29 Mart 2007 Perşembe

We've been hung out to dry

Kurumamız için dışarı asıldık. Bu benim sözüm değil. Şu andaki halim(iz)i, kendime özetlemek için kullanmaktan çekinmemek, benim eylemim.
Ben 366 gün önce asılmıştım. Kurumaya ise sanırım 200 gün önce başladım. Arada, yağmur yağdığı oldu, oynayan çocukların oyunları sıçradı üstüme. Tertemiz değilim, giyilmeyecek kadar kirli de değilim. Sen ne durumdasın?

"Burada olmanı isterdim" diyen çok insan duydum. Kimi, birini yardıma çağıramadığı için kullanır bu cümleyi; kimi, haklı çıktığını gösterme isteğiyle... Kimi, var olan mutluluğu paylaşmak için; kimi de hüzünden kurtulmak için...
Mekanı o zamanda paylaşmak isteyenin özlemi nedeniyle, genellikle ince bir acı içerir bu ifade. Bazen de, iki insanın arasındaki mesafe kadar kalındır bu acı...

Ne var ki, yöntemler ve değerler değişse de, "sevmek" ve "paylaşmak" eylemlerinin insan kültüründen yok olacağını sanmıyorum. Dolayısıyla "özlemek" de hep iğneleyecektir.
Enerji tüketen ve enerji üreten iki uç arasında gidip gelen bir sürü top var. Hepsinin (çoğunun) varlığının ve frekanslarının farkında olanlar, "keşke burada olsaydın" derken, dillerine veya yüreklerine veya ellerine veya gözlerine batan iğneleri severler. Kazıklardan, hançerlerden, şişlerden veya tomruklardan haberdar olmanın tek yolunun, onları pratikte tecrübe etmek olmadığını bilirler.

Mutluyum; keşke, burada olsaydın! Başakların arasında, açık kollarıyla yürüyen adamın, eve dönüp, başaktan müzikli ekmek üretmeyi istemesi gibi...

Dalgalarla temizlenmiş, güneşle ısınmış, senle renklenmiş, kurumayı bekledim dışarıda.
İçeri girmek ve bir süre içerde kalmak istiyorum artık.

Müziği buradan da dinliyorum; gayet güzel. Duvarlarla nasıl duyulur acaba?

I am the anomaly

28.03.2007 (22:33LT)

Kafam rahat artik...
Saçlarimi kestirdim çünkü.
Saçlarimi kestirdim, çünkü hevesimi aldim ve ayrica, her gün kurutmak için harcadigim zamana acimaya baslamistim. Görüntüsü, genelde hosuma gidiyordu ama, verdigi zahmete pek de gönüllü olmadigimi anladim. Incubus konserinde ve evdeki müzik terapilerimde, kafamdaki kildan oyuncakla yeterince oynadigima karar verip, baska oyuncaklara heves beslemeye basladim. (Canim bisikletim! Nasil da özlemisim...)

Kafamdaki kildan oyuncakla oynamak isteyip de oynayamamis olanlar üzülmesinler; berberin zemininden topladim, bir kiskaçla sabitledim. Isteyenlere sunabilirim. (Sevket Peruklari)

Ha, "illa ki görecem" diyenler, burdan buyursun! Beware!

1996 bianchi meta

27.03.2007 (20:02LT)

Az önce nefes nefese eve girdim. Biraz da yorulmustum...
Çünkü...
Çünküüü...
Çünküüüüüü!!!
Bisikletime kavusmanin heyecaniyla sokaklarda pedal çevirdim!

Bugünkü kisa turun sonunda izlenimler:
* Vücudum bisikleti unutmus, hatirlatildi...
* Bisikletim vücudumu unutmamis, takdir edildi...
* Sokaklardaki arabalar gereksizce çogalmis...
* Karsidan üzerlerine hizla sürünce yol veriyorlar, yine de risk almamak lazim...
* Mabadim ve apis aram, seleyi degistirmem gerektigini telkin ettiler...
* Çok memnunum
* Oh be!!!

