20 Ağustos 2008 Çarşamba

Oh Nice! So nice!

14.08.08:

Sabah 10:30'da başlayan mesai, normalde 18:30'da bitmeliydi. 14:45'te kalkan, 7 fazla satışlı bir uçak ve 17:15'te kalkan 10 fazla satışlı bir uçağın işleri yapılmalıydı. Üstüne üstlük, İstanbul'a gelen İran Cumhurbaşkanı'nın güvenlik önlemleri içinde, havalimanına bağlanan bütün yolların, tam bizim uçuş ekibinin geçeceği saatte kapatılması da vardı. Yolcuların yarısından fazlası gibi, uçuş ekibi de havalimanına geç kaldı. Neyse ki Nuray Hanım, fazla fazla yardımcı ve anlayışlı ve ısrarcı oldu da, 14:45 uçağının işlerinin sadece yarısını yapıp; üstümü değiştirip, 15:25'teki AF1591'e binmeye çalıştım. Bizim yolcularımız gibi, Air France yolcuları da çok uzun süre geç kalınca, bana yer açıldı.
Havalimanına binlerce yolcunun ve onlarca uçuş ekibinin haddinden fazla geç kalmasına neden olan "Çok Önemli Kişi" için güvenlik önlemlerinin uygulayıcısı emniyet, havalimanının içinde, yeterince (hepsi) pasaport masası çalıştırmadığı için, doğal olarak yığılma oldu. Ben de yığılan parçalardan biriydim tabii ki ve 15:25'te kalkması planlanan uçağın kapısına, 20 dakika pasaport kuyruğunda bekleyerek, 15:20'de varabildim. Neyse ki, benden daha kötü durumda olan yolcular vardı da, ayıbım fazla göze çarpmadı.



Önce, Paris Charles De Gaule (bundan sonra CDG olarak anılacaktır) için havalandım.
Aslında ben havalanmadım, içinde olduğum Airbus A321 havalandı.
Koltuk numaram 21C idi ama, yerlerini yanyana alamamış olan bir çiftin 21B’de oturan erkeği, 2 metre ötemde kabin görevlisine “We want to sit together” deyince, “Müşteri her durumda müşteridir” diye düşünüp (aslında o düşüncemin 2 santim altında, “ulan yeşil aşık, bari burda ayrı otur da, kafanı dinle bee!!” cümlesi kıpırdanıyordu), yerimi sırıtan hatuna verdim. Umarım evlenirler! Steward bana teşekkür etti. Yerimin 27E olacağını söyledi. Eğer bulabilirse, bir koridor yanının çok daha hoşuma gideceğini söyleyip, 27D ve 27F’deki iki hemcinsimin arasına sıkıştım. Uçak taksiye doğru ilerlerken, aynı steward yanıma gelip, 30D’nin boş olduğunu bildirdi. “I’ll get there after take off then, merci” dedim. Çok ukalaydım.
3-6’dan havalandıktan 10 dakika kadar sonra, 30D’ye geçtim. Aynı uçakta, 4. Koltuk komşumla selamlaştım ve kemerimi bağladım. Bir süre sonra yemek dağıtmaya başladılar. Köşesinde kısır, berisinde yeşillikle tavuk dilimleri; Hollanda peyniri (EDAM), Hollanda tereyağı, ekmek, tatlı, su... Süper!
Bira da Heineken! Daha ne?
3 buçuk saat sonra CDG’ye indik. 2F terminalinin uzatma, ilave, uydu gibi bir yapısına yanaştık. İnsanların burayı neden beğenmediğini anladım. Bütün yapı için kullanılmış olan beton çıplak haliyle duruyor. Dışardan da, içerden de, yapıda insanı boğan bir atmosfer yakalamışlar. Huzursuz bir hali var. Havalimanlarına yapılmasından vazgeçileceği günü, kendisininkinden daha yüksek bir hızda beklediğim trenlerden burda da var. Otomatik trenle 2F’ye, ordan da melankolik adımlarımla geliş katına ulaştım. Pasaportuma ve tipime bakıp “Buyurun” veya “Gamsız almıyoruz” diyecek olan memurların olduğu kulübelerin önünde beklemem 10 – 15 dakika kadar sürdü. Kendi ülkemde ne yaşamıştım ki, bundan şikayet edebileydim?
“Nereye gidiyorsunuz?” sorusuna “1 gün burdayım, sonra 4 gün için Nice’e gideceğim” cevabını yapıştırıverdim. Pasaport memuru çaktırmadı ama sarsıldı, belliydi. O (il) üniforma giyip çalışacak (travaille), bense (je) deniz (mer) kenarında keyif çatacaktım (kelkeşos)! Oui! Oh bee!!
Tren istasyonuna inene kadar ayrıca bir kaç kat ve merdiven silsilesini aşmam gerekti. İnsanların CDG’yi sevmemeleri için bir neden daha buldum, gayet iyi işleyen ancak yorgun yolcular için fazla karışık olan bir sistemle kurmuşlar burayı. Çok fazla dönüş, iniş, bağlantı, koridor...vb var. Hepsi sırasında da genellikle çıplak, gri beton görüyorsunuz. Çıplak, her renkten, beton gibi hatunlar görsek... di mi ama?
Tren katında, Gare De L’Est’e giden treni bulamadım. Çünkü Gare De Nord’a giden tren var. Ordan metroya geçmem gerekmiş. Neyse... Tamam.
Aynen yaptım. Biletimi kimse kontrol etmedi. Sinir oldum!
Gare De L’est’de inince, otelimi niyeyse, yine elimle koymuş gibi buldum. All Seasons’ın girişini görünce, Accor zincirlerinin, her bütçe için otel çalıştırdığını anladım. Amsterdam’da, lokantaların arasından daracık girişi, 2. katta resepsiyonu olan oteller ve o otellerde kalmışlığım vardır. Aynı! Aynı!
2 lokantanın arasında daracık bir kapı! Sağında kabartma “All Seasons” logosu. Hey! Paris lan burası! Neyse, logo güzel yalnız, Allah için! Neyse ki fiyatıma kahvaltı ve sınırsız kablosuz internet dahil. Check-in kolay. Oda numaram 61, tabii ki 6. katta.
Odamda büyük ekran, Philips LCD televizyonum bile var. Tek İngilizce kanal CNN ama olsun, Fransızcam dinlediğimi azıcık anlamama yetiyor neyse ki... Dinlemeye isteğim olsa bir de...
Duş alıp üstümü değiştirdikten hemen sonra, etrafı gezmeye çıkmak iyi fikir! Otelin altındaki lokantalardan biri, Paris’in zincir hamburgercilerinden biri. Burger King tadında ama daha çok burgere odaklanmış bir hali var. Güzel. Ne olduğunu anlamadığım bir hamburgeri, kötü İngilizce’ye kötü Fransızca misillemesiyle beraber, kasanın arkasındaki resimlerden işaret ederek ısmarladım. Kafam kadarmış neyse ki! Yemekten sonra, yürüyüş. İki dükkan ötede süpermarket! 2 – 3 blok etrafında dolaşıp, geri dönerken marketten tsatsikili (yoğun cacık), somonlu, hıyarlı ve kıvırcıklı sandviç, Heineken, ananas, tütsülenmiş badem ve su almak iyi fikir! Odada internete bağlanıp keyif yaparım! Nah! Çekmiyor anacım burda...
Recepsiyona inip (resepsiyonist tam bir “Recep”, siyonist olduğunu sanmıyorum) konuya ilgililerin ilgisine sunduğumda “Nooo! It’s working good, look! You have to choose this and this and then you have to enter this and this...” Ha, ben bilmiyodum iyi niyet zengini Recebim!


Hanım! Elleme! Alloo!

Ok abicim, hadi ben gidip odamdan manzara seyredeyim azıcık, fotoğraf falan çekerim (Ara Güler bana güler).
Yaşasın Eurosport ve tane tane Fransızca konuşan yorumcuları! Uvveaaahhh! Uyur bu beden, dinlenir bu zihin, umarım erken kalkar da, sokakları adımlar bu ayaklar! Anaaam! Damarlara bak! Bakma! Sızzz!

15.08.2008:


Sabah 9 civarı uyan. Güzel bir duş, kötü bir kahvaltı (croissant, reçel, tereyağı, süt, sıvı peynir), rahat ayaklar, uzunca bir yürüyüşün müjdecisi oldular. Yanıma bolca müzik ve azca merak alıp, başladım güneybatıya doğru yürümeye. Metro duraklarının girişlerinin yakınındaki haritalardan baka baka ilerledim. Bastille'e kadar yürüdüm. Saate bakınca, otele dönüp toparlanmam ve havalimanına (CDG) gitmek için az vaktim kaldığını gördüm. 5 numaralı, turuncu hatta yönelip, Bastille ile Gare de l'Est arasındaki 6 durağı 10 dakikada katedip otele ulaştım. Gördüğüm kadarıyla Paris (Uzunca bir kaç sokak, cadde, bulvar ve metro...) gayet düzenli, şirin... olumluyum kendisi hakkında... Üzülmesin.



Kallavi afiş
("Afiş" Fransızca'dan aldığımız bir sözcük)


Kafama güneş geçti galiba!

Metro ve tren vasıtalarıyla, CDG'ye giderken, aklımda Fransızlar'ın dilini öğrenmekten vazgeçişim geldi ve biraz üzüldüm. Kanatlı kurtarıcım, uçaklardan önce imdadıma yetişip kulaklarımdan tuttu beni ve treni yukardan seyrettim bir süre. Sony sağolsun.

Sonra, Nice'e uçtum (Uçakla gittim! Ulan Cem Yılmaz!).
Önceki sabah, ofisten yaptığım Interkel Check-in işe epeyi yaradı!

İniş, otobüs ve şehre varış için...
Bekle bakayım!





--------------------------------





Aferin, yeterince bekledin.





CDG'den varıp, yeni terminale yanaşan uçaktan inince; ilk gözüme çarpan, yine CDG'deki gibi, terminalin kendisi oldu. "Lan herifler çanah yabmış! Nıhahhah!" deyip, bagajımı almaya niyet edip, bagaj bantlarına doğru seyirttim.
Müteakiben, Nice'deki tatilim çok tatlı, zevkli, rahatlatıcı ve lezzetli geçti.
Şimdi uykum var...
Sonra yine eklerim biraz...