31 Ekim 2009 Cumartesi

hambag


Arctic Monkeys'in 3. albümü çıkmış ve bundan benim haberim, bugün, tesadüfen, VH1 sayesinde, şok içinde oldu! Galiba gerçekten cahilleştim!

Yeni çocuğun adına Humbug demişler. Ebenezer Scrooge derdi, toprağı bol olsun. Saçma bulduğu şeylere "hambag lan o!" diye burun kıvırırdı amca... VH1'a hambag dedik, bak başımıza ne iş açtı be Ebenizır!

Josh Homme'la beraber üretmişler albümü... Bu bilgiyi okumasaydım da, gitarların söylediği kelimelerin arasındaki boşlukları ve aniden beliren tizleri duyunca "Queens Of The Stone Age gibi olmuş biraz lan!" derdim. Eh, körle yatan şaşı kalkar; Amerikalı'yla albüm yapanın aksanı gevşer...
Alex kardeşimizin yedek eylemi The Last Shadow Puppets duyarlılığında ve dinginliğinde şarkılar ağırlıkta; Miles biradere "dağıtmam fazla merak etme" diye söz vermiş ve verdirmiş zaar... Albümde "sert" sıfatını en rahat taşıyabilecek şarkı Pretty Visitors'ta bile, üstüme, karanlık ve kar kaplı bir sokakta tek başına yürüyen yalnız ve aç adam hüznü sıçradı. Yok, zaten hüzünlü olmamın böyle bir algıyla ilgisi yok!
Güzel, dinlenesi, yağmurda kapılınası ama ilk ikisine nazaran daha koyu demli bir albüm bu...
Hakan "peehh! hambag!" diyebilir ama yine de hayırlı olsun; Allah sağlıkla, mutlulukla dinletsin inşallah! Kutlarım.

ben tatsız, uyku şeker



Yine mi kış? Yaza ne oldu? Gitti mi?
Olgun bir bahar veya yaz sabahında, Marmara Denizi'nin güney kıyıları gözükebiliyorken, bu sabah, evimin pencerelerinden baktığımda "Bulutsuzluk Özlemi!" dedim. Bulutsuzluk Özlemi müziğinden de hoşlanmam ne yazık ki... Bana hepi topu 5 - 6 kilometre görüş mesafesi bırakan, daha Ekim sonunda doğalgaz harcatan, ayağıma kalın çorap, sırtıma kazak giydiren havadan da hoşlanmadım... Zaten 8 gündür canım sıkılıyor, bir de ıslak kasvet hiç de bereketli gelmedi.

Önce, dışarı çıktım, Kocamustafapaşa'ya yürüdüm. Pastaneden börenk ve boğaça, marketten de sürt ve hayran aldım. Şemsiye oyunlarına olan yatkınlığım ve yeteneğim sayesinde, sokaktayken biraz eğlendim sayılır. "Bu havada bisiklete binilmez" diyen içimdeki yetişkine karşılık verdim, "Şemsiyeye binmek ister misin?" dedim.

Eve geldiğimde, ortalığı toplamak ve temizlemek gereğini oturmuş, beni beklerken gördüm. Elimin tersiyle kenara ittim ve gereksizce bilgisayarın karşısına oturdum. Kalorifer sistemim düzgün ve verimli çalışmış, evi rahatlama ısısında tutmuştu. Bilgisayarla bilgi sayacak halim de olmadığına göre, dışarda bu soğuk, içerde bu ısı varken, ışık azken, sevgili çok uzaklarda uyuyorken, televizyonun karşısında tesbih böceğine dönüşmekten daha akıllıca ve kolayca ne yapılabilirdi ki?

Bilgisayarın kış kestirmesi moduna geçmesinden hiç ürkmeden kalktım masadan. Evi toplama ve temizleme gereği, boşalttığım sandalyeye geri tırmandı hemen. Televizyonu açtım, kanepeyi kapladım. Bazı insanlar, bir gazeteyi ellerine aldıklarında, önce spor sayfasına bakarlar. Kimileri, güzel kadın fotoğrafından başlarlar gazeteyi tüketmeye; kimileri için de, ahbapları gibi gördükleri bir köşe yazarı başlama noktasıdır. Ben de televizyonu, genellikle, VH1 ile açarım. U2'nun yeni şarkısı Magnificent'ın Fas'ta çekilen klibinden sonra, Black Eyed Peas'in Meet Me Halfway'ine bakakaldım. Bu klibi, Mad Max, Stargate, Lord Of The Rings ve Californication esinlenmelerine sürtünmüşler de öyle çekmişler gibi geldi. Bir de klipte kullanılan filin haliyle ilgili meraklara kapıldım. "Nerde doğdu, stüdyoya nerden ve nasıl getirildi, sırtına onca takım taklavatı almak, bir de en tepeye insan bindirmek istedi mi? Kendisinin bu çekim için rızası alındı mı? Milyonlarca insanın, durumuna, hislerine, yaşamasına veya ölmesine, açlığına veya tokluğuna, yaptıklarına ve yapmadıklarına başka insanlar karar veriyorken; kontrol altına alınan hiç bir hayvanın niyeti hakkında kaygı yaşanmıyor. Uçakta nereye oturacağımıza verdiğimiz değerli kararın gerçekleşmemesi durumunda sert tepkiler saçabiliyoruz ama evimizde köpeğimiz veya kedimizin kanepeye oturmasını yasaklayabiliyoruz... Evinden söküp aldığımız hayvanları, kliplerde hayvanlıklarının çok uzağında görüntülerle kullanıyoruz. Köfte veya tavuk kanatlarını afiyetle yiyoruz." gibi şeyler aklımdan bir kaç saniyede geçti.

VH1'ın da ağabeyi MTV gibi pörsüdüğünü ve benim de pörsümeye hazır aklımı zorladığını sezimseyip, National Geographic Channel'a ulaştım. Kan emen küçük iğrenç yaratıkları (bit, sülük, pire, kene, sivri sinek) izledim. Saç bitinin, vücudun her hangi başka bir yerinde yaşayamadığını; daha doğrusu, sadece insan saç derisinde yaşayabildiğini yeni öğrendim. Vücudumuzun bölgelerine göre gelişmiş 3 çeşit bit varmış. Her birinin ayaklarındaki kancalar, ilgili bölgelerdeki kılların kalınlığına göre evrimleşmiş ve başka bir vücut bölgesinde bu nedenle tutunamazlarmış... Pirelerin anlatıldığı bölümde, daha önce de şaşkınlıkla izlediğim muhteşem bacakların teknik özelliklerine kapıldım gittim... Hemen hemen bütün kan emici asalakların, ısırıklarının ve emme eylemlerinin hissedilmemesi için geliştirdiği şaşmaz yöntemleri var.

