28 Mayıs 2007 Pazartesi

un diamant de place

Kendi işimizi kendi ekibimizle gördüğümüz zamanlardan bir gündü. Sanırım 1999'un son ayları veya 2000'in başlarıydı. Ayça ile Nepal'den döndükten sonraydı galiba.
Bir mesaiye daha yetişmek için servisteydik. Ataköy'den Ayça'yı aldık. Başka kimler olduğunu sordu abla. "Elmas var." dedim. "Yer Elması?" diye sordu... Nasıl da komik gelmişti. Çok gülmüştük. Elmas, neredeyse 2 metrelik bir hatun çünkü.
Yeşilköy'den Elmas'ı da alınca anlattım Ayça'nın incisini. O da kahkaha atmıştı. Güzel günlerdi. Bittiler lakin, yenilerine gereğinden fazla yer açmak için.

Yıllar sonra, Fransızca derslerimden birinde, "Pomme de terre"in ("pomme" elma, "terre" yer anlamına gelse de) yer elması değil de, patates anlamına geldiğini öğrenince, bu sebze beni bir kez daha güldürmüştü. Yoksa, güldüren Fransızlar mıydı?

Dün gece Murat'a gösterdiğim resimleden birinde, Rusya'daki bir elmas madeninin havadan alınmış görüntüsü vardı. Dünyanın göbek deliği gibi duruyordu. Murat bana "Elmasın hammadesi ne?" dedi. Güldüm, "Karbondan yapılır elmas." dedim.
Sonra, düşündüm. Elmas pazarının varolma nedeninin, kadınlara gereğinden fazla değer veren erkeklerin salaklığı olduğunu mırıldandım. Murat duymadı mırıltımı. Duysaydı bile, "Abi kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez..." derdi. Haklı olurdu biraz... Biraz...

Bugün, Bakırköy'de kuyumcularla dolu bir pasajdan geçerken, eski sevgilime almayı düşünüp vazgeçtiğim yüzüğü hatırladım.

------------------------------------------------

Salaklığımın sıradanlıkla perdelendiği bir alanda, yerde oturuyorum. Neden ayağa kalkmadığımı anlamaya dişleri terlese de güçleri yetmeyecek maden işçileri var etrafımda. "Shine on, you crazy diamond" dan da bihaber bu işçiler.

- "Crazy Diamond" ne?
- "Manyak yer elması" canım.

Bu işçilerin eline kalem veremezsiniz. Kazmayla yazmaya alışmışlar çünkü. Sözcükleri haznelerinden, beyinlerinden değil; medyaya ve sadece biribirlerine dokunan iletken algılarından gelir. Dolayısıyla ana dilleri yıpranmıştır.

Kazıp durdukları yerin derinliklerinde ne güzellikler olduğunu bilseler de; ulaşmaya korkarlar o nimetlere. Kazarken, zaten donlarına kadar sırılsıklam olurlar ama, cevhere dokunurlarsa kirleneceklerini sanırlar. Patronları öyle telkin etmiştir çünkü. Cevheri sadece patron değerlendirebilir. Masmavi başlayıp simsiyah bitirdikleri mesaileri boyunca, bir sürü yer elmasına denk gelirler. Yer elmaları, elmasların da, kazmaların da farkındadır. Konuşmazlar madencilerle. Konuşurlarsa nasıl tasnif edileceklerini bilirler çünkü. Yazamayan, iletişim meraklısı zavallı madencilerse cevhere doğru ilerlemek uğruna, beslenmekten feragat ederler. Oysa, yer elmaları çok besleyicidir.

Geçenlerde, madenden çıkan bir işçi, oturduğum yerde, omzumdan dürttü beni. Kulağımdaki kulaklıkları çıkarıp, dikkatimi kendisine yönelttim. Yüzüme bakıp bakıp şaşırdı. Yerin 7 (yedi) kat dibindeki cevhere kadar kazıp, dokunamamış olmanın huzursuzluğu ve sıcaktan çıkmış olmanın rahatlığıyla, şaşkınlığını gizlemedi. "Aaaa! Konuşan bir yer elması!" diye arkadaşlarına seslenmeye çalıştı. Arkadaşları pek oralı olmadı. O da kazmasıyla, yarım yamalak diliyle, toprağa, hemen yanıma yazdı şaşkınlığını. Doğru değil ama bana uyar.