27 Mart 2007 Salı

dudaktan kanat olur mu?

25.03.2007 (21:30LT)

Dudaktan kanat yapan adami seyrederken dedim ki:
"Ayaklarin, gerçek veya mecazi anlamda, yerden kesilmesine neden olabilecek ne kadar çok sey var. Korkudan siçrayabilirsin; yüksektekine ulasmak için ziplayabilirsin; içtigin veya yedigin bir madde yerden bagimsiz hissetirebilir; gördügün, tanidigin, tanistigin, sevdigin, sevistigin, istedigin bir insan seni tek basina veya kendisiyle beraber uçurabilir; özel bir insanin sadece tek veya birkaç niteligi de, algilayan benligin havadan hafiflesmesine yardimci olabilir. Bu algi, duyularin besiyle de olabilecegi gibi, ayni zamanda veya sadece algilayanin zihninde de yer alabilir. Her durumda yükseltici etkisi vardir.
Charles Baudelaire, zamanin ezici etkisinden kurtulmak için, sarapla, siirle veya erdemle veya neyle olursa olsun sarhos olunmasi gerektigini söylüyor. Fazla yükselmek de sarhos etmez mi? (Oksijenle ilgili bir konu yok ortada, abartma!)
Saraptan yerlerde sizsak da, asktan dizlerimizin üstüne çöksek de, erdemle sakin sakin otursak da; zihnimiz yukardan bakmaz mi olup bitene?"

Bunlari dedikten sonra söyle devam ediyorum:

Soyutlugun, somut zararlari her zaman telafi etmedigini bildigim için; bu yükselme, sarhosluk, rahatlama amacinda, insana maddi ve manevi yararlari birbirlerini elemeyen yöntem(ler) gerektigini düsünüyorum.

"Yükselmek"le ne kastettigim hakkinda hiç fikriniz yoksa, veya zararli bir seyden bahsettigimi düsünüyorsaniz daha fazla okuyarak vakit ve huzur kaybetmeyin. Masumiyetle de ilgili bir derdim yok. Herkesin yükselme yöntemi, kendi irtifasini ve inis seklini belirler; alinan riskler kararlar gibi kisiseldir.

Son noktada, yani yere konusta, yükselmenin yararlari ve zararlari karsilastirilacaksa; ki saglikli (belki de sagliksiz ama yararci) zihinler bunu atlamaz; somut etkiler hesaba girer.

Sarap, bir süre için, yükselmeye olumlu etki edebilir. Bütünün parçalarini yipratan etkilerini ve kontrol zorlugunu düsününce, yaninda getirdigi riskleri kim göz ardi edebilir? Amcam! Düsüsü kim göze alabilir ki? Çok insan!

Sanat, hem sunan hem de alan için belki de en temiz hafifleticidir. Kendisi tonlarca tonlarca agirlikta olabilir; ama içinden geçtigi bünyeleri havadan hafif hale getirmez mi? Ayrica milyonlarca seçenek sayesinde, her bünye kendisine en uygun olanlari seçebilir. Duyu organlarinin çoguna ve algilayan zihnin geneline hitap edebilir. Alginin ve degerlendirmenin gelismesini saglayabilir. Gayet doyurucu bir yükselme saglar. Diger cesitli yükselmelere de yol açabilir. Inisler saglikli yasanabilir, iyi degerlendirilebilirse...

Korkudan siçrayarak yasanan yükselmeleri tercih eden insanlari hiç anlamadim. Anlayabilecegimi de sanmiyorum. "Korku", benim tercih ettigim taniminda, "huzursuzluk", "tedirginlik" sözcükleriyle beraber yer aliyor. Bunlarin hangisinden, neden mutlu olunur? Korku ve gerilim kitaplari, filmleri neden bu kadar çok insan tarafindan tercih ediliyor? Bilmiyorum. Bilmeye çalisiyorum dogal olarak. Kafamda ve sadece bana yönelik olarak mümkün olsa da, burada psikolojik ve/veya sosyolojik incelemelere yer ve yeti yok.