Bu asalaklar da bizim rızamızı almadan yerleşiyorlar vücutlarımıza; hatta bizi öldürebiliyorlar... Demek ki, hak tecavüzü doğaya ait bir olgu. Köfte ve tavuk kanadı yemeye devam o zaman!

Evi temizleyemeyeceğim galiba... Durmadan yağmur yağıyor; sahil yolu parlıyor. Denizin üstünde duman var gibi, gemiler zor seçiliyor.

Kanlı börtüden sıkılınca Sponge Bob'la karşılaştım. Bölümlerinden birinin jeneriğinde Pantera çalıyordu. Bölümün içinde de sincap Sandy'yle yaptıkları heyecanlı hareketler sırasında çeşitli Pantera sesleri duyuldu! İlginçti... Okuduğuma göre, bazı diğer bölümlerinde, Motörhead ve Twisted Sister'ın da katkıları olmuş. Daha da ılgınçs...

Beni her saniyesinde kendimden alıp bana geri veren bir kaç şarkıdan biri Scar Tissue. Bir de canlı canlı Red Hot Chili Peppers seyretsem... Oramı buramı kessem, Müslümcüvari süvari olsam konserde!

29 Ekim 2009 Perşembe

abru anlayışım


Eşya boyamak zevkli. Eski renklerini yeni renklere değiştirince, eşyaların özü, işlevi, görebileceği değer de değişiyor. Ne boyadığıma bağlı olarak, bazen yorulabiliyorum bile. Ayakkabıları boyamak basit. En son boyadığım eşya, kilise tavanıydı.

Boyama malzemeleriyle yapılabileceklerin en zevklisi, tuvalette ebru yapmak. Yağlı boya fırçası, yağlı boya fırçası heykeline dönüşmesin diye tinerde bekletilince, içerdiği tüm boyanın büyük kısmını da tinere bırakır. Tiner de renkli tiner olur ve hala sudan hafiftir. İş bittiğinde, içinde fırça bekletilmiş boyalı tinerli kabın da boşaltılması gerekir. Evde, böyle şeyleri boşaltmak için en uygun yer klozettir. Alafranga olanı ısrarla tercih ve tavsiye edilir. Hele ki, klozet temizliği için rezervuara mavi küpler atmak seçilmiş, önceden durgun ve masmavi bir klozet suyu elde edilmişse; bir de kullanılan boya açık renk idiyse, şahane gibi olur! Hepi topu yüz mililitre kadar olan açık renk boyalı tiner yavaşça klozete dökülür. Yavaşça, hem boyalı tiner ziyan olmasın, hem klozet dışında desen oluşmasın... On santim derinliğindeki klozet suyunun mavisinde, o boyalı tiner öbeklere ayrılır. Yuvarlak ve bitişik öbekler oluşur. İçindeki boyalı tinerin hepsi klozete dökülen kap, dikkatlice lavaboya bırakılır. Hafif salakça bir gülümsemeyle, mavi klozet suyundaki yuvarlak desenlere bakılır. O anda, o klozete oturanların veya karşısında ayakta duranların yaptıkları ve yapabilecekleri unutulur. Beyaz üstüne kahverengi, sarı, siyah ve hatta yeşil desenler ve vurucu kokular akla gelmez! Masmavi boyalı su üstünde danseden bembeyaz yuvarlaklarla harikalar diyarı evin içinde oluşmuştur. Evin, tuvaletin, klozetin içinde bir balo vardır. Yuvarlak, boyalı tiner öbeklerinin neye benzediğine dair ilkel hayallere de dalınabilir (ben bu sabah, iç içe geçmiş bir kaç tiner öbeğini, maskeli baloda gördüğü ilgiden bunalıp, dışarı çıkarken, yüzündeki maskeyi çıkarmaya çalışan genç bir kadın imajına benzettim mesela...); kapta kalan son tiner damlalarıyla veya küçük tükürük darbeleriyle bu kısa ömürlü ebru eseri daha sofistike de kılınabilir. İdrar müdahalesi de kısa süreli kıvılcımvari görüntüler ve neşe sunar ama müteakiben, klozetin yakın çevresinin temiz tinerli bir parça pamukla temizlenmesini gerektirecektir.
Eğer, bu eğlence için kullanılan boyalı tiner, klozetteki suyun tamamını kaplarsa, sifonun nazik bir hareketle, bir miktar mavi boyalı su telkin etmesi sağlanabilir. Böyle bir durumda, boyalı tiner ve boyalı su oranını dengelemek, tümüyle tuvalet sakininin sifon kullanma maharetine bağlıdır.

Yeterince keyif alındıktan sonra, çeşitli kereler sifon suyu salınıp, boyalı tinerin klozeti tamamıyla terketmesi sağlanmalıdır. İçeriğinde tek damla dahi boyalı tiner kalmadığından emin olunduktan sonra, klozet gerçek amaçlarından büyük olanı için kullanılabilir. Vücudumuzun boyalı veya boyasız tiner kabul etmeyecek, canımıza yakın bölgeleri vardır. Muhtemel sıçramalar durumunda, sıçrayıp bize dokunacak olan sıvı, boyalı tiner değil, boyalı su olmalıdır. Taharet borusunun sağlam ve iyi çalışanı makbuldür. Piyasada 6-8 liraya gayet uygun aparatlar satılmaktadır. Eğer tuvalette ebru yapılacaksa, en kötü senaryoya hazırlıklı olmak adına, taharet borusunu yenisiyle değiştirmek elzem olabilir.