Nasıl olsa müziğimi bölen ilk işçi değil. Son da olmayacak. Şaşırırken farketmeyi atladığı şey, benim şaşırmadığımdı. Çıktığı deliği düşüne düşüne yürüdü. Arkasından gelen işçi, yerdeki yazıyı adımlarıyla sildi. Biribirlerinin emeğine saygı duymayan yaratıklar bunlar. Bütün saygısızlıkları da, cevherden küçücük bir parçaya sahip olup emekliye ayrılmak için.
Doğaları böyle. Tıpkı, benim doğam gereği, her birinin farkına varmam gibi... Aramızdaki asıl fark, benim onların doğalarına saygı gösteriyor oluşum ve bunu bir erdem sayışım. Hiç bir değere sahip olmalarına yaramayan emekleriyle dalga geçmeyi seçemedim bir türlü.
Doğaları gereği bilemedikleri bir şey daha var: Oturduğum yerde gücümü kaybetmiyorum. Öteme berime yazmaya çalıştıkları şey beni rahatsız ederse; veya, kazmayla kafama vurmaya çalışırlarsa, kazmanın sapını gözlerine sokabilirim. İşçi de çok, yer elması da...

-----------------------------------------------------

Rock-im-Park'a 3 gün kaldı! Orda da binlerce yer elması olacak!

26 Mayıs 2007 Cumartesi

Ne menem

* Yaşam şeklimize, özgürlüğümüze karşı yapılanan tehlikeye karşı, milyonlarcamız yürüdük orada burada. Neden daha önce değil? Neden 2 sene önce yürümedik? Oturarak, e-posta göndererek, el yordamıyla ne yapmaya çalıştık?
Seçimden sonra ne olacak?
Yapılanmaya devam eden tehlikeyi yok mu edeceğiz? Herkes (yürüyenler ve yürüyenleri seyredenler) daha özgür ve aydınlık geleceğe mi kavuşacak?
Farkında olmaktan ve etkide bulunmaktan çekinmeyenler artmadıkça; bağımsız yaşamlar hep aynı tehdit altında olacak, kanımca.
Farkında olabilecek insanlar yetişmedikçe; birileri, en sert adımların sesleriyle fark ettirecek gibi geliyor bana.
Cem Yılmaz, ağabeyim olsaydı keşke. "Eğitim şart!" a takıldım ben yıllardır çünkü.

* "İyi bir müzik albümü, her seferinde aynı keyifle dinlenendir." diye okumuştum, bir zamanlar ve katılmıştım. O kadar şanslıyım ki, onlarca iyi albüme ulaştım. "İyi kadın" tanımı yapabilecek olan var mı?
Peki ya "İyi kitap"..?
Birinci tanımın yöntemi, sanırım sadece tanımladığı olguyla kullanılırsa işe yarıyor.
Arkadaşlarım, her görüşmemizde bana aynı tadı vermiyor ama bir kaç tane iyi arkadaşım var.
Ben de herkese hep aynı keyfi yaşatamam doğal olarak. Gelin görün ki, iyi bir adam olduğumu sanıyorum.

* Küçük bir ağaç verdim. Henüz yeni çiçeklenmişti. Aldı, taş döşemeye koydu. "Kökleri toprak ister bunun." dedim. "Sularım ben." dedi. Suladı da...
Su dallardan aşağı süzüldü durdu. Ormanım olduğu için, seyrettim; müdahele etmedim.
Sonunda, kayganlaşan sert zeminde tutunamayan ağaç, ilk rüzgarda üstüne devrildi. Bacağını kırdı tembelin. Şimdi bana bağırıyor, "Neden toprak vermedin?!" diye...
İnsaf be kardeşim. Bahçen var ya kocaman! Ben ormanda yatıyorum, kalkamam şimdi. Kendin git doktora.

