26 Aralık 2008 Cuma

memesiz (notitlet)

"There's an angel on my shoulder, in my hand a sword of gold..." diye başladı akşamım. Bilmediğim yollardan geçerek gelmiştim evime. Üstümde aralıksız aralık soğunu taşımaktan bunalmıştım. Sevgilisini, hissedebildiği her noktasına bulaştırarak tatmak isteyen; seyahatlerini anlatan; ölümünde sezdiklerini ve istediklerini bağıran; aşkını, hayatına, sorgulayarak davet eden; araba tutkusunu ve hasretten muaf yaşadığı şehvetini benzeştiren adamlar karşıladı beni. Selam vermeyi bitirebilirsem, anneme yemek de ısıtabileceğim...

---------------------------------------------

1988'de, Peggy Noonan tarafından yazılıp, George H. W. Bush'un ağzından, Cumhuriyetçiler'in bir toplantısında duyulan bir söz, Selçuk Erez'in bir çalışmasına gönderme yaparak, zihnimi bulandırdı. Aklımdaki, ambargo karşıtı kongre "daha fazlası!" diye diretecek ve ben "hayır" diyeceğim! Bunu Foreclosure Of A Dream seyrederken ve muhallebiye aklımı karıştırırken farkettim.

---------------------------------------------

Antrikot ağrısından ziyade, kafamı tükettiğim alkol ve tütün miktarının zararlı etkilerine mi takmalıyım? Yoksa, Almanlar'ın bu yaşıma kadar hayatıma yapamadıkları bütün etkinin acısını, son bir ayda çıkarmalarında benim ne kadar pay sahibi olduğumu mu bulmalıyım? Antrikotun yarısını annemin avuçlarına bıraktım. Diğer yarısı benim içimde. "Almanlar kaybedince biz de kaybetmiş sayıldık" safsatasına yan gözle bakıyorum şimdi. Bir Rock-Im-Park olsun, bir Kaiserburg olsun, bir Lufthansa hostesinin ilkyardımı olsun, bir Saskia'nın misafirperverliği olsun, bir Kaiserburg bahçesindeki çiçeklerin fotoğrafı olsun, bir Elisabeth'in memnuniyeti olsun; hepsi gözüme dizime dursun. Böyle miydi? Göz ve diz miydi? Elime yüzüme mi bulaştırdım? Yıkasana...

---------------------------------------------

Annem ilk kez bir yazımı okudu bu akşam. Nasıl da "pekiyi" verdi canım, canıma! Ben anneme ne zaman ve nasıl takdir belgesi sunabileceğim? Şu ana kadar ettiğim teşekkürleri nerede saklıyor?

---------------------------------------------

Bir günümü, herhangi bir günümü, ilgi çekici veya sıradan bir günümü, heyecanlı bir günümü, mutlu bir günümü, vajinasına penisimi soktuğum bir günümü başlıklandıramıyorum artık! Başlıklandırsam da, başlığın altı boş kalıyor. Sanırım, her kurtarıcımın bakıcılarında gözlediğim döneme girdim. Çelişik ve keskin, bütün dürtülerim, teker teker, rahatça oturacak yer bulabiliyorlar. Onlardan, ayakta koro veya amigo takımı oluşturamıyorum artık. Her algıladığımı, kaşarlanmış ama enerjisinden hiç kaybetmemiş bir kalecinin bütün verimliliğiyle, rahatlığıyla yakaladığı şutlardan sonra takındığı ve artırdığı bir özgüvenle algılıyorum. Ne yapacağıma, hala, o kalecinin, oyun sistemi geliştirememiş takım arkadaşlarından bir ipucu bekler bakışlarıyla bakıyorum. Evet, burda, ellerimin içinde; gol olmadı ama, nereye göndereceğim? Nerde bekleniyor? Sağır eden çanları duyan yok mu?

15 Aralık 2008 Pazartesi

Makinaya Zeytinyağı!

Ben bu sabah tuvalette otururken, "Çince öğrenmenin faideleri" başlıklı fikirler düşmeye başladı. Onlar düşünce...
Ben tuvaletten kalkınca, düşmeyi kestiler.
Geride bıraktığım kalıncaya bakıp, Çince'den vazgeçtim.
Ben, tuvaletteki geçkince, Çince'den geçince, kendi üretkenliğime ve üreyebilirliğime düştüm.
Ürettiğim ne öğrenecek?