27 Ekim 2009 Salı

kolay gelsin usta



Kocamustafapaşa'da kaç marangoz var bilmiyorum ama ben bugün 6 tanesine uğradım ve emin oldum ki küçük esnaf hiç de küçük değil! Daha doğrusu, küçük esnaf küçük iş yapmak istemiyor! Veya, beni sadece kendi derdimle donanarak ahkam kesmekten alıkoyabilecek bir açıklamayla, buradaki marangozların hepsi, en ufak bir zımpara darbesini bile bir mühendis/mimar/pilot/cerrah özeniyle vuruyorlar ve onlar için, işin küçüğü büyüğü yok! Bir yapının iki katı arasına yerleştirilecek bir merdiven sistemiyle, benim ihtiyacım olan 2 tahta düzlem yüzey aynı emeği istiyor; dolayısıyla, zaten onca işleri varken, benim talebimle uğraşamıyorlar. Uğradığım marangoz atölyelerinin hiç birinden, 45 X 60 cm ebadında iki tahta/MDF/sunta plakayla çıkamadım. Yapılabileceğine dair olumlu bir yaklaşım da göstermediler. Ellerindeki projelerin teslimatı, montajı, üretimi, artık her ne meşgaleyse, bittikten sonra ilgilenebileceklerini de söylemediler. Bildiğim kadarıyla, ellerinde, ahşap malzemeye şekil vermelerini kolaylaştıracak yüksek teknoloji ürünü aletler var. En azından, içine girip baktığım 6 atölyede de bıçkı makinesi vardı. 2 tane, ahşap veya MDF plakanın köşelerini yuvarlamak kaç dakikalarını alıyor acaba? Benden karşılığında ücret alabileceklerine ve bu ücreti de kendileri belirleyebileceğine göre, neden marangoz müşterisi olamıyorum? Bana neden tahta yok?

"Küçük esnaf kan ağlıyor!" Yok canım!
"Kepenkler kapanıyor!" Hadi ordan!
En azından, Kocamustafapaşa marangozlarının işleri gayet tıkırında; takırında hatta!

O kadar çok ve güzel çalışıyorlar, o kadar doymuşlar ki, istediğim iki basit plaka için "Yaparız ama 50 liranı da alırız..." bile demiyorlar.
Duyduğum cevaplar:

-Valla çok iş var be abi, şu merdivenin kuruması lazım, cumartesiden önce yapamam, cumartesiye de söz veremem... (Merdiveni üfleyerek kurutuyordu sanırım!)

-Bende tahta yok! (Marangozda tahta yok? Bu cevap en etkili olanıydı, gık demeden çıktım kapıdan...)

-Hmmm, köşeleri yuvarlak? Uğraşamam be abi... (Homofobik marangoz?)

-Tahta zor valla, MDF olur... Kaça kaç? 45'e 60 haaa... Hmmm... Adamlar montajda, yarın uğrasan? (Sen bana uğra, adamları getirme, çay içip konuşalım ölçüleri!)

-Biz tahta kesmiyoruz. Yok, öyle yapmıyoruz! (Mobilya üretiyorlar ama, mobilyaları imal ettikleri parçalar başka bir yerde kesilip onlara teslim ediliyor herhalde... Ya da tomrukları oyarak yapıyorlar... Bilemedim!)

Şimdi aklıma, yarın aynı dükkanlara elimde bir tomar parayla gitmek geldi. "2 tane düz tahta istiyorum, karşılığında on bin lira vereceğim" desem?
Veya, "Hatırlar mısın; dün, fakir, tahta isteyen ve onurlu bir genç gelmişti de ilgilenmemiştiniz? Dükkanını alıyorum!" desem?
Veya, "Abi, şu kapı lazım mıydı? Atıcan mı onu? Alayım mı abi bu kapıyı? Ha abim? Kapıyı ver be abim!" diye duvarda sıralı kapılardan birini çekiştirmeye başlasam?

Tuvaletimin taharet borusu kırıldı. Aslında, galiba, zaten kırıkmış. Damlattığı yere hiddetle ve dikkatle bakınca gördüm ki, bir kesik mevcut. Kesiğin büyümesi sonucu kırık oluşmuş. Yerel usta ağzıyla, "boru kesilme yapmış". Yarın da tesisatçıların sıhhi olanlarını gezinip, kıç temizliğim dolayısıyla sıhhatime etki eden bir tesisat unsuru için savaşacağım sanırım. Söz konusu meta, tahta iken boruya dönüşecek. Düzgün konuşmalıyım.

26 Ekim 2009 Pazartesi

annenizi nasıl tanıdım...




Praktiker'den vazgeçtim.
Bauhaus, Carrefour ve Ikea'yı aldım!
Ev büyük, hepsine yer buldum çok şükür...

Son üç gündür, televizyona dadanmış olmaktan yeterince utanç duyuyorum zaten; bir de History Channel'da arka arkaya 2. Dünya Savaşı belgeselleri görmekten bıkmak eklendi... VH1 desem, onda da seri üretim yeni yetme genç kadın şarkıcıların şarkısı yayınlanıyor devamlı. Aynı ses tonuyla birbirinin aynı şarkıları söyleyen onlarca Kate, Katy, Lily doluşmuş gavur İMÇ'lerine. Allah'tan, araya Simply Red, INXS, Prince falan sıkıştırıyorlar da, biramdan yudum almaya neşe buluyorum.

-Yerli kanallardan hangilerini seyrediyorsun?
-Habergibi, dizi, eğlencegibi programlarıyla kokuşturulan kanalları mı soruyorsun?
-Yerli kanal işte...
-Yaşamımdan endişe ettirebilecek kanallar onlar.
-Kafanı fazla takmadan izlesen?
-Kafamı takmayacaksam niye izliyorum, pardon?

Kovamadım herifi yahu!
2. Dünya Savaşı belgesellerinden de kurtuldum sanırım.