* Rock-im-Park'a 5 gün kaldı! Ne yapacağım?

25 Mayıs 2007 Cuma

Yokuş aşağı

Söylediklerim uzun. Çünkü, çok az şey bilyorsun. Bildiklerinle yaptıkların, beni tatmin etmiyor. Ben, seni tanıyana kadar, yetersiz olduğumu sanırdım... Arabaya ihtiyacı olmadığını anlayan adam gibiyim şimdi.
Söylediklerimi hızlı söylüyorum. Çünkü, çok yavaşsın. Vakit az.

İsterdim ki, hiç sözcük kullanmadan ve eksiksiz bitirelim günleri. Arkasından gelen güne dair gülümsemeyle...

Uzun bir yokuştan aşağı kaymadan, hasar görmeden inmeye çalışıyoruz. Ben seni tutup, sağlam basmana yardım etmeye çalıştıkça; destek olmama izin vermek yerine, hızlanarak kaçıyorsun. Sanırım kaymanı ve yuvarlanmanı seyretmek zorunda kalacağım. Bir dahaki yokuşta nasıl olsa dibimden ayrılmazsın.
Pansuman ister misin?

--------------------------------------------

Sıkılan adam ve özü:

- Dün akşam kuleden dışarı baktığında göremediğin ışıklar, aslında yanıyordu.
Pencereyi temizlememişler. Bizden önceki ziyaretçiler kirletmiş camları. Ben, bir yandaki masanın hizasından bakınca anladım bunu.
O kadar mutlu ve umursamazdın ki o sırada, seni çağırmadım.
O kadar sıkılmıştım ki, seni beklemeden gidiverdim.
- Gittiğini sanıyorsun. Etrafına bir daha bak. Sen hala benlesin.
- Biz hiç beraber olmadık canım.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Roger Waters bendeydi

Sabah. Ayılamadım. Gözlerim parmaklarımla dalga geçiyor.
Anlatacak o kadar çok hikayem var ki, şu saatte bile heyecanla koyuyorum elimi klavyeye.
Dağıtacak o kadar çok tohumum var ki, en çorak tepeye bile heyecanla koşuyorum.
Gel gör ki, mevsimler yok olmuş.

------------------------------------------------

Dayanamadım...
Kopyalıyorum:

Pink Floyd, Nobody Home:

I've got a little black book with my poems in
I've got a bag with a toothbrush and a comb in
When I'm a good dog they sometimes throw me a bone in
I got elastic bands keeping my shoes on
Got those swollen hand blues.
Got thirteen channels of shit on the T.V. to choose from
I've got electric light
And I've got second sight
I've got amazing powers of observation
And that is how I know
When I try to get through
On the telephone to you
There'll be nobody home
I've got the obligatory Hendrix perm
And I've got the inevitable pinhole burns
All down the front of my favourite satin shirt
I've got nicotine stains on my fingers
I've got a silver spoon on a chain
I've got a grand piano to prop up my mortal remains
I've got wild staring eyes
I've got a strong urge to fly
But I've got nowhere to fly to
Ooooh Babe when I pick up the phone
There's still nobody home
I've got a pair of Gohills boots
And I've got fading roots.

(dün akşamdan beri böyle hissediyorum.... yine geldi ne yapayım...?)

