarında, bahçelerinde ve boş sınıflarında müzisyenlerimle yaşadığım güzel anların doyumunu, sanırım hiç bir sevgilimle yaşamadım. O büyü, o teslimiyet, o dingin patlamalar, sadece kulaklarıma taktığım 3-5 gramlık siyah küçük kulaklıklarla mümkündü. Kasetlerim vardı. Walkman'lerimin tükettiği kalem pillere yedirdiğim parayı da zor buluyordum harçlığımın içinde. Dolayısıyla, kasetlerimi istediğim şarkılara göre sardırma işini walkman değil kalemlerim görüyordu.

Bir gün, Freddie Mercury öldü.

O günden bir öncesini babaannemlerde geçirmiştim ve o günün sabahında, halam beni okuluma arabayla bırakıyordu. Boğaziçi Köprüsü'nden çıktıktan sonra, Beşiktaş'a yönelirken kurcaladığım radyoda, haberlerde duymuştum "...ünlü İngiliz müzik grubu..." sözcüklerini. Spikerin cümlesi bitmeden, halama "Freddie mercury öldü herhalde..." deyip, yayının araba içindeki sesini yükseltmiştim. Birkaç saniye içinde de kötü tahminim doğrulanmıştı.

Sınıfıma girdiğimde, arkadaşlarım moralimin bozukluğunu anlamışlardı. İlk dersin sonunda yanıma gelenlerle paylaşmıştım üzüntümü. Sırama, sol alt köşesinden sağ üst köşesine uzanan bir FREDDIE'yi maket bıçağımla kazımıştım. Sohbetler, arkadaşlarla anmalar, daha duygusal ve irdeleyici dinlemeler... Ne dediğini -o sefer- gerçekten anlamalar... Günler, haftalar geçti.

İnternetsiz çocukluğumda, müziğimle ilgili haberin tek kaynağı yazılı basındı (basılı yazın). Bir sayfada, 1992'nin Nisan ayında Freddie Mercury'yi anma ve AIDS hakkında uyarma ve kaynak toplama konseri yapılacağını okudum. 20 Nisan 1992'de Londra'da Wembley Stadyumu'nda gerçekleşecek konser, o tarihe kadar bildiğim en önemli müzik olayı olacaktı. Benim tek hazırlığım ise, boş bir beta video kasediyle babaannemlere gitmek oldu. Pasaport sahibi olup, istediğim hemen her yere gidebileceğim günlerden de -tabii ki- bihaberdim. Ali Abim, salonda at veya insan yarışı seyrederken, o akşam, ben, ağzım ve kalbim açık dünyanın merkezini seyrettim.

Konserin sadece ilk yarısının bir bölümünü kaydetmeme yarayan beta kasedi seyredebileceğim bir video oynatıcım hiç olmadı.

Yıllar sonra, DVD teknolojisi oluştu ve DVD oynatıcım oldu. Freddie Mercury Tribute Concert başlığıyla yayınlanan DVD'lerde ise, katılan müzisyenlerin sadece Queen şarkılarını yorumladığı, ikinci ve büyük bölüm sunuluyordu. İlk bölüme duyduğum açlığı, Knockin' On Heaven's Door'un klibi gidermiyordu.

Sonunda, bu gece, Youtube sayesinde açlığımı ve zihinsel yetersizliğimi bertaraf ettim!

İnsanları mutlu eden tüm insanların, nur içinde yatmasını dilerim!