Bugün itibarıyla, Geocities yok. Yahoo çalışanları, aylar önce bana bu kapanış ve muhtemel kayıplarıma karşı yapabileceklerimi bildiren bir mektup gönderdiler. Hatta, geçen ay bir de hatırlatma mektubu aldım kendilerinden.
Ya, tüm sayfalarımı teker teker kendi bilgisayarıma yerleştirip saklayacaktım, ya da Yahoo'nun ücretli web sitesi hizmetinden faydalanmayı seçecektim. Tabii ki tüm sayfalarımı bilgisayarımda tutmaya başlamayı yeğledim. Bunun için, Geocities sunucularındaki her sayfama ulaşmam gerekiyordu. Ulaşabiliyor muydum? Haşa! Hatta haşşşaaaaaa!!!!
Ülkemi yöneten üstün insanların görüşüne göre zararlı olan Geocities'e, aynı yöneticilerin kararlı tutumları sayesinde, bu ülkenin elektrik ve telefon hatlarını kullanan bir bilgisayar vasıtasıyla bakmak mümkün değil. Şimdi, "DNS ayarlarında yapacağın şöyle şöyle bir değişiklikle mümkün olabilirdi" veya "Windows kullanıyorsan, System32 altındaki "hosts" dosyasına adresi ve IP adresini ekleseydin, Geocities sayfalarını açabilirdin" diyebilecek olan yardım sever arkadaşlarıma bir selam vereyim. Bahsedilen yöntemler bazı başka adresler için gayet güzel yardımcı oluyorsa da; Geocities içeriğinden çok sağlam şekilde korunması gereken bir halk olduğumuz için, büyüklerimiz en sıkı önlemleri almışlar ve kendi bilgisayarımda yaptığım değişikliklerle bu önlemlerini aşamadım. Çeşitli tünellerden geçerek ulaştığım sayfaları da sevmek ve severek saklamak çok zor oldu...
"Büyüklerimiz" kimler?
"Devlet büyüğü" tamlamasıyla tanımlayamayacağım büyükler onlar. Devlet büyüğü, devletin en önemli organlarında, hatta o organların başında bulunur. Görevleri, karar almak ve görev vermektir. Verdikleri görevlere ve görevleri verdikleri kurumlara göre, halkın hayatında değişimler olur. Karar, kanun, yürütme, koşturma, oturtma, yargılama organları gibi detaylı dokulardan uzak durayım ki, hem okuyanlar sıkılmasın, hem de devlet felsefesinin ucunu görmüş halimle ahkam rendelemeyeyim...
Aslında, sanırım, bu Geocities yasağını koyan büyüklerimiz, ilk yasaklandığında, Youtube erişimi konusunda "Ben youtube'a giriyorum, siz de girin..." diyen başbakanımızdan daha alt kademelerde görevli olanlardır. Yargı, yasama ve yürütmeden ayrıydı değil mi? E, o zaman, mahkeme başkanları ve heyetleri, bakanlardan ve başbakandan daha yukarda veya aşağıda görevli addedilemezler... E, "Şu site bizim milletimize zararlı, bu sitede değerlerimize kasteden bir yazı var..." diyerek bizi koruyan makamlar, mahkemeler değil mi? Kafam karışık...
Tabii ki, yine de, bizden daha büyük oldukları için, kendilerine "büyüklerimiz" demeye mecbur hissediyorum kendimi. Aslında, Türk Telekom'un teknolojik işlemlerinden sorumlu ekip içinde, temiz ahlaklı ve kıvrak zekalı Türk Milleti'ni internetteki zararlı içerikten soyutlamak gibi kutsal bir görevi ifa edenler içinde yaşı benden küçük olanlar da vardır ama, onlar da vasıfları ve misyonları ölçeğinde benden fersah fersah büyük sayılırlar. Zaten, bütün mübarek önlemlerine karşı gelip, Geocities sayfalarımı kendi bilgisayarımda açmaya çalıştığım için kendimi suçlu hissediyorum... Bir daha yapmayacağım!
Çünkü, Geocities'de oluşturduğum tüm sayfaları, http://www.bckmz.com/ adresine taşıdım.
Kendimi, Aerosmith'in Living On The Edge şarkısının klibinde, tren raylarının arasından, tren kendisine çarpmadan bir saniye önce çıkan Joe Perry gibi hissediyorum. O'nun bu son an heyecanını yaşamaya ve bize yaşatmaya hakkı ve parası var. Benimki rock'n'roll'dan çok başka bir serserilik şekli oldu... Yıllarca, beni ve bazı yakınlarımı eğlendiren onca yazıyı, yok olmaktan son anda kurtardım. Aslında, daha önemli şeyler olsalardı, kendimi Joe Perry yerine Die Hard'lardan birindeki Bruce Willis'le de kıyaslayabilirdim. Geyik yazılarına anca bu kadar...
Hala, sayfalar ve imajlar arasında düzeltmem gereken bağlantılar var.

Soundgarden'ın paslanmaz çelikten, Audioslave'in titanyumdan şarkılarının gümüş sesli kahramanı Chris Cornell, neden bu odun diyarında?

Aha Rick Astley! Sağol VH1! Büyüğümsün!
Bira var mı?
Bir de rahmetli Robert Palmer ile UB40 ortaklığı! I'll Be Your Baby Tonight!
Çok neşeli bir regi şerkisi ama ben az neşeli bir geriyim!
Michael Bolton gelse de beraber çay içsek...

25 Ekim 2009 Pazar

betonda kauçuk çevirenle, mangalda tavuk çeviren bir olur mu hiç?

Kapalıçarşı'ya gitsem ne olacak?
Cebimde, Kapalıçarşı'yı alacak kadar para mı var? Onun yerine, yarın, Praktiker'in Bayrampaşa mağazasını alırım!

Bir Master Of Puppets ve çeyrek Nevermind boyunca pedal çevirdim. Evden çıkıp, 17 Aralık mekanına gittim ve geri döndüm. Eskiden, eski evimden çıkıp Florya'ya gider ve lokale dönerdim. Yine de, toplamda 5 kilometre daha kısa bir mesafeyi, sarsılmadan ve kesintiye ihtiyaç duymadan alabildiğim için memnunum. Bisiklete değen 5 numaralı parçamda da şimdilik bir sızı yok. Sadece, dönüşte, Yedikule'de vites değişmekte zorlandı ve zincire "kusura bakma, seni daha fazla çekemiyorum!" dedi... Sanırım, bir bakım ve temizlik seansı uygulamam gerek.

Samatya ile Zeytinburnu arası tenha sayılırdı. Henüz soğumamış bir pazar günü için, fazla tenhaydı denebilir. Sadece balık tutmaya çalışan insanlar vardı. Mangalları, biraları, sevgilileriyle vakit geçirmek için sahile gelen çok az kişi vardı. Spor yapan kimseyi görmedim. Zeytinburnu'da, deniz kenarındaki yol bitti. Askeri bölgenin sınırında, araba yoluna yaklaşıp, kaldırımda ilerlemek zorunda olduğumu anladım. Kaldırımda, mavi çizgilerle ayrılmış bisiklet kulvarları görünce, kendimi Amsterdam'da sandım.