Mutabik kalabilecegimizi sandigim nokta, korkuyla yasanan yükselmelerin, nispeten kisa mesafeli ve az yararli ve daha az doyurucu olduklaridir.

Sevgi yakitiyla gerceklesen hafiflemeler hakkinda, sanirim, iyi niyetli herkes benzer seyler düsünür. Bu sayfalarin varliginin nedeni olan detaylandirma egilimimdendir ki, benzemeyenleri yazmaya calisacagim:

Sevmek, çogu zaman sevilenden dolayi olsa da; bazen yanlis yönelimler, tercihler veya yanilgilar veya umursamazlik desteginde, tümüyle sevenin nitelikleri nedeniyle de degerli bir eylemdir. Sevmek, her iki tarafinda da yer alanlara, baska nedenlerle yapilmayacak seyler yaptirabilir. Sarap gibi...Tek yönlü sevginin de yükselttigi inkar edilemez. Ancak, istes çatili fiil olarak yasanan, yani karsilikli isleyen sevginin, çok daha uzun menzilli, verimli ve az sarsintili oldugunu düsünüyorum. O zaman, yükselmekle kalinmaz, seyahat de edilir. (Ayak bilegi seviyesinde düsünce balonu: Ne bileyim, saga sola gidersin sevgilinle yani...)

"Sevmek"in istes çatili hali olan "sevismek", birbirine sevgi duyan insanlarin, fiziksel temas olmaksizin karsilikli ve onaylanmis hislerini anlatmak için kullanildigi gibi; yogun ten temasiyla ilgi ve sevgi gösterme eylemini de tanimlar. Manevi hazzin belki de en ivmeli yükselmesi, birinci tanimdaki eylemle yasaniyor gibi gözükse de; bu sirada bütün duyu organlari ve algilar es zamanli çalismaz.
Fakat, karsilikli olarak yasanan, ikinci tanimdaki sevismede, bütün duyu organlari, kapasitelerinin sonuna kadar kullanilir. Bu eylem için uygun durumdaki fiziksel yapida da, gayet yararli süreçler, en doyurucu yükselmeyle sonuçlanir. El ele, göz göze, artik ne neyeyse; beraberce yasandigi için, tesvik edici ve güvenlidir de...

Sanirim, dudaktan kanat yapan adamin derdi kocaman kargadan kurtulmak ve korkusu hizla alçalmak iken; benim derdim bambaska...

Adam dudaklarla uçamadi. Çakildi. Uyaniyor mu, bilmiyorum.

Adami, kargaya yem olma tehlikesine tasiyan, kanat taklidi yapan dudaklardan baska; üstündeki zehir yüzünden parlayan, zarif; içecek su bulamadigi için onlarca parçaya ayrilarak çatlayan, kupkuru; sahibi tarafindan saklanmaktan kurtulmak için, kafadaki yerini devamli degistiren, ince; doymak bilmeyen bir agiza bagli oldugu için isiriklarla yarali, dolgun dudaklar da var...

PHBXV'yle uçsak... Havada dans etse...

Dudaktan kanat yapan adam, neyi motor yerine koyardi acaba?