22 Mayıs 2007 Salı

kur, kuru, kurum, kuruma, kurumam

Altı sıkıcı günün sonunda, daha az sıkıcı günlerini yaşamak üzere, Hakan ana evinde!
Bugün Gayrettepe'den Bakırköy'e geldiğinde ben de anamın evinde uyuyordum. Karşılama komitesi olamadım, oluşturamadım. Neyse ki pedalizeydim. Hakan'ın evinin anahtarlarını havada yakalamaya çalışıp, topraktan söktüm. Hakan'ın evine gittim. Kapıda komşusuna biraz hesap verip, bolca selam ve iyi niyet aldım. Karlıyım değil mi?
Hakan'ın evinin içinde, sehpayı ele geçirmeye çalışan meyva suyu soyunu defettikten sonra; dizüstü tesisini ve gerekli eğlencelik diskleri alıp tekrar seleye atladım. Kulağımda ahenkli bangırtı, İstanbul Apartmanı'na doğru, ayaklarımla düzenlice kuvvet uygulayıp iş yaptım.
Hakan'la havadan sudan ve müzikten ve yaştan ve güzelliklerden ve dertlerden ve çocuklardan bahsettik. Yeri gelmişken söyleyeyim, Faith No More'un Evidence'ı üzerine az şarkı, klibinin üzerine az klip var kanaatindeyim.
Hakan'ın önümüzdeki iki hafta boyunca eksikliğini en çok hissedeceği şey internet bağlantısı sanırım. 2 km'lik bir kablo mu alsam arkadaşıma?
Ayrıca, benim de kullandığım "proton pompası inhibitörü" bir ilaç kullanacak olması, ironik geldi nedense...

---------------------------------------------------------

90'ların da 60'lar kadar içten olduğunu düşünüyorum.
Patlamaların daha renkli ama daha etkisiz olması, bu fikrimi değiştirmeli mi acaba?
Dert etmiyorum. Sesleri güzel çünkü... Tatmin edici!

---------------------------------------------------------
---------------------------------------------------------

Bahsettikçe heyecanlanırsın. Heyecanlandıkça, hakkında beraberce kafa yorabileceğin birini isteten türdendir. Kokusunu duyman için yakınında olmasına gerek yoktur. Şarap ve müzik ve deniz O'nla veya O'nun fikriyle okşar sadece gırtlağını, kulağını, dimağını, alnını... O yoksa, çiğdir bu nimetler.
Hastalığın farkındasındır. Yine de, bunun bir aşılanma mevsimi olduğunu telkin eder, kendini mutlu "eve dönüş"e hazırlarsın.
Binlerce şarkı vardır, senin gibi hastalar tarafından, O'nun gibi mikropları ve tedavi yöntemlerini anlatmak için yazılmış.
Sen bir casusa dönüşmüş, O'ysa senin tatlı çocuğun olmuştur.
En ürkütücü düşüncen çok basittir: "Yine mi?"
Her gün görmen, ilişkinin sıcaklığı, mesafe, hediyelerin, dudaklarının tadı, uzakta veya yakında hep aynı güzellikte olan sesi, hayatının renkleri, kelimeler ve kıyafetsiz kalmanız; "yine mi?" ye en güzel cevapları verir, senin artık düzgün çalışmayan zihnin yerine. Daha güçlüdür, daha rasyoneldir mutluluk. Aldanan yoktur.
Şarkılar artık gerçeği anlatıyordur. Anlam bulacak çok şey vardır etrafta, her yerden vıcık vıcık anlam akıyordur üzerine. Şerbet gibi... Şeker bataklığında uyursun her gece; çiçeğinin polenleri burnuna ve gırtlağına kaçınca uyanırsın her sabaha karşı. Bu ne zengin dünyadır. Sen ne zenginsindir.
Tek duyduğun daha da güzelleşmiş şarkılar ve çocuğun ilham rüzgarı sesiyken; bir sabah polenler azalır ve öğlene doğru uyandığında, önce yavaşça kapanan kapının sesini, sonra daha da yavaşça çevrilen anahtarın şıkırtısını, en son da merdivenlerden aşağı inenin adımlarını duyarsın. Öğlen sıcağında, apartmanın girişine ve çıkışına gelir adımlar. Duyamazsın artık.
O, müziği kısmıştır ve giyinmiştir kat kat. Senin gömleğini giymemiştir lakin.
Müziği kısmıştır O. Çocuk daha da uyusun diye. Casus, apartmandan uzaklaşırken, yeni çocuk O'nun hayatının renklerinden biri olduğunu anlayıp, gölge arar kendine, gömlekten ziyade. Artık, sen gölgedeki belirsiz renksindir. Yeni casus, apartmanın önüne dayar kamyonu. Gömleğini tabana serer eski çocuk, yeni anne.
Sen aparmandan çıkarılırken güneşte yanarsın. Casus ve annesi gazlarlar.
İlham rüzgarı tekrar eser sonra. "Yine mi?" dersin, yine. Mavi saçlara küllerin bulaşır.
Akşam, tek suda gidersin giderden... Küllerin şarap içemez ve duyamaz ama, denizle bir olurlar. Onlar'la yüzersin. Balık dudaklarından dinlersin dersinin özetini. Gündüzleri masmavi, geceleri kapkara bir okulun öğrencisi...