Amsterdam'da değil, has be has İstanbul'da olduğuma, askeri bölgeden çıkıp, sivil deniz kenarına döndüğümde gördüğüm kuşlarla beraber sevindim. Aslında, Amsterdam'da görebileceğim su kuşu çeşidi ve estetiği daha fazla ama, o anda kıyas eğilimimi savuşturup, kamerama davrandım.

Zeytinburnu'dan kurtulup, Bakırköy sınırlarına girdiğimde, o mavi çizgilerin içinde, denize tekrar yaklaşmaya başladım. Bisiklet yolu kaldırımdan ayrılıp, yeşil alan içinde düzenlenmiş, düz beton satıha yerleşti. Satıhın betonluğunu ve düzlüğünü, çimene tercih eden mangal operatörü aile babaları ve yardımcı hanımları ve çocukları yolumu kapıyorlardı. Uzaktan gördüğümde zilimi çıngırdattım; beni umursayıp yol açmalarını bekliyordum. Ben kendilerine hızla yaklaşırken, şaşkınca bana bakmaları ve hiç hareket etmemelerinden, çöktükleri betondan kurtulamadıklarını anladım. Pürüzsüz beton tandansı yaşıyorlardı! Tekerleklerimi çimenle basenleri arasından hızla geçirirken, "afiyet olsun" deyip, yanık et dumanını içime çektim... Betonda mangal kapanına aynı şekilde kapılmış 3 aile daha gördüm ve hepsinde farklı et ürünleri soludum. Memnun sayılırdım. Sadece, zorla, hızla ve aniden çıktığım çim zeminde bir şanssızlık yaşamaktan ürktüm ama şanslıydım...
Bakırköy Sahili'nde, sarı votka ritüelinden başka anlamlı toplantı yapılmadığına olan inancımı pekiştirdim ve benim balonlarım varmış gibi hissettim.

2-3 sene önce bir kız, bisiklete bindiğim için beni marjinal bulmuştu. Ben de, beni marjinal bulduğu için, kendisini marjinal bulmuştum. Oysa, bisiklet ve müzik kadar zahmetsizce rahatlatan çok az şey var. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Yapmamak değil, denememek kayıp...
Zeytinburnu'da yapılan Ibis - Novotel'in önündeki otobüs durağının adını daha önce de görmüş ve muhtemel nedeniyle de en az bu kadar ilgilenmiştim. Marmara Denizi! Durakta "Marmara Denizi" yazıyor! Marmara Denizi'ne bakan tek otobüs durağı bu mu yani? Coğrafi yeri de gayet namerkezi. Marmara Denizi'nin nadide bir kuzeydoğu kıyısında... Anlam veremediğim, merak ettiğim ve dönüşte, fotoğraflarını çektiğimle kaldım.
Samatya'ya vardığımda, sahil yolundan yukarı çıkan yolla Org.Nafiz Gürman Caddesi'nin kavuştuğu kavşakta, önce bir taksi bana yol vermek için durdu. Şaşırıp, "sen geç" anlamında bir el hareketi yaptım ve taksi önümden geçerken açık camından içeri "teşekkür!" diye seslendim. 4-5 saniye sonra, bu sefer de özel bir otomobilin sürücüsü durdu ve "buyrun geçin..." anlamında, avucunun içini nazikçe göstererek benle iletişim kurdu. "Bunlar, bisikletli ezmek isteyen sapık insanlar, kesin çarpacak şimdi!" diye pimpiriklenerek geçtim karşıya. Adamın nezaketine karşılık veremedim, fena oldu.
Beni farklı şehirlerde çok yere taşımış olan bisikletimi bir kez daha kucaklayıp eve çıkarmadan önce, evin karşısındaki bakkala girip bir kaç bira almayı düşündüm. Derin nefeslerimi sığlaştırıp, apartmanın kapısına baktım. Tam altına gelmedikçe algılamayan ve devreyi tamamlamayan, merdivendeki zamanınızın çoğunu karanlıkta geçirmeniz sayesinde elektrik tüketiminden tasarruf sağlayan sensörleriyle, modern aydınlatmaya sahip merdiven boşluğunda, eve doğru yükseldim.
Duştan sonra, yarım litre süte bir muz, 2 kaşık bal, biraz zencefil ve biraz da Antep fıstığı likörü karıştırıp, Kenwoodize ettim. İçtim. Azdım. Gideyim, bira alayım...
(Tam basit blog oldu lan bu...)

yar, ak kafalı



25.10.2009 Pazar, saat 10:34...

Dün gece annemin beni telefonla arayıp, saatlerin 60 dakika geri alınacağı uyarısını yapmasından sonra, "Ana gibi yar olmaz" demek geldi aklıma. Demedim lakin...
Onun yerine, "Yar ne demek lan?" dedim kendime. "Sevgili demek değil mi? Uçurum kastedilemeyeceğine göre!"

Çok uykum, az enerjim vardı bunlar olurken. Beynim pamuklaşmıştı. Kanımda oşkizen artıyordu ve hücrelerimin ihtiyaç duyduğu şeylere sahip değildim. Amarigadaki yarımdan ses alamıyordum, eko yoktu... Kafam dimağsız, dilim iddiasızdı...
Dolayısıyla, kendi kendime bile ahkam kesmekten çekindim.
Türkiye saatiyle 04:00 civarında uyudum.
Amariga saatiyle 23:00 civarında yarim aradı. Sesine süründüm. Telefonu sadece öpesim, koklayasım, yalayasım değil, aynı zamanda, yiyesim de geldi. Kalktım, pencere kenarından denize bakarak konuştum kendisiyle. Sonra, uykuma huzurla devam ettim. Az önce, aklımı başıma almaya başlamış halde uyandım. Yatak odasının tavanında, hacze gelmiş icra memurları gibi duran sivrisineklere kimyasal mal varlığı sundum. Mevsimin kışa benzemeye başlamasıyla ve Ekim maaşımın tarafıma teslim edilmesiyle vesile bulup, dün satın aldığım tahtaları, ilgili yerlerine yerleştirdim. Elbise askılarını gardroba, dilimleme satıhı olarak şekli değiştirilmiş bambu plakayı ve teflon dostu ucuz maşayı da mutfak tezgahına bıraktım. Evin bayındırlığıyla ilgilenmeye devam etmem gerek. Sonra...

Sonra dedim ki kendime, "Neydi o yar konusu? Bir bak bakalım Türk Dil Kurumu kaynaklarına!" Kendim "pekiyi" demeden harekete koyuldu...

Hanımlar, efendiler, "Ana gibi yar olmaz" sözünde, benim kirli ve yetersiz aklıma gelen gibi bir "sevgili/eş ve anne karşılaştırması ve anneyi daha değerli çıkarma çabası" yokmuş! Türk Dil Kurumu sözlüğünde, "yar" sözcüğüne ait 9 farklı anlam, toplam 22 maddede açıklanıyor. Bu 8 farklı anlamı, "uçurum, salya, yumuşak bir taş, sevgili, kabir, ağız boşluğu, dost, yardımcı, hayvan sırtında semer nedeniyle oluşan yara" olarak özetleyebiliyor olmaktan övünç duyuyorum.
"Ana gibi yar olmaz" deyimini de, "Ana gibi yar olmaz; Bağdat gibi diyar olmaz" gerçek ve tam haliyle yazarak, kendimi kurtarma çabasındayım. Sunduğum TDK bağlantısını bir kullanın.
Bağdat gibi bir diyarın olmadığına da canı gönülden katılıyorum.

Telefon ve ona yardımcı diğer teknolojik ürünlerin gelişmesinde emek sahibi olan her insan evladı da bana yar oldu dün gece/bu sabah...

Şu yaşıma kadar, bir sürü yarim oldu. Çoğuyla iyi geçindim. Azıyla seviştim (yarin yarına yar bırakmak). Çok azıyla kardeş kadar yakınımdır. Çok daha azıyla da anlaşmakta zorluk çektiğim, çatıştığım (yarmak, yaralamak) oldu. Yarlarla anlaşmanın gereksiz olduğunu düşünmeye meyilliyim. Çünkü, aklımı zorlayan son değişikliklerden sonra, kendimi kendime, özetle, "anlamasam, hatta hak vermesem de, karşılıklı destek konumlarımızdan kaynaklanan bir tolerans avantajımız var ve bunu kullanmaktan çekinmiyorum; aksine, benim davranış standartlarıma uymayan özelliklerini sineye çekmeye çalışıyorum..." diye savundum. Demek ki, iki insanın iyi geçinebilmesi için, birbirlerini aynı kesinlikte ve onaylayarak anlamaları gerekmediğine inanıyorum. "Sevgi anlaşmak değildir..." diyen kim? Katılıyorum! Değer vermek için, bir insanın, algısal olarak karşısında veya içinde olmak değil, yanında huzurla bulunmak gerek sanırım.

Ben gece hayatına çok küçük yaşta başladım!
7-8 yaşlarımdayken, annem, teyzem ve dayımın da katılımıyla, cuma akşamlarını Küçük Çiftlik'teki lunaparkta geçirmeyi çok severdim. O zamanlar, geceler şimdikilerden çok daha kısaydı ama çok daha doyurucuydu. Bir kaç gün önceden, telefonla ayarlamalar yapardım. Teyzemi ve dayımı arar, cuma akşamı için sözleşirdim. Annemden de onay aldıktan sonra, cuma akşamını beklemekten başka bir işim kalmazdı. Yaşadığım mahallede, sosyal bir organizma olduğumu hissettiren ilk yarlarımla kurduğum iletişim de, şimdikilere göre, çok daha yalın, açık ve çekincesizdi. "Kuantum fiziği" gibi, "Çocuk psikolojisi" de sonradan adlandırılan bir dallandırma, sanırım.
Küçük Çiftlik sözü veren annem, teyzem ve dayıma duyduğum sevgi ve kocaman, rengarenk, gürültülü ve eğlenceli bir dünyanın heyecanı dilime vururdu; gördüğüm, beraber oynadığım arkadaşlarıma "Biz bu cuma lunaparka gidicez!" derdim. Amacım, biraz hava atmak, biraz da heyecanımı paylaşarak, gündemi güzelleştirmek olurdu. Doğal olarak, insanların sosyal ilişkilerinde, her adımlarını tam olarak istedikleri noktalara bırakmalarının mümkün olamadığına da bu yaşlarda, belki de tam olarak 1984 yazında tanık oldum ve aval aval baktım. Tecrübe edip anlamaya daha çok mevsim vardı, sanırım. Yarlarıma ilan ettiğim Küçük Çiftlik geceleri, akşam geceye devrolurken iptal edilirdi. Ya, teyzem veya dayım arar, başka ve daha önemli bir işleri çıktığını, gelemeyeceklerini söylerdi; ya da annemden başka iptal nedenleri duyardım. Kötü haberlerin akşam üstlerinde geldiğine dair bir fikri sabitlemedim. Onun yerine, daha sonraları Küçük Çiftlik'ten büyük planların da sekteye uğrama şekillerini inceleme ihtiyacımın farkına vardım. Olaylar genellikle şöyle gelişiyordu: Ben, bir olayı yaşamayı çok istiyordum. İstediğim aktivite için plan yapıp gerekli adımları atıyordum. Bütün hazırlıklar zamanında ve tam olarak gerçekleşiyor, istediğim sonucu alma ihtimalim çok güçleniyordu. Bu isteğimden, planlarımdan, söz konusu hareketlerimden ve umuttan çok, haklı beklentiye dönüşmüş hislerimden ve kaplan gibi duran ihtimalden, çoğu bana yar olmuş insanlara bahsediyordum. İhtimalin gerçeğe dönüşmesine ramak kala, aklıma daha önce gelmesi genellikle imkansız bir değişken nedeniyle, planlar orta yerlerinden yarılıyor, ihtimal tembel hayvana dönüşüyor, beklentim haksızlaşıyor, isteğimle arama koca bir yar giriyordu. Aşk meyvesinden, mantık çocuğuna, ordan da bilim gencine geçerken bazı denemeler yaptım. Gerçekleşmesini istediğim olaylar, yapmayı istediğim hareketler hakkında, insanlarla konuşmazsam, mutlu sonuca ulaşıyordum. Yıllar içinde, kimseyi nazar, kötü etki, kıskançlık sorumlusu olarak görmeden; Karma hakkında bilgisiz ve fikirsizce, sadece kendimi koruma amacıyla, yapacaklarım hakkında bir gizli ajan sıfatına büründüm. Gerçekleşesiler, çoğu zaman böyle gerçekleştiler ve beni mutlu ettiler. Kendi tecrübelerim içinde tuttuğum istatistiki kayıtlarım dışında, edindiğim bu gizlilik için, bilimsel hiç bir dayanağım yok.