20 Mart 2007 Salı

PHBXV

20.03.2007 (19:15LT)
Bugün, geç uyandim. Yataktan çikmaya da pek niyetli degildim. Gece, kafami rahat ettirmeye yastiklar yetmemisti çünkü. Neyin yetecegini bilmek de rahat ettirmiyor ne yazik ki...
Kafamdaki konu, böyle bir rahatlik arayisindan kurtulamamakla belirlense de; buradaki konu bu degil. En azindan, simdilik bu kadar...
Saat 11:00 civarinda gelen telefonlar, izin günümü evde geciremeyecegimi; dahasi, havalimaninda geçirecegimi müjdeliyordu. Sürpriz evrak ihtiyaçlari, bilgisayar kullanici sorunlari, Funda'nin "ben havalimanindayim, sen ofiste misin?" sorusu...
Buradaki konu, son derece siradisi olsa da, Sivil Havacilik Genel Müdürlügü'nün, yeni sezon permilerimizi onaylamak için gerektigini söyledigi yeni evraklardan, sezonun baslamasina 3 gün kala haberdar olmamiz da degil.
Buradaki konu, Funda'nin havalimaninda ne için bulundugu da degil.
Yataktan çikip, banyoya girip, aynaya bakmaz olsaydim! Yüzümü yikamama gerek kalmadi. Aynada aksini gördügüm canli beni hemen ayiltti. Rahatlamaya, uyumaya calisirken, kafami yastiklara (mide tedavim kapsaminda, yataga 6 yastikla giriyorum da...) nasil sürttüysem, kafamin görüntüsü Elvira ile Beetle Juice ortak çalismasinin ürünü gibiydi. Hos degildi. Hemen firçadan ve çivili tokadan yardim aldim, evden çiktim. Buradaki konu, saçima söz geçirme yöntemlerim veya insanlarin kafama verdikleri tepkiler de degil.
Aslinda iyi konu yahu. Neyse, açikliyorum:
Buradaki konu, simdi, PHBXV!
Bu yeni çocuk bugün ugradi bize. Bu çocuk bir Boeing 737-800 (8K2). Dogdugu yerden daha bebekken kopartilip, yeni bir aileye verilmis, yeni bir eve yerlestirilmis. Ama, bizimki evde duramamis, gezmeye çikmis. Ilk ugradigi yer de Atatürk Havalimani'nin 217 numarali park pozisyonu olmus ("park pozisyonu" Türkçe'de egreti duran çevirilerden biri bence, alistik kullaniyoruz gerçi...)
Ben ofiste bilgisayar basinda, kafami rahat birakmayandan en güzel sekilde rahatliga geçmenin yollarini düsünürken ve bir yandan da Ankara'ya gönderilecek bilgileri, Amsterdam ve Minneapolis'ten tedarik etmeye çalisirken (tekmelojinin ayagina masaj yapayim), Didem aradi: "Abi bu uçak yeni, yepyeni! Içi plastik kokuyo! Gicir gicir! Görmek ister misin?" dedi. Bilgisayarin basindan kalkip, daha iç açici ve moral verici seyler görmeye, koklamaya son derece ihtiyaç duydugum o anda; isimi hizar gibi kesen, Hizir gibi yetisen Didem'e tesekkur! Kalbimin götürdügü yere gittim. Iyi de ettim, uçaga varmadan önce heyecanim yüzümden okunuyordu sanirim. Uçagin kapisinda kendimi, ekipten bir steward'a tanittim, firmamin kimlik kartini da destekleyici unsur olarak kullandim. Sivil kiyafetim bunu gerektiriyordu. O sirada, ucagin tuvaletinden çikan kabin amiri beni tanidi, ben de onu tanidim. Tanimasa miydim? 2 saniye sohbet ettik. Tuvalete de baktim. Kiyamadim kirletmeye. Dolaplari elledim, kapiyi oksadim. Aklima kapiya "Maasallah" yazan bir levha ve/veya nazar boncugu ve/veya at nali asmak geldi; kurban kesmek gelmedi. Gelenleri de geldikleri yere geri gönderdim. Sonra hemen uçagin altina indim. Her yeri Didem'in dedigi gibi "gicir gicir" di! Saginda solunda cesitli güvenlik ve gümrük mühürleri, cikartmalari yoktu. Wingletleri, parmaklari yukari isaret eden zarif kadin elleri gibiydi. Pitot tüpleri piril piril, static portlari ayna gibiydi. Motorlara baktim. Elimi ilk degdirdigimde, bebek poposu gibi, porselen tabak gibi pürüzsüzlügünü ve metalin sicaklik veren soguklugunu hissettim. Bu, çocukluga henüz geçen bebegi kim bilir neler bekliyordu. Kim bilir neleri tasiyacakti. Ambarlarina baktim. Içleri tertemizdi. Aglari düzgün, dik duruyordu. Az kalsin, iscilere "yüklemeyin beee! kirletmeyin yavruyu beee!!" diye bagiracaktim.
Bu güzelligi herkes görmeli, bu yeni yetme çocuga herkes destek vermeli, herkes onun yeni dünyasinda mutluluklara uçacagini söylemeliydi. Telsizden, binis kapisina seslendim. Is arkadaslarimi davet ettim. Mesguldüler. Üzüldüm. Tekrar yukari çikip kabin amiri ile vedalasip ofise geri döndüm.
Hislerimi unutmam. Bir araba için böyle seyler hissettigimi hatirlamiyorum. Baska bir uçak için de... Neyse...
Airliners sitesinde bu uçagin tek bir resmi var. O da yukaridaki tescil kodundan ulasilan URL'de. Seattle'dan teslim edilirken, kalkis sirasinda çekilmis. Yarin yine Istanbul için planlanmis abileri, ablalari... Artik, alisir bize, baska yere gitmez bir süre. Biz büyütürüz bu çocugu...