-----------------------------------

Dün akşam, canım hatunlarımı, yoğun şüphe altında, söz ve sayı altına aldım. Jenna'yı ıskaladım yine. Kaçak oldu hep. Yine kaçtı sarışın kaltak!

-----------------------------------



Montreux'nun ne kadar sıkıcı (neden "ne kadar eğlenceli" diyemedim şimdi?) olduğunu bile bu ağdan öğrenmeye çalışıyorum ya, neremle şaşırsam kendime bilemedim. Irena Sedlecká'nın ellerinden çıkan 3 metrelik Freddie Mercury heykeli ve Deep Purple - Machine Head'in büyük bölümünün kaydedildiği Grand Hotel için durmadan güçlenen bir açlığım var. Önümdeki boş günlerin bazılarını bunları görmek için mi değerlendirsem? Önümdekilerin hepsi bitecek!

Sadece, çeşitli tatil tavsiye ve pazarlama sitelerinde sunulan, hakkında bahsedilen Montreux Grand Hotel, 1972'de stüdyoya dönüştürülen Grand Hotel mi, emin olamıyorum.

Bir Deep Purple seven kul da "Ian'ların kullandığı Grand Hotel, ne yazık ki 1990'da yıkıldı, şimdi yerinde Ibis yukseliyor..." veya "O hotel, hala aynı isimle misafirlerini ağırlamaya devam etmektedir..." diye yazmamış! Adamların ilk istasyonu olan gazinonun yanmasını, adamların bundan etkilenmesini, Pavillon'dan kovulmalarını, Claude Nobs'un etkisini falan bil, ilgilenenlere yayınla; ama, Machine Head'in büyük bölümünün bir kerede kaydedildiği kutsal koridorların hala adımlanası olup olmadığından bahsetme! Sizin gibilere, benim gibiler lazım! Veya şu 1683 gitaristin bir kısmı da olabilir.

Hac isteği de böyle mi acaba?
Yaşam şekillerini belirleyen kuralların, kendilerine iletildiği toprakları görmek mi istiyor insanlar? Kendileri gibi olan binlercesiyle, aynı anda, aynı yüksek hisleri mi tatmak istiyorlar? Ülkülerini beraberce kutlamak mı motivleri?
Benim festivalize olmamda ve bazı mezarları, doğum yerlerini, kayıt mekanlarını görmek, ellemek istememde aynı dürtü mü etkin?

O Grand Hotel, Ian'ların kaldığı Grand Hotel mi, öğreneceğim. Tren rotaları ve biletleri belirleyeceğim. Panik yapmayacağım. Mo Beer!

-----------------------------------

Yasemin, döndün mü Hindeller'den?



Burada zeytin ve masumiyet diz boyu. Ilık sevgi gövdeyi götürecek!

14 Aralık 2008 Pazar

Ölüm Korkusu

Sanırım, günlerin, mevsimlerin, saatlerin, durumların veya duyguların renklendirildiği cümlelerden sadece "I found my own true love was on a Blue Sunday." i seviyorum. Benim de yeşerttiğim beklemeler, kızarttığım pazarlar var; yine de, farklı ırklardan insanlarla beraber, deniz seviyesinden bin metre kadar yüksekte geçen bir günde, duyularımın hemen hepsinde renk taşkınları yaşayınca, şımarmışım. Utanmayıp, büyümekten özenle kaçınan bir çocuğun coşkusuyla söylüyorum. Şımarmışım resmen.

--------------------------------

İkiniz 32 sene önce güzel bir şekilde tanışmışsınız. Tanışmanız yetmemiş, bir de koklaşmışsınız. Beni bunların ilgilendirmesi ve memnun etmesi yerine; nasıl hırlaştığınız ve birbirinizden uzaklaştığınız meşgul etti yıllarca. İtekledim güzelce. Çektiniz üstünüze.

Ateş tüküren uçaklarla dolu gökyüzümde, arada sırada havai fişekler patlattınız.
Teşekkürler.

Kuş ne?

--------------------------------

Tıpkı Charlie'nin, biz dotobüsten indiğimiz anda aramıza katılması ve bizi benimsemesi gibi, tutsaklığımdan kurtulduğum gün, burada kendimi içinde bulduğum evi benimsemişim. Senin veya seninkinin evini değil, bizim evimizi işaretlemişim.
Tıpkı, yıllarca içinde bulunduğum ve huzur bulduğum ev gibi, bu evi sıcak bulmuşum. Rivayet tabi, pinotage fısıldıyor bunları.

Gitmek istediğimde gidebilmişim (to), gitmek istediğimde de gidebilmişim (from).

--------------------------------

Bir müzik (rock tabii ki) grubu kurmak, en az, bir aile kurmak kadar çekici, eğlenceli, riskli, sorunlu, onurlu ve aynı anda kolay ve zor değil mi?

Virgülsüz anlatım mı olur? Yapma allasen!

D'ya think he wants me dead?

Biliyorum, kitabın yok. Yine de okutacağım sana ve herkesin kitabına uyacak bu seyahat!

8 Aralık 2008 Pazartesi

Fırat

Tanıdığım bütün Fırat'lar, ilk tanıdığımda gerçek çocuktular. İki tanesini ben de çocukken tanımıştım zaten. Sonra üç tane daha tanıdım ve yetişmeyi ağırdan alıyorlardı. Bu sözcüklerin nedeni, son üç tane içinde de sonuncu tanıdığım Fırat'tır.

Uykusuz'un muhteşemi Fırat'ı her okuduğumda veya hatırladığımda; ilkokulda hoca ciddi ciddi konuşurken, aniden kalkıp saçma sapan bağırmama, o yaşın en kirli küfürleriyle zamanı durdurmama neyin engel olduğunu merak ederim.
Uykusuz'un zavallısı Fırat'ı her gördüğümde, büyüdüğünde bana benzeme ihtimalinin ne kadar olduğunu merak ederim.

Yüklemini rivayet kipiyle oluşturduğum her cümlemden sonra, aklımdan "hangisinden yemiş? kırmızıdan mı yemiş?" geçmeye başladı.

Mutluyum. Ufacık güneş ve azıcık mürekkep.
Çok mutluyum.

Ölü At



"Söylenecek şeyler zaten söylenmiş!" demiştim değil mi daha önce?
Beton kamyonları olur ya; genellikle beton ünitesini sabit görürüz...
Şimdi, ben de, kafamın içinde donmuş olan harcı tekrar nasıl akışkan kılabilirim diye düşünüyorum. Neyle düşünüyorum? Harçla değil. Olmadı bu...
Söylenecekler söylenmiş, söylenmeyecekler de donmuş işte!
Neyle yapıştı kafamın içine?
Donmamış mı?

"Kamyonu devirmek" ne demek bilir misin?

Barbaros Bulvarı'nda devrilen bir beton kamyonu yüzünden okula geç kalmıştık bir keresinde.
Yıldız Üniversitesi'nin içinden yürümüştük. O adımlar ne kadar da kaçamak ve neşeliydi.
Bir keresinde de (şimdiki iç hatlar terminali, uluslararasıyken), beni terminalden alıp uçağa götürmesi için çağırdığımız araba çok gecikmişti de; apronu, üstünde uçak trafiği varken koşarak geçmiştim. O adımlar ne kadar da safça ve heyecanlıydı.

Kulağımdan içeri müzik akıtarak seyreltirim bazen içindekileri. Akan müziğin her çatlağa sızabilmesi için, düzenli bir titreşim gerekir. O titreşimi veren adımlarım ne kadar da rahatlatıcıdır.

Zaten daha önce ifade etmiştim; yürüme mesafelerini şarkılarla ölçmeyi severim. Benim fikrim değildir bu uygulama. Gayet severek kullanmakta ve burada kalın sözcüklerle anlatmakta da sakınca görmüyorum.

-------------------------------------

Bana "geçmişine bağlısın" , "geçmişte yaşıyorsun" , "geçmişinin, geçmiş olduğunu anla" gibi laflar ederler. Ben de "geçmişimle neden bu kadar ilgiliyim?" diye sorardım, kulağıma eğilip.
Şimdi farkına varıyorum; geçmişimde ve/veya geçmişimle yaşamıyorum. Geçmişimden büyük keyif alıyorum ve bu keyfi paylaşmaktan da keyif alıyorum. Geçmişimden ağlak ifadelerle bahsettiğimi hiç hatırlamıyorum.
Dile getirebileceğim, hakkında sohbet edebileceğim, değer verebileceğim bütün deneyimlerim, şimdiden öncede oluşmuştur. 1992'den veya geçen haftadan çıkarıp önüme koyduğum deneyimin önemi, çok nadiren ne zaman diğerlerine katıldığına bağlıdır.
Gülmeme, bazen de güldürmeme yarayan geçmişimin harcı, sadece benim eylemlerim de değil.
Siz, bir avuç, geniş (kalın) ve rahat görüşlü eleştiriciler, hepinizin yüz ve ses izi var geçmişimde! Siz, bütün geleceğe adım atanlar, Vera Lynn için ağlayan adamın dürtülerinden bihabersiniz. Benim, geçmişimizde neleri ne kadar değerli bulduğumdan da, "biz"in kimlerden oluştuğundan da, şimdimiz ve geleceğimiz için ne kadar rahat olduğumdan da size ne ki?

Geçmişini bırakmayı düşünemeyen, geçmişini elleyemeyenlerle dolu ortalık. Değiştirmekten ölesiye korktukları kocaman çantalarıyla, ansızın kapınızdan giriveriyorlar, farketmiyorsunuz. Tüm gelecekçiliğinizle ve hatta tüm rock'n roll felsefenizle ne kadar da yıkılmazsınız!

Hanenizde ölü at var, haberiniz yok!

7 Aralık 2008 Pazar

Dream On

Son iki günüm, güneş altında (Nasıl ve neden "alt" oluyor burası? Güneş Dünya'nın üstünde mi duruyor kardeşler?), sırtımda eşyayla yürüdüğüm günlerdeki rahatlığımı özletti bana. "Birazdan" hakkındaki tatmin edici fikirlerimi, ısınan beynimin içinde, akıl sağlığım için kullanabiliyordum. Adalet, açlık, tutku, merak, iyelik, sükunet gibi dertlerim yoktu. Biranın soğuk, kızların güzel, müziğin sert olduğunu bilmek, rahatlamama yetiyordu.

Özledim! Özümden pay verdim.

Ne demiş James; "Summer's Almost Gone".
Kışı sevenlere doğal müjde, ancak...

...Dün, ne dediği anlaşılmayan, altındakileri tereddütte bırakan, bulutlu bir hava geldi şehrimin üstüne.
Sürünceme kurbanı oldu halk.
Akan kurban kanlarını temizlemek için bira yağdıracak!
Ben de elimde bu kirli küçük şeyle şirincemede kaldım.

Arkadaşlarım çok.
Arkadaşlarım çok etkililer.
Arkadaşlarım çok iyi etkililer.
Arkadaşlarım genellikle çok iyi etkililer.
Arkadaşlarım genellikle çok iyiler.

----------------------------------------------

Şehrin iyi bir semtinde, kullanışsız ve önemsenmeyen bir arazide, kereste iskelet üzerinde büyük kontraplak parçalardan inşa, karikatür dekoru gibi bir apartmanda, içinde durulmayası bir daire tutmuşum. Üçüncü (son) katta.

Apartmanın girişine ulaşmak için, 1 metre genişliğindeki yan bahçede, bir süre yürümek gerekiyor. Giriş kapısı beyaz bir levhadan teşkil.

Apartmana, benden önce girmeye hamle eden hanıma yol veriyorum. Gördüğüm manzaraya tepkim, "bina berbat, komşular zombi gibi ama benim evimin içi çok güzel" diye düşünmek. Önde, gömülmeden çözülmeye başlamış hanım, arkada ben, daracık ve özensiz merdivenleri çıkıyoruz.

Binanın içi de, dışı gibi, estetik farkıyla, Escher tasarımlarından bazılarını andırıyor...

İkinci kata geldiğimde, senin kapının önünde duruyorum. Elimdeki alışveriş torbalarını yere bırakıyorum ve kapıyı itiyorum. Evinin her köşesinde rengarenk deri parçaları var. Kafanda, kendi yaptığın kırmızı deri bir şapkayla bana gülümsüyorsun.

Yaşlanmışsın. Etkinde değişiklik yok.

Çay (veya kahve) teklif ettiğinde, ben ortalıkta gezinmeyi daha çekici buluyorum. Daha önce ziyaret edip etmediğimi hatırlamadığım evini dolaşırken, kapı tekrar açılıyor ve benim alışveriş torbalarımla içeri giren adamı ikimiz de tanımıyoruz. Sen, beni şaşırtarak "oraya bırak öyle" diyorsun. Oturduğun köşenin hemen karşısındaki tek kişilik koltuğa bırakıyor torbalarımı. Yüzünü göstermeden ama bana gülümseyerek izin istiyor ve evin derinliklerine doğru yürüyor. Sırtındaki uzun gömlek devamlı renk değiştirirken, tümüyle gözden ve kulaktan kayboluyor. Diğer odaları görmek istemiyorum artık.

Tek ses değiş tokuş etmeden, bakışıyoruz senle. Anladığını umuyorum ve sanıyorum ve mutlu oluyorum.

Torbalarımı sende bırakıp evime çıkmaya karar veriyorum.

Yaptığın deri işlerinden bahsetmeye başlıyorsun. Çok samimi övgüler duyuyorum senden, kendi işlerin hakkında. Haklısın. Evinin girişinin duvarları, gerçekten ustaca güzelleştirilmiş.

Kapından çıktığımda, yine daracık ve düzensiz merdivenlerdeyim. Önümde, kokuşmuş hanımlar mırıldanmaya ve güçlükle benim katıma çıkmaya devam ediyorlar. Aşağıdan da gelen gölgeleri görüyorum. Apartmanın otomatik ışığı yok. Apartmanda elektriğe dair ne var?
Saygı duymadan ama saygı göstererek, yanlarından sıyrılıp öne geçiyorum. Gölgeler hakkında endişeye gerek yok.

Evimin katına geldiğimde, 40 - 50 santimetre yüksekliğinde, koyu kahverengi bir kapaktan geçmem gerekiyor. O kapağı açmama yardım etmek isteyen iyi niyetli zombi kadını nazikçe reddediyorum. Kapağın bulunduğu tahta duvarın üstünden evimi görebildiğimi farkediyorum. Kapakla ilgilenmeyi bırakıp, ayaklarımın uçlarında yükseliyorum ve görüyorum! İşte orda! Siyah yatak kutum. Siyah tahtam (masam), siyah kumaş (yorgan mı?)...

Hepsi bu! Hepsi benim!

Senin renkli evine özeniyorum ama burayı renklendirmek için ne yapmam gerektiğini bilmiyorum; çaresiz, kabul ediyorum siyahın sıcaklığını.

Çürük kadın uyandırıyor beni!

----------------------------------------------

Rüyamın devamından kim sorumlu kardeşim?!
Gelsin buraya, konuşalım!

Rüyaya devam!

5 Aralık 2008 Cuma

this was my life

Bu akşam Funda ve Koray ve Ece'yle bira içtim. Teknolojiye dua ettim biraz da...
Muhabbettimiz, yıllar önce Taksim barlarında yaptığım muhabbetleri andırmasa da; çalan müziğin ve değerli uykusuzluğumun etkisiyle o barların tahta masalarının yumuşaklığını hissettim dirseklerimde...
Uykumdan en büyük parçayı da şu parça çaldı:

Megadeth - Countdown To Extinction - This Was My Life:

It was just another day (diğerlerinden gerçekten farkı yoktu)
It was just another fight (her kavgalı günüm gibi yani)
It was words strung into sentences (yazacaktım, ne var?)
It was doomed to not be right (ben yanlıştım zaten, yazdıklarım mı doğru olacaktı?)
There is something wrong with me (for sure!)
There is something wrong with you (for another sure!)
There is nothing left of us (us?)
There is one thing I can do (ne o peki?)
Lying on your bed, (yatağım yatağındır dişi limon)
Examining my head (kokudan sıyrılabilirsek, hep yaptığımız gibi)
This is the part of me that hates (sonuca yaklaştıkça, kasılarak tepkisel nefret boşalmak?)
Paybacks are a bitch (almayayım)
I throw the switch (en rahatı)
Somewhere an electric chair awaits (mahkeme çok uzun sürer yalnız, aman adalete dokunma)
Hey!
This was my life (olan)
Hey!
This was my fate (olagelen)
This was the wrong thing to do (neresi?)
This was the wrong one to be doing (kim?)
This was the road to destiny (tatlı, pürüzsüz ten rengi asfalt)
This was the road to my ruin (yıpranacağız elbet!)
Now there's motives for the suspect (olmaz mı? gırla!)
Now there's nothing left to say (sarkastik seni! bu da gırla var aslında)
Now there's method to the madness (hem de çok çekici metodlar var, çok zevkli...)
Now there's society to pay (estağfurullah! ben öderim!)
In our life there's if (anlamayana : life)
In our beliefs there's lie (anlamayana : beliefs)
In our business there's sin (anlamayana : business)
In our bodies there's die (anlamayana : bodies)
This was my life (olagiden)
This was my fate (zevkini merak ettiğim)

4 Aralık 2008 Perşembe

Teyze, anne yarısı mıdır?


Zavallı bir Pink Floyd - Time özenmesiyle başlıyor benim ensemden senin kuyruk sokumuna uzanan tüy isyanı! Çok basitçe, tek düze ve günlük hayattan, tik taklayan bir saat ve rahatsız edici ama bilinçle kısa ve ani kesilen zilinin sesi. Bas gitar, elektrik davul, elektrik piyano ve Barış Manço nefesi. İlk kıtadan sonra flüt...
Yeni Bir Gün Doğdu, Merhaba
Mütevazı bekar evi kahvaltısı tadında, kısa bir şarkı. Arkasından gelecek bolca çayı veya kahveyi kolayca tahmin edebildiğin, eğreti oturuş hissiyle dinliyorum.
Sırtımın yarısına ulaştı bile tüy kökü kasılmaları. Kolay gelmiyor 1981'e avuç içlerimi tutup ısınmak. Benle yaşıt bu albümün, 4. senemin bitişinde ellerime bırakıldığı anı hatırlıyorum. Siyah kırmızı manyetik kaset ve turuncu siyah kaset çaları avuçlarımda hissediyorum. O günkü kadar pembe değil parmak uçlarım. Patiye benzemiyorlar artık. Kulaklarımsa binlerce orjiye katıldı.
Dört senelik dimağımda "gelecek" yoktu. Sadece "birazdan", "bu gece", ufuğun berisindeyse "yarın" vardı... Ne "birazdan" var artık, ne de 1465 günlük teslimiyet.
Yeni bir gün doğdu, merhaba ve umut yüklü vücut yataktan kalkıyor, belli.
Bu doğallık ve insanlıkla başlanan günün, çocuk neşesiyle yaşanması beklenmez mi?
İşte! Anlıyorsun Değil mi?
Çocuklar için yapılmış gibi bir neşe, bir tempo, bir sadelik! Teeeyyy!!
O da ne?
Hava ayaz mı ayazmış, elleri ceplerindeymiş.
Bir türkü tutturmuşmuş; duyuyormuşsun, değil mi?
Çalacak bir kapısı yokmuş, mutluluğa hasretmiş; artık, sokaklar onunmuş.
Görüyormuşsun, değil mi?
Zaman akmıyormuş sanki, saatler durmuşmuş o gün.
Sonsuz yalnızlığında bir tek sen varmışsın o gün.
Ya dönecekmişsin O'na artık, duyuyor muymuşsun?
Ya çıkıp gidecekmişsin dünyasından, anlıyormuşsun değil mi?
Bir resmin kalmışmış O'nda, tam ortadan yırtılmışmış; hani siyah kazaklı, biliyormuşsun... Gözlerinden süzülen bir kaç damlada senin sıcaklığın varmış!

Sen kimsin lan? Niye üzüyorsun rahmetliyi?
Niye çocukluğumun neşesini yaşatmıyorsun bana şimdi tekrar!
Neden kafasını bulandırıyorsun güne merhaba diyebilen bir adamın?
Çok şanslısın, güne merhaba diyebildiği sürece, gözlerinden damlalar süzülebilecek ve belki de senin sıcaklığın ayazı kırabilecek. O değil! Sen şanslısın! O rahmetli çünkü!

Hi-hat ve elektro bas oyunuyla Ne Köy Olur Benden Ne De Kasaba başlayınca, ufak ufak anımsadım, bu üç şarkının birbirine bağlı olduğunu. En temiz haliyle Pink Floyd albümlerinden aşina olduğum bağlantılardan kullanmışlar. Yeni bir güne kurşun gibi ağır gözlerini (göz kapaklarını) ağır ağır açan adam, şimdi, o gece kurşun gibi ağır gözlerini ağır ağır kapattığını anlatıyor. Öldükten sonra duyulan, Pink Floyd - One Of These Days ve The Doors - Unknown Soldier kırması bir davul ve klavye düğünü... Ancak, melodiyi çok özgün ve özenle döllemişler! Türk gerdeği, belli.

Bütün albüm boyunca, tepemdeki buluttan kurtulmama yarayabilecek bir kaçış aradım. 27 sene önce önünden geçtiğim bütün küçük tahta kapıları otlar örtmüştü. Ellemeden önce, hepsine uzun uzun baktım. Bütün şarkılarda, şu anda salonumun büyük bölümünü kaplayan çirkin halının üstünde pijamalarım içinde, Topak ve Kermit'le oturup; teybin tuşlarına annemi kızdırmayacak şekilde basmaya çalışmamı hatırladım. Şimdi lazerli, kablosuz fare yordamıyla "media player" ın üstünde işaretçi gezdiriyorum. 27 senede değişenler neyi geliştirdi?

Ne zaman ulaştı ürperti kuyruk sokumuna?

Kara Sevda dinleyen okurum, insafa gel.
Kanatlı kurtarıcımı bana bırak lütfen. Sal, dönsün bana...
Bende istediğin kadar resmin kalabilir. Ayazda da kalmam, çalacak kapım da olur. Sadece o kanatlar olmadan beni taşıyamaz ve ben kendisi olmadan onun kanatlarını kullanamam. Yalvarırım kıyma ona!
Barış Manço ilk vücuduydu onun. Yapma bir daha!

Veya, beraber binelim sırtına; bulutsuz yeni günlerde, sokaklarımızdaki gölgemize merhaba diyelim yukardan.
Saat zili sesi yerine müzik kullanalım uyanmaya. O çalsın, söylesin bize.

1 Aralık 2008 Pazartesi

17 Aralık 2008 için

Şşşşş!
Millet!
17 Aralık son virajda yine...
Ben, 10 sene önceki tutumumu tekrar benimsiyorum ve kayalıklarda cinsiyet ayrımcılığı yapılmasına karşı çıkıyorum!
Aylık çalışma programımı hazırlayan hanım insan bile, her Kasım ortası ben söylemeden hatırlar da, en çok katılması istenen beyefendiler ya unutur ya önemsemez!
Dolayısıyla, katılımcılar hafif bir burukluk yaşar. Dünya Sarı Votka Günü'nün kurucularının anısına yapılan sohbetler ve hareketlerin daha da neşe vermesini istiyorum. En başta rahatça dile getirebiliyorken, sonradan içime attığım üzere; kayalıklarda kadeh tokuşturanlardan bazılarının hoş sohbet kadınlar olmasının faydaları, zararlarından çoktur! Ayırca, 17 Aralık 1994'te maço hiç bir temel atılmamıştı; sadece dürtüsel bazı azgınlıklar yaşandı. Emin olun sevgili müdavimler, 25.05.2008'de bahçede gördüğüm kız, telefon kulübesine tıkışmamıza nasıl neden olmuştu, şimdi anlamıyorum... (anlıyorum tabii ki aslında ama, böyle anlatmam gerek!)
Dolayısıyla, sözüm, sohbetinden zevk alındığından emin olan tüm hanım arkadaşlarımıza...
Adı "Dünya Sarı Votka Günü" olan bu kutlamanın, adını koyan Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi mezunu erkeklerin tekelinde kalmasına ve cılızlaşmasına mani olun!

Bir de, lütfen yeterince kalabalık gelin ve beni soğuk Marmara Denizi'ne atmalarına da engel oluverin...

Audio CD



Metafor 1:
Duramayan arabayım. Lastiklerimin altından ne zaman geçeceği belli olmayan tümsekler ve çukurlar en büyük eğlencem! Bu metaforun yakıt, sürücü, ışık, konfor, kaza, trafik ve yedek parça gibi öğelerini sen yerleştir.

Metafor 2:
Elmas mermisin. Menzil tanımı yapılamayan silahın, kısa, yivli namlusundan, boşluğa gönderileli 29 ışık yılı olmuş. Deldiğin her kütleden sonra, delikten geçip seni takip eden ışıktan yılmışsın.

Kafam kafa gibi değil. Parmaklarımın ellerime, ellerimin kollarıma, kollarımın gövdeme bağlantıları yok gibi. Hareketlerime bulduğum enerjinin kaynağını merak etmekten, hareketlerimin ortaya çıkardığı işlerden bihaber oldum.
Alain de Botton’dan Kiss & Tell duruyor pufun üstünde. Bu kadar yorgunken okuyamıyorum. Öptüklerimi anlatmak istesem de yazamıyorum. Bu ara, pek okur-yazar değilim yani…
Sert Rock dinlemekten başka hevesim var mı şimdi?
Varmış: Tokan, bütün kapasitesini kullanmış; seni polyesterden koklamak!

İnsanların “gerçek” hakkındaki tartışmaları ne kadar uzun zamandır mevcut ve anlatılası, dinlenesi değil mi? Savunulanların ezeli rekabetini, yıllardır, sıkça saf değiştirerek ama hiç fanatik davranmadan, izlemekten büyük keyif aldım. En başlarda, “Yuh bee! Öyle mi kontrol edilir lan?! Ben bile atardım bunu lan!” gibisinden ahkam dilimlerimi tek başıma yediğim de oldu, yakınımdakilere ikram ettiğim de. İkramlarımı zevkle kabul edenler de oldu, nazikçe geri çevirenler de… Ahkam ikramlarına gerek duymayan, “gerçek” üstüne karşılaşan tarafların tüm donanımlarını ve savlarını ezbere bilen fanatiklerle karşılaştığımda, maç histerilerinden daha da uzaklaştım.
Uzaklaşmam, fanatiklerin motivlerinin benim için gerçek olmamasındandır sanırım.
Üzerine bu kadar düşünülen, tanımında mutabakat kurulamamış “gerçek” ne kadar da eski! Bazıları için, sorgulanması, algılanmasından çok sonraya bırakılmış bir sürü olgudan çok daha önemli; bazıları içinse, sorgulanması, algılanmasından çok daha zor veya çok daha gereksiz veya çok daha zevkli… çok daha çekici?

Anladığını söylediğin, ortak kabul gören gerçek. Bunu tartışmıyoruz.
Ne anladığını tartışamayız. Anladıklarını, “gerçek”leştirmek fikri çekici ama bunun için yeterince umursamaz veya dayanıklı değiliz.
“Gerçek”ten anlayıp anlamadığını tartışmamız için, nedenleri sorgulamak isteyebilirsin. Bildiğim kadarıyla, sadece benim nedenlerim var ve bencil değilim. Sanırım, sanıların var ve tanılarınla karışıyorlar. Nesnelliğin kime göre? Bana uygun mu?
Benim sunduklarımın bağıntılı olduğu her veriyi nerden biliyorsun?

Zıvanadan çıkmak, azıtmak mıdır? Zıvanadan duman çıkmaz mı?

Metafor 3:
O, senin delip geçtiğin; altıma serdiğin bir tay. Sen çarptığın sırada, doğduğu yayladan çok uzakta, otoyolun karşısına geçiyordu. Arabaların çoğunun duramadığını zaten biliyordu, temkinliydi.
Teşekkür ederim.

Metafor 4:
O, seni namludan iten basıncın nedeni olan patlamanın ışığı. Yavaşlayıp, dikiz aynamın ardına saklanabilirsin. Bir gün durabilirsem, ön camıma katılırsın.