Seyahat etmek de, gençliğimin geneline yayılan bir haz eylemi oldu. Gittiğim yerlerin büyük bölümü, ben yola çıkmadan çok önce, benim için yüksek önem ve güçlü çekim oluşturdular. Seyahatlerimin hemen hemen hepsini, tutkuyla, büyük hazla yaptım yani. Seyahatlerimden önce hazırlanma süreçlerimde, gideceğim yeri ve yola çıkış zamanını, mümkün olduğunca az sayıda ve sadece bilmesi zaruri olan insanlara bildirmek de var. Uçak biletimi kesen iş arkadaşıma veya vize başvurumu değerlendiren konsolosluk insanına "Vallahi, yani... Bilmiyorum ki... Prag mı, St.Petersburg mu, Cape Town mı, Bangkok mu... İşte bi iznim başlasın hele..." diyemem ki!

Şimdi, bana yar olan değerli insan evlatları, genellikle bu takıntımın nedenini ve işleyişini sorguluyorlar. Sorgulamakla kalmayıp bana sorular soruyor ve yorumlar yapıyorlar. Ben de, kimi zaman ego zedelenmesinden, kimi zaman samimiyet kuşkusundan, kimi zaman da anlama isteğinden kaynaklandığını düşündüğüm bu sorulara cevap verirken, kendimi ve doğru bildiğim hareketi savunmak durumundaymışım gibi hissediyorum. Durumunda olduğum tek şey mutluluk...
Benim mutluluğumun başka diyarlarda mutsuzluk nedeni olabileceğini biliyorum ama yarlarımda mutsuzuluğa yol açan bir insan olmak da istemem. Dolayısıyla, şu tavsiyemi okuyun:
Çıkacağım seyahatler, yapmayı istediğim, benim için önemli şeyler hakkında sizle konuşmamış olmamı önemsemek ve ahkama ve siteme kaçan sözlerin konusu etmek yerine, beraberce yaşadığımız ve yaşayabileceğimiz güzellikleri irdeleyin veya ülkemizin ne durumda olduğunu ve nedenlerini ve muhtemel çarelerini düşünün... En olmadı, kitap okuyun...
Takıntılı önlemim hakkında içinizde oluşan şeyi içinizde tutamıyorsanız, ben aranızda değilken, mekanı istediğiniz kadar kokutun. Suratıma gaz sıkmanız kaçınılmazsa da, bunu şu zamana kadar çoğunuzun yaptığı gibi dürüstçe ve şiddetsizce, arkadaşça, açıkça yapın. Yanımda oturup, sinsice de osurup, "Aaa! Gaz çıkardın! Çok ayıp! Ben burda durmam artık!" diyen yarı yarasım gelir.

(Başlıktaki "yar" , "arkadaş/dost" anlamında; "ak kafalı" da, "iyi düşünceli" anlamında kullanılmıştır. Sözcük oyunlarından hoşlanmayan yarlar kusura bakmasınlar...)

24 Ekim 2009 Cumartesi

karaya dönüş


24.10.2009, saat Türkiye'de 21:32...

Canımın bir kısmı New York'ta. Burda, İstanbul'da kalan kısmı sıkılıyor, televizyondan lokale, bloglardan ev dekorasyonu fikirlerine, uykudan deniz manzaralarına savruluyor.

VH1'da, ilk bölümünü geçen hafta seyrettiğim en iyi 100 hard rock şarkısı geri sayımı programının üçüncü bölümü, bana bir kaç basamak sunuyor. Adımımı atmak kolay. Şaşırmak da öyle. Merak eden, buradan listeyi görebilir. Bir küçük bardak Southern Comfort da yükselmeye yardımcı... Sadece kanepeye kadar yükseliyorum.

2 gün sonra Geocities kapanacak ve ellerindeki eski yazılarım yok olacak. Yok olmak fikriyle terörize oluyorsam, bu konuda da acilen bir şeyler yapmam gerekmiyor mu? Yapayım, sonra buraya yazmaya devam edeyim.

Amariga'da (Nüyork orda), donguz gribi ulusal aciliyet ilan edilmiş. Aşı satışları kötü gidiyor herhalde...

Bilgisayar virüslerine karşı programların satılmasıyla ilgili tek bir fikrimin olmadığı zamanlardan, ilaç firmalarının gücü hakkında da okuduğum tek bir satır hatırlamıyorum. Şimdi, bu mikrop açılımlarından mı korkayım, salgın salan laboratuvar A.Ş.'lerden mi korkayım, canımın aciliye diyarlarındaki kısmının bu konuda ne yaptığını, ne bildiğini, ne hissettiğini mi düşüneyim?

Olmuyor!
Geocities'e emanet ettiğim sayfalarımı aynen geri almam mümkün değil!

Buzdolabındaki zeytinyağlı kereviz yenir mi hala?
Kafam tükenmiş...
Yarın deniz kenarında bisikletle gezineyim, Kapalıçarşı'da turist olayım...
Elimden sadece böyle şeyleri yapmayı düşünmek geliyor.
Düşündüklerimi yapmayı da başarabilecek miyim bakalım.

Mercimek köftesinden sonra, mideme bir küçük bardak daha Southern Comfort dökmeye çalışıyorum. Sanırım, pis su giderlerini açmaya yarayan kimyasallardan kullanarak daha başarılı olabilirim. Gırtlağım acıyor! Bir geri sayım mı var içimde?
Kafam tükenmiş...
Kanepe beyaz ve yerden yüksek. Yerde sentetik bir zemin var. Çamura basıyor gibi hissediyorum. Ayağımı kurtarmamın zor olduğu bir çamur. Ayakkabımın bağcıkları tomurcuklanmış. Ayağımı sadece çoraplarım kaplıyor oysa... Çim çoraplar!
Kafatasımın içinden eksilen mi var? Kulağımdan, burnumdan pamuk soksam...
İki ayrı firmanın, iki ayrı kağıda basılı, Kasım ayı personel çalışma programlarına tutsaklıktan kurtulsam!
Bu geceyi diğerlerinden 1 saat fazla yaşayacağım. Geç yatmamda bir sakınca yok.
Dilim tükenmiş...

23 Ekim 2009 Cuma

TCJJB

23.10.2009 Cuma, saat Türkiye'de 21:55.
TK001, 1 dakika önce JFK'e inmiş olmalıydı.
Az önce, doğudan, güneye, deniz üzerine yöneldi. Henüz de tekrar kuzeye çevirdi yönünü.
4L'ye inecek gibi gözüküyor.

Saat 22:05...
www.flightstats.com 'a göre, 14dakika önce piste inmiş. Yani, benim için 21:51'de...

Rahatladım.

Ne zaman bir yere uçsam, annem, "İndiğinde, ilk fırsatta bana haber ver lütfen." der.
Şimdi çok iyi biliyorum neden bu kadar merak ettiğini.
Canının bir parçası benle beraber uçtuğu için.
Sadece uçak yolculuklarında değil; hangi taşıtla gidersem gideyim, yanımda annemin bir bölümünü de taşırmışım da haberim yokmuş!
En büyük ve en ağır bagajı da arkamda O'nun kucağına bırakırmışım...

Sağolasın teknoloji, bagajı aldın kucağımdan!
Bu arada, THY'nin uçuş bilgi sayfasında, 25 dakikadır, varışla ilgili aktüel bir bilgi yok. Belki de, hatta umarım, uçağın park etmesinden sonra yayınlanıyordur...

17 Ekim 2009 Cumartesi

İmla, ulaşılması zor kudret...

16 Ekim 2009 Cumaertesi. Gün başlayalı 18 saat 50 dakika olmuş. Haftalardır biriken toz, bakteri ve bilgisayar izlerini evden çıkarmam gerekirken şu yaptığıma bak! Bakıyorsun zaten. Her harfine olmasa da (insanlar harf harf değil, sözcük sözcük okur), gayet bu sayfadasın. Cumaertesi... Ne oldu? Bir harf fazla mı? Ben seviyorum o "E"yi... Harf harf okuma! İnsansın sen... Sözcüklere, dikkat ettiğini bile bilmeden, odaklanman lazım.
Anılar, şimdi gözümde canlandılar. (Coşkun Sabah'tan daha güzel bir site beklerdim gerçi...)
1994'ün güzel bir sabahında, Hakan, Sinem, Emek ve ben, Büyük Ada'ya gittik. Bütün gün bisikletle, adanın izin veren hemen her bucağına ulaşıp güzel zaman geçirmiştik. O dönemimde, yanıma gelmesinden bir kaç dakika önce kokusunu aldığım bir kızla ilgili derin düşüncelerde sıkça kayboluyordum. Bisikletleri kiraladığımız dükkandan çıktıktan az pedal sonra, benim kiraladığım bisikletin arka lastiğinin, kullanılmayacak kadar indiğini, asfalta beyaz boyayla nakşedilmiş bir E harfinin yanında farketmiştim. Bisikleti dükkana geri götürüp değiştirdikten sonra, o E harfinin yanından gülümseyerek geçmiş ve kokulu hanım kızımızı yanımda hissetmiştim. Bir süre sonra, 4 kişilik grubumuzun gitmekte olduğu yönün tersine, var gücüyle pedal basan akran bir erkek gördük. Süratinin nedeninin kaçması, kaçtığı şeyin de Emek olduğunu, Emek yanımızdan daha hızlı ve küfürler ve tehditler bağırarak geçtiğinde anladık. Az dakika sonra yanımıza geldiğinde, Emek'in kendisine laf atan genç bir erkek insanı kovaladığını öğrenip hayret ettik. Emek hariç hepimiz lise iki veya müstakbel lise son öğrencisiydik. Emek ise sanırım ortaokula yeni başlamıştı. Hem laf atılacak kadar kadın, hem de laf atanı kovalayacak kadar erkek miydi? Algılar ve salgılar değişken, bağıntılı etki nedenleri...
O kadar eğlendik ve evden uzakta, dışarda olmanın tadına o kadar açtık ki, geceyi de adada geçirmeye yeltendik. Pipileri olanlar için evlere haber vermek, kukululara nispeten daha kolaydı. Bir türlü, Bahçelievler'deki Nesrin Teyze'yi nasıl arayıp, kendisine neyi nasıl söylersek, cebimizdeki harçlığa uygun fiyatla bulduğumuz pansiyona doğru rahatça pedal basabileceğimizi kestiremiyorduk. Kızının ve yeğeninin güvende olacağını telkin edebilecek bir adam gerekiyordu. Ahizeyi elime aldığımda, şansımızın zorlanmaktan kırılmak üzere olduğunu değil, sayemde bütün akşam içki içip kağıt oynayabileceğimiz için arkadaşlarımın bana ne kadar çok teşekkür edeceklerini düşünüyordum. Durumu nazikçe sunmama yarayan sözlerime, Nesrin teyzemin cevabı "Kızlarımı emanet ettim, bu akşam onları sağ salim buraya getir!" cümlesi oldu. O gün çok fotoğraf çekmiştik. Sinem'in kamerası çok bereketli çıkmıştı. Sabahtan akşama, her güzel kareyi hapsetmiştik içine. Biraz şaşırmamıza rağmen, üzerimize gayet rahat olan boşvermişlik yüzünden sanırım, "henüz dijital fotoğraf teknolojisi bize ulaşmamışken, bu film makarası neden bitmiyor?" dememiştik. Bizi anakaraya sağ salim taşıyacak olan vapura yürürken, beyaz bir kemerin altından gördüğümüz, o zaman için sıradışı sayılan, kökten dinci bir çiftin manzaraya karşı gün batışı romantizmi manzarası, en güzel karemiz olacaktı. Acıyla farkettik ki, Sinem'in kamerası bozulmuş ve bütün görüntüleri aynı kareye almış. Makarayı her kuruşumuzda beyhude enerji harcıyormuşuz... Aslında, idrakımı zorladıktan sonra, hiç de beyhude olmadığını söylemeliyim. Aynı enerji sayesinde eğleniyor ve şimdiye ulaşan anları yaşıyorduk.
Asfalttaki E harfine gülümserken, 15 sene sonra, kumda başka bir ismin tamamını göreceğimi bilemezdim. Bir saniye sonrasını biliyorum ya...
Yazara hürmet ederim...