ah annam ah...

Içlerini bilmeseniz de, yüzlerine baktiginiz zaman, kaçtigi veya sakindigi seyi hep yaninda tasidigini anladiginiz insanlar vardir. Onlar görmez ama siz görürsünüz degerli tehlikelerini veya yaralarini. Ögüt vermek, uyarida bulunmak, yardim sunmak, bu insanlarin bazilarini daha da panikletir; bazilarinin ise yüzlesmesini erkenlestirdigi için ise yarar. Her zaman da dogru karari veremezsiniz zaten. Dogru karari vermek, karsinizdaki insanin nasil algilayacagini bilmekle çok ilgilidir çünkü. Çogu zaman, vakti gelince atlatilacak dönemlerden herkesin geçtigini hatirlayip, kendi meselelerinize yogunlasirsiniz. O insanin elem çantasi da, sizinki gibi, hiç bos kalmayacaktir. Agirligi degisecek, içindekileri göstermeye devam edecektir.
Korkularimi veya acilarimi, her zaman ideal yollardan idare edebildigimi söylemeyi, söylerken de yürekten inanmayi ve rahat etmeyi çok isterdim. Yakindan taniyanlar ne kadar endise sevici oldugumu bilirler. Detaylari iliskilendirmek çogu zaman keyif verir. Bu iliskiler sifatlarla birlesince, sorunlar da bas göstermeye baslar benim için. Yogun bir ag olur günlük hayat. Daha da yogun aglar vardir; iliskiler, riskler, ekonomi gibi...
Çantamin içini görebildigini bildigim insanlar var. Görebildikleri için memnun oldugum; istedikleri zaman, istedikleri gibi elle karistirabilecek olanlar pek azdir. El becerilerine güvenmeyip, kendiliklerinden bir mesafeden bakmayi seçenler de var ayrica; neye muktedir olduklarini neye yetmeyeceklerini söylememe ragmen, kafalarini çantaya daldirmak isteyip de, her defasinda zorla öteye itelediklerim de...
Zamanlama ve yogunluk uyumsuzlugu nedeniyle, çanta kullanmadigim zamanlarda karsilastigim için, cebimdeki kesici ve delici ve patlayici ve asindirici ve üzücü ve göz yasartici ve tahrik edicileri ufakliklari fark etmeyenler, etmemesi gerekenler, etmesi için yakardiklarim da cabasi...Çantam, içindekiler, ceplerim ve çöplerim ile ilgili o kadar çok eylem, ihtimal ve insan varmis ve ben bunlari o kadar geç farketmisim ki...
Simdi yine, detaylar arasi binlerce elektrikli esek seferde. Bu eseklerin yarattigi sarsintiyi bazen "concrete donkey", bazen müzik, bazen ask, bazen is, bazen disadönüklük, bazen bisiklet, bazen uykuyla tolere ettim. Esekleri hizlandirmak için bira veya sarap da kullandigim oldu.Artik esek filomun bakima veya küçülmeye ihtiyaci var galiba. Ya da detaylar azaldi. Tam anlayamiyorum. Esekler rapor veremiyor çünkü!
Son günlerde, ayak baglarimin ne oldugunu disardan görebilenlerin genellikle benim izin verdiklerim olduklarini düsünmeye basladim. Daha da fenasi, benim yönelttigim sekilde algiliyorlar sanirim. Disadönüklügümün, bu esek trafiginin yarattigi gürültüyü bastirdigini ne zaman anladim acaba? Ne zamandir seferdeler? Ne zamandir caz yapiyorum? Neyse ki, yönlendirilmeye meyilli olmadigimi düsünerek avunabiliyorum. Kendime dogru söyledigimi biliyorum; yaniliyor olabilirim ama dürüstüm. Vicdan islevsiz ve pürüzsüz.
Midem dolayisiyla bana rahatsizlik verecek seyler belirlendi. Az degiller. Bunlari bünyemden uzak tutmak disinda, huzur bulma seklimi de biraz degistirmem gerek. Kafami daha fazla sabit tutmam gerek. Azalan lezzet seçenekleri, çogalan anomaliler... Buldum!!
Filodaki esekleri köpeklerle degistirecegim!
Bir sürü beagle alacagim. Hizli, zaten merakli, duygusal...
Jenna'yi çok özledim!
Anna Molly'den de kaçmak lazim. Sarki güzel oldugu için, çabuk tüketebilir miyim acaba?
Çanta gibi... Olmasa da, yerine geçebilecekler var.