11 Ocak 2010 Pazartesi

kıl tasarımı

Bu sabah, yeni mahallemde dördüncü kez berbere gittim. Burada denediğim üçüncü berber dükkanıydı bu. Hepsi aynı sokakta, evime çok yakınlar.
Gittiğim berber dükkanının evime yakın olmasını severim. Kafamı, başka bir adamın ellemesi, kesilen kılları başımdan savma adına, baştan savma bir çırpıda köpürtüp, yarım çırpıda durulaması hoşuma gitmediğinden; çabucak evime ulaşıp, kendi kafamı kendim yıkamayı yeğlerim. Bakırköy'de de bu konuda gayet şanslıydım. Makasların efendisi, ilk evimin tam karşısındaydı. İkinci evime geçtiğimde ise, çocukken gittiğim berber dükkanına yaklaşmıştım. Aramızda 1 şarkılık mesafe vardı.
Burada gittiğim ilk berber, apartmandan çıkıp sağa döndükten 30 saniye sonra ulaşacağım kadar yakındı. Yaz ortasında bir öğlen, dükkanına girip, koltuğuna oturup aynasına baktım. Değerli saçlarıma ne yapmasını uygun görüyorsam beyan ettim. Orhan Gencebay görüntüsüne yaklaşmaya çalışan bu amcada, berber ustalığı vardı belki ama, esnaf nezaketi yoktu. Yanındaki esnaf ahbaplarıyla sohbetinin bel kemiğini erkek ve kadın üreme organları oluşturuyor; yardımcı unsurlar ise, genellikle, dükkanın önünden geçen insanların fiziksel özelliklerinden seçiliyordu. Türkiye'deki her hangi bir berber dükkanında, klasik edebiyattan veya barok müzikten bahsedildiğini duymak ne mümkündür ne de gereklidir ancak, böylesine ilkel ve saldırgan bir sohbet dinlerken saç tıraşı olmak da pek haz vermemişti. Bir daha şans tanımamak üzere kapıdan çıkarken, bahşiş bırakmadığım için de gayet gururluydum.
Yeni mahallemde denediğim 2. berber dükkanı ise, bir önceki neandertal tesisiyle aynı hizada ama, apartmandan çıkınca sağda değil soldaydı. Dükkanın önünde durup içeri bakınca, dipteki geniş pencereden Marmara Denizi'nin gözükmesi, çekici bir özellikti. Pencerenin hemen sağında kurulmuş büyük beyaz kutunun, mütevazı bir solaryum hizmeti köşesi olduğunu anlayınca, ciddiyetimden olmuştum. Tıraş sırasında benle ve diğer insanlarla yaptığı sohbetin seviyeli, içten ve bir ölçüde eğlendirici olması, saçımı tam istediğim şekilde ve sürede kısaltmış olması kadar önemliydi. Gayet memnun kalmıştım. Bir kaç gün sonra, bu ikinci berber dükkanının karşı kaldırımında yürürken, penceresinde gördüğüm kocaman "Hair Desing" yazısı, beğeni cimriliğime hak vermemi sağlamıştı. Hiç gereği yokken, yaptığı işi hem İngilizce, hem yanlış ifadeyle, hem de yanlış imlayla tanımlamaya para ve zaman harcamış olan bu kardeşimizden de soğumuştum.
Desinger'dan 1 ay kadar sonra, en başta denediğim küfürbaz ve potansiyel mütecaviz berberin tam karşısında gördüğüm, küçük berber dükkanına uğradım. Tıraş olan iki müşteri vardı. Sıramı beklerken, yerel televizyon kanallarına bulandım. Tıraştan sonra aklımı yıkayabilselerdi keşke. Sadece selamlaşan, ücreti söyleyen ve teşekkür eden bu iki kişilik ekip hakkında pek bir fikre sahip olamadım. Görünüşlerinden biraz belli olan etnik kökenleri nedeniyle, işlerini gevşekçe yapmayacakları izlenimi veriyorlardı. Dükkanları çok temiz değildi ama kendimi rahat hissetmiştim.
Dolayısıyla, bu sabah da tekrar, karşı kaldırımdaki berbere gittim.
İçeri girip günaydın dedim. Börek ve ayran tüketen makas ustasını görünce, "günaydın" ın yetmeyeceğini anlayıp, bir de "afiyet olsun" patlattım. Hangi koltuğa oturacağımı sordum. Pencere kenarındakine yöneltti beni. İçimden "Yemeğini bitirsin de öyle başlasın tıraşa; nasıl olsa, çerçeveciye gitmek için hala 20 dakikam var, acelem yok. Hatta yemeğini yarım bırakıp yanıma gelmeye kalkarsa, acelem olmadığını, rahat rahat yemeğini yemesini söyleyeyim" diye geçirdim. Hemen hemen o saatlerde gittiğim ofisimde, benim de evraklardan önce hamur işi gıdaya yöneldiğimi, her canlının enerji depolaması gerektiğini düşünerek de kendimi onaylama ve önermelerimi mantıkla sarmalama konusunda muhteşem olduğumu hissettim. Lakin, tadını yeni çıkarmaya başladığım ihtişamım, kafamı kaldırınca gördüğüm "Cennet Mahallesi" dizisinin görüntülerinin yanında sönük kaldı. Dizinin, bana rastlama talihine sahip bu bölümünde, İç İşleri Bakanlığı, Türkiye'ye gelecek olan Romanya heyetini eğlendirme işini Cennet Mahallesi sakinlerine, koruma işini ise aynı mahallenin karakoluna veriyordu. Berberim ise, bana tek bir söz söylemeden böreğini yiyor, ayranını içiyordu. Zamana sıkışık olmadığım ve karnını doyurmasını gayet insanca bulduğum halde; müşteriye direkt hizmet verilen işlerde, özel nedenlerle oluşan gecikmeler için açıklama yapmak ve özür dilemek gerektiğini sabitçe düşündüğümden, sessizliğini yadırgadım. Alişan, Zeki Alasya ve Çağla Şıkel parodileriyle kendimden geçmek üzereyken, sehpadan uzaklaşıp yanıma geldi ve saçımı nasıl kesmesini istediğimi sordu. Elimle bölgeleri gösterip, "2 numara, 3 numara" dedim. "Enseye ustura yapma" diye de ekledim. "Taamabi" deyip işe koyuldu. 10 dakika sonra, tekrar genç gözüküyordum. Kahvaltı ederken beni bekletmesiyle ilgili, hazır bir anlayışın üstüne yattığı için, bahşiş vermedim.
Yine de memnunum.
"Hair Desing" hatasından kurtulursa, 2. denememe bir şans daha versem mi acaba?

10 Ocak 2010 Pazar

ayran köpüğü

Görüp de, haklarında soru sormaya kıyamadıklarıma burada değindiresim geldi.
Değinin:

Farklı Kadro Dershanesi

Paran ve tecrüben var. Yatırımdan geri kalmaya ne gerek? Hemen her kurumu, kuruluş amacıyla çelişir ve yetersiz hale gelmeye başlamış bir ülkede, özel dershane kurup para kazanmak istedin. İsmini koyarken ne hissettin? "Bizim eğitmen kadromuz, diğer tüm dershanelerinkinden farklı, hatta çok çok farklı! İsmimiz de, bu farkı mutlaka belirtecek bir vurguda olmalı. Aha! Farklı Kadro diyelim!" (Biri çıkıp, "Bravo beyefendi, harika buldunuz!" dedi mi acaba?)


34 AUD ...

Yollarında motorlu veya motorsuz taşıt kullanmak için uygarlık anlayışı değişikliği gereken bu şehirde, Audi A6 veya A8 değil, A3 sahibi oldun. Kutlamak isterdim ama değmez! Çünkü o araba, el yapımı veya sana özel üretim değil. Plakasını alırken, neden A,D ve U harflerine hapsoldun? Arabanın markası, gövdesinin üzerinde yazmıyor olabilir; öyle tasarlanmış ve satışı uygun görülmüş. Sen plakaya AUD yazmasan da, bindiğin taşıtın AUDI tarafından üretildiği ve kaliteli olduğu biliniyor. "Ödemeyi Avustralya Doları'yla yaptım!" mı demek istiyorsun?
Harfleri BMV olan plakalar konusunda çekimser kalmayı seçiyorum. Filodan korkarım.


Marmara Denizi Durağı



İstanbul'da, Zeytinburnu Sahili'ndeki Novotel ve Ibis'in tam önündeki İETT otobüs durağının adı "Marmara Denizi". İETT'de otobüs duraklarının adlandırılmasında görevli kişinin veya heyetin, günlük mesai süresini çok merak ediyorum. Ya 1 saatten az, ya da 20 saate yakın olması gerek. İstanbul'un Marmara Denizi'ne yakın yollarında, bu duraktan kaç tane daha var acaba? Hak yemek istemiyorum. İddia ederken çekiniyorum ama, bu konumdaki bu durağa isim belirlenirken, uğraştan ve belirleyicilikten kaçılmış gibi gözüküyor.


Bize Göre Apartmanı



Teşvikiye'deki "Bize Göre" Apartmanı'nın adında naiflik, nükte, içtenlik ve güç var. İçinde de huzur, sevgi ve sağlık olsun. Girişinin tam karşısında, Bronz Sokak'ın öte kaldırımında ise, kapısında güvenlik ekibi ve iç ısıtmayan görüntüsüyle Park Hyatt Maçka Palas dikili. O kime göre?


Public Enemies



Az önce, yollarındaki trafiğe uyum sağlayabilmek için, kişinin, uygarlık anlayışında değişiklik yapması gerektiğini söylediğim şehrimin, en özgün kurumlarından olan Taksim - Bakırköy (veya tam tersi...) dolmuşlarından, zihin gıdıklayıcı bir eylem daha! Önünde "Public Enemies" yazan Ford Transit'ler, bir itiraf ve bir meydan okuyuş mecrası mı? Araçlarının içindeki ve dışındaki hemen herkese düşmanca davranıyorlarmış gibi gözüken bu hattın şoförlerinin, reklamını aldıkları bu Hollywood filminin adının Türkçe'de veya Arapça'da ne anlama geldiğini bilip bilmediklerini az; biliyorlarsa, ironiyi umursayıp umursamadıklarını çok merak ediyorum. Halkın içinde, halka hizmet vermelerine rağmen, halkın düşmanıymışcasına hareket ettiklerini ne zaman anlayacaklarını merak etmeyi çoktan bıraktım.

Aynı reklamı araçlarına koyan diğer dolmuş hatlarında, söz konusu düşmanca tavrı görmediğim için, konuyu sadece Bakırköy - Taksim hattında ilginç buluyorum. Temsili fotoğraftaki araç da Teşvikiye - Taksim hattında çalışan nezih bir işletmedir mesela...