En doğrusunu, anomaliyi farkedenlerin yaptığını anlamak, küllerine nasip olur.
90'ların tam ortasında düşündüğün gibi... O, farkındadır artık. Sen de kurusundur. "Eve dönüş"ün yoktur. Çalkantıda sürüklenmeye alışman vardır.

17 Mayıs 2007 Perşembe

IŞIN

Dün gece Hakan'ın kafası çok güzeldi... Yasal ve emniyetli şekilde hafifletildi kardeşim.
Çünkü dün, Hakan'ın karnı kötüydü.
Hastanede gerekli girişimler yapıldı ve Hakan'ın sorunu giderildi.
Dün gece, ilacın etkisindeki Hakan'la yaptığımız konuşmaların çoğu unutuldu bile.
Acıların da unutulması kısa sürecek!
Bir insanın sindirim sisteminin çalışmasının sonuçları bu kadar ilgiyle beklenebilirmiş demek ki...
Detay isteyen benle veya Hakan'la irtibata geçsin lütfen.

-----------------------------------------------------

Az önce VH1'da Stevie Ray Vaughan'ın yorumldığı Little Wing'in klibini izledim.
Klip sırasında, pizzadan bumerang yapılabileceğini öğrendim. Sonra, anlamsızlaştı herşey yine. Stevie Ray Vaughan da yoktu, Little Wing'i yaratan Jimi Hendrix de... Televizyonum kapalıyken Little Wing de yoktu. Algılayanın varlığı, algılananların umurunda değilse; algılayan da bu umursamazlığı gereğinden fazla umursuyorsa, aşınma kaçınılmaz değil midir?
Comfortably Numb, buna da değinmez mi?
Çöle dönülmez mi? (çay içmeye değil!)

Gitarına Lucille adını veren adam haklı. Stevie Ray Vaughan da haklıydı.
İstedikleri gibi okşadıkları, parmakladıkları, yerden yere vurdukları, inim inim inlettikleri, yüzlerini şekilden şekile sokmasına izin verdikleri, boyunlarına astıkları, üzerine titredikleri, kendilerine özel olana dek değiştirdikleri, yanlarından ayıramadıkları, öptükleri, sırtlarına ve kucaklarına aldıkları, yaktıkları, duygularını paylaştıkları bu şey, karşılık olarak sadece güzellik vermeye ve sadık ve güvenilir kalmaya, nasıl kulanılacağını öğrendiklerinde başlamıştı. O zamana kadar dökülen emekleri ölçmek mümkün müdür?

Klipte arada bir duyulan ses "O"nu gördüğü, tanıdığı ve sevdiği anı anlattı. Bir Stratocaster'dan "O benim ilk karımdı" diye bahsetti sözünün sonunda.
Bir adamın bir alete bu yakınlığı duyabilmesini yadırgayanlar için; müziğin, duygusal çıkıntıların şekillendirilme yöntemlerinden biri olduğunu söylemem de gereksiz olacaktır. Yadırgama komitesi, gitarla cinsel ilişki detayına takılacaktır muhtemelen. Takılsın ve kalsın orda. Elektrik çarpsın penasını...