14 Mart 2007 Çarşamba

hortumu yedim, yuttum, tadını anlamadım
























Öğlen 12'de annemle buluştum ve beraber hastaneye gittik.

Dünkü konuşmalarımız sonrasında, özel sigorta firması; bugün bana yapılması gereken gastroduodenoskopinin ücretinin yüzde seksenini ödemeyi kabul etti. Ben de, aklımda Incubus ve Megadeth şarkılarıyla sinirlerimi yatıştırmaya çalışarak "sokma" saatini beklemeye başladım. O saat, 15 dakika sonra geldi. Anneme "Biz anne oğuluz, birbirimize benzeriz; sana yapsalar ya bunu...ben gitsem... he?" dedim. Arada bir kaç tane daha saçma espri yapıp annemin sinirini bozarak, kendiminkini düzeltmeye çalıştım. Baktım, kafadaki müzik ve anneme sataşmak yeterli olmuyor, ben de başkasına yönelmeliydim.
Daha önce içine 40-50 santimlik boruyu almış biri olan Mert'i aradım. Hem, kendisiyle yaptığım her görüşmenin bana neşe verdiğini hatırladığımdan; hem de borudan önce uygulanacak sakinleştirici hakkında bilgi alabilmek için...
O da, geçirdiği son rahatsızlığın etkisinden henüz tamamıyla çıkamamış sesiyle cevap verdi telefonuma. Yine de sağolsun, gayet etkileyici bilgi ve moral verdi. Yine de uyuşmak istemiyordum.

Doktoruma da ne kadar tedirgin olduğumu belli ettikten sonra, "girişim" odasına alındım. Önce, üstümdekileri çıkartıp önlük (scrubs), botlarımı çıkarıp terlik giydim. Fazla seksi oldum. Uyuşmamalıydım.
Sonra ortadaki yatağa yattım. Tepemde yüksek teknoloji ürünü monitör, solumda kocaman bir aspiratör, arkamda tomar tomar ilaç, enjektör, vidanjör, asansör, masör...vb
İçime girecek olan şey nerdeydi onu bilmiyorum.