Sonra, yukarıdan gözüken siyah beyaz tarlalar yeşile dönüştü. Gök gerçek mavi, bulutlar beyaz oldu. Konuşurken sesi korkunç olan, beyaz kıyafetli ve ak kalpli siyah adamın yumuşak ve umutlandırıcı şarkısı başladı. Dünyanın güzelliğinden bahseden bu adam da yok artık. Dünya da renklerin güzelleştirmeye yetmeyeceği kadar çirkin. Güzellikler bilinç sahibi ve kötü niyetli veya uzak.

Dünyaya çarpacak bir asteroid olmadan da durumyeterince vahim. Şimdiden, gidecek daha iyi bir yer gerek ama kalacak yer yok. Yollar da müziksiz çekilmiyor. Işınlanmaktansa, ben, korkuyorum.

12 Mayıs 2007 Cumartesi

Taşdevrinin Kraliçeleri

İşte bu, gördüğünüz anda tepeden tırnağa titreyip hayran olmanız gereken bir görüntü! İşte bu, olmak istediğiniz olmalı! Bu işte! Bu! Başka değil...
Siz, kendinizi fark edemeyecek kadar aptalsınız ne yazık ki...

İnsanlara attığınızı sandığınız yumruklar sadece sizin dev aynalarınızda işe yarar. "Taksi Şoförü"nde, Robert De Niro'nun karakterinden iki adım geridesiniz. Bu adımların sağ ayakla atılanı, sizin hiç yaşayamayacağınız dürüst, içten, sevgili ilgidir. Sol ayakla atılan ikinci adım ise, cesarettir ki, bundan da nasibinizi alacağınız yok! Derinliğiniz aynı hemen hemen... Kızkumu misali, değişse bile hep açık renk!

Oturup seyretmenin ve gördüklerini işlemenin yararını kullanmamışsınız ki... Siz, güzellikleri tutmaya çalışırken onları kıracak kadar kalınsınız ne yazık ki...

Dünyanın herşeye sahip olduğunu anladığınız andan itibaren, kendinizi bir yerlerde eksik hissediyor gibisiniz. Orası neresi bilmiyorsunuz. Arayıp durdukça yoruluyor ve sinirleniyorsunuz. Nerede durmalısınız acaba? Durmasanız olmaz mı? Hareket mi daha farkedilir kılar sizi, sabitlik mi? Of, bu hayat neden bu kadar nankör?! O zaman kahpe hayata tokat atın. Hayatın neresine geldiğine bakmayın sakın! O size acımadı çünkü... Siz, öleceğinizi bilemeyecek kadar seyrek oksijen soluyorsunuz ne yazık ki...

Söyledikleriniz kafanızın içinde sivrildikçe, diğerlerine saplandığını sanıyorsunuz. Oysa, her saniyeniz beyin kanamalarınıza pansumanla geçiyor. İnin aşağı! Kürsü değil o! Sahnede değilsiniz. Korkmayın, sizi kucaklayacak birileri bulunur aşağıda. Sattığınız biletlerin karşılığında sıkılanların konuştukları, sizi, sizin sözlerinizden daha çok etkiler. Unutursunuz bu gerçeği... Balık çok değil mi?

Korkmayın; insanların sizi parçalamaktan, ayıplamaktan, emmekten, anlamaya çalışmaktan daha önemli işleri var. Uğraşmayın; zorla kimseye giremezsiniz. Kaçmayın; ölmedikçe kendinizden çıkamazsınız. Siz, kendi aklınızdaki ve ağzınızdaki kapıları açmak için, kendi fikirlerinizi ve sözlerinizi denemeye korkan çağlalarsınız. Çağlayamazsınız lakin!

Hak vermekten bitap düştükçe, diğerlerinin yorgunluklarına benzetirsiniz kendinizinkini. Dinlenmeye ihtiyacınız vardır tabii ki. Sizi dinleyen olsa dinleneceksiniz... Dinletmek için kendinizi, dinlencelerden ödün verir ve verdirtirsiniz. Size emek değil, yemek verilmiştir de; ondan bilmezsiniz yorgunluğu...

İnsanların nedenleri değil, sizin nedenleriniz baskındır. Dolayısıyla, sonuçlar sizcedir.
Dininiz yoktur. Farklı ve rasyonel olmalısınızdır. Karşı çıkarken klişeleri her yere saçarsınız. Yeterince birikince de üstüne çıkar, bağırmaya devam edersiniz aptallıklar hakkında. Klişeler o kadar şeffaftır ki, yığın bile olsalar altlarını gösterirler. İlk gören de dağıtır onları. Altınızda bir şey kalmayınca, inersiniz koyunların yanına. Çoban olarak değil. Tilki olarak da değil. Nesiniz şimdi? Sorun benliğinizin başladığı andan beri bu değil mi zaten? Nesiniz? Ne?
Siz, bir görüntüsünüz. Hayran olunacak bir görüntü. Işığın yansıdığı cisim değilsiniz. Yansıyan ışıksınız. Cisminiz hep görenlerle meşgul olduğu için, kendisine bakamaz. Bu yüzden de zamanla çirkinleşecek, hayran olunmayası olacaksınız. Bakımsızlar takımına ait olduğunuzu anlamanız çok zor. Anlasanız bile, can yoldaşınız inkar, size yardım etmeye hazır olduğunu fısıldayacak yine...

Bakmayın siz bize... Biz değersiz organizmalarız. Ayaklarımız mı daha kötü kokar, ağızlarımız mı biz bile bilmiyoruz... Sevenimiz de yoktur bizim. Siz anlarsınız, hayran olunasılar olarak, ne kadar şevkate muhtaç olduğumuzu. Acımak yoktur! Şevkat vardır. İlgi vardır. Sevgi yoktur. Paylaşmak yoktur. Almak vardır. Vermek vardır. Vermezsiniz lakin. Alabildiğiniz kadar alırsınız.

Size acırlar, haberiniz yok. Aldıklarınız eskidir.
Aynı anda hayran olunası ve acınası olmak nedir bilmezsiniz.

Bir kadeh rakıyla veya bir parça otla, yüklü bir banka hesabıyla, pahalı bir arabayla, sık uçak yolculuklarıyla mükemmel olursunuz. "Yükselme"yi böyle tanıtmışlardır size çünkü. Düşmeyi tanımaktan korkarsınız. Yükseldiğinizde gördüklerinizin, herkesin görüş alanından daha genişe yayıldığını hissederek; seyrek hava orgazmı yaşarsınız. Halbuki, çişiniz gelmiştir sadece! Siz, ayıkken tuvalete gidip, kendinizden iğrenmekten korkarsınız. Uykulu, sürünürsünüz aynanın seviyesinin altında, klozete doğru. Mükemmelliğinizin böbrekleri ve bağırsakları deliklere bağlı değildir çünkü. Üre ve metan gazı sizin vücudunuzda oluşmaz. Burnunuzda havanın tozu birikmez. Yüksekte herşey temizdir çünkü.

Siz, yürüyen kadavralar, ilk kesiği yediğiniz ana kadar rol aldığınız bir kabaredesiniz ve ben kabare sevmem!

aahh

Giderken, dünyaya veda etmeye değmesini isterdim. Geldiğimizde, "merhaba" dememize yarayacak bir bilince sahip olamıyoruz ne yazık ki / neyse ki...
Kaygımın özü, karşılayanlarla veya yolcu edenlerle ilgili değil. Anamızın şeyinden çıktığımız andan çok önce başlıyor bizim için yapılan hazırlıklar. Çoğu zaman da, sevgiyle ısıtılmış bir heyecanla yapılıyorlar.

Baymasın şimdi kimseyi bu plasenta?

Geçelim parmaklar!

Haydi gel buraya sevgili çocuk... Yak bir tane...
Sevecekler seni...

Karpuz, peynir, rakı, müzik, öpücük! Özledim!