Girişim odasında, önce, imzalamam gereken evrak gösterildi bana. Doktorumun bana gerekli bilgileri verdiğini, sorumluluğun bana ait olduğunu beyan ediyordum. Bazı önemli hastalıklarla ilgili detaylar da vardı ama sinirimi daha da bozmamak için oraları çok hızlı okudum. Kafam hala kolumdan enjekte edilecek şeyin ne olduğunu detaylarıyla öğrenme doğrultusunda çalışıyordu. Koluma, damar çıkarmaya yarayan kemerimsi kasnak takılıp sıkılınca, ayaklarım birbirine çarpmaya, sol elim kafama gidip gelmeye başladı. Bu arada birşey battı koluma, damarıma. O bir vanaydı. "Katater" diyorlar. Basbayağı vana işte. Damar vanası!! Dana!

O arada doktorum geldi yanıbaşıma. İlacın ısısını kolumda 2 saniye için hissettim. Sonra herşey saçma gelmeye başladı. Hayatın anlamı olmadığını falan düşündüm ve sırıtmaya başladım. Yine de ayaklarımı birbirine sürtüyordum. Doktorum, "Burçaaaakkk, Burçak hiç yakıştıramıyorum sana bunları" dedi. Neyi yakıştıramadığını anlamamış gibi yapabilirdim ama keyiflenmeye başlamıştım. "Ben de yakıştıramıyorum valla" dedim. Aslında önlükten, geğirmekten falan da bahsedebilirdim. Onlar da yakışmıyordu. Sonra umursamazlığın efsane şampiyonu oldum. İçimden "sokun anasını satayım, koluma da sokun, gırtlağıma da sokun, oraya da sokun, buraya da sokun, ben de sokayım... oh içimi görelim bakalım, nasılmış?" deyip duruyordum.
Bir de ağzımın farklı yerlerine ve gırtlağıma uyuşturucu bir sprey sıktılar. Ağzım, boğazım sırılsıklam oldu ve tükürmek istedim. Yutmam gerekiyormuş. Yuttum.

Sonra ortası delik, yuvarlak birşeyi ağzımda tutmamı istediler. Sanırım boruyu ısırmamı engellemek içindi. O parçanın içinden gönderdi doktorum boruyu. Sonrasını çok az hatırlıyorum. Geğirdim mi, kusmaya çalıştım mı, osurdum mu, ne yaptım ne yapmadım bilmiyorum pek.
Ama bir ara doktorumun ve hemşirenin, benim de monitörü seyretmeme şaşırdıklarını; mide duvarına dokunulduğunu hissettiğimi hatırlıyorum. Ne zaman, nasıl geri çektiler; o arada ne hissettim bilmiyorum. Mutluydum ama...

Sonra, doktorum gitti girişim odasından. Ben de çıkmak istiyordum.

Dikilmeye kalktım, yamuldum. İşte tam o anda mutluluk yerini güvensizliğe bıraktı. Ancak, "girişim" öncesi yaşadığım tedirginlik ve gerginlikten eser yoktu. Beni ayılma odasına aldılar. Annem de geldi o ara. Yattım yine. Saçmalıyordum. Doktorum geldi. Midemin vesikalıklarını verdi. Çok beğendim. Bazı uyarılarını tekrar etti. Uyumaya meyilliydim ama uykum yoktu. Daha önce bu kadar huzurlu ama bu kadar belirsiz kaç arada kaç derede kaldım bilmiyorum ama keyfim kaçmaya başlıyordu.

Vesikalıkların içinde sunulduğu zarfta bir de endoskopinin sonucu, doktorun gözlemleri ve teşhisi de yazıyordu. Okuyup anlıyordum ama vücut hareketlerime hakim olamıyordum.
Yarım saat sonra yürüyebilecek kıvama geldiğimde, sivil kıyafetler içinde servis edildim. Yani, danışma-kayıt masasına gidip, sigortadan sonra payıma düşen yüzde yirmilik miktarı ödedim.

Anamla Food-time'da öğlen yemeği yedikten sonra eve geldik.

Evde hemen faturayı açtım ve bana verilen ilaçların ne olduğunu öğrenmek için webde araştırmaya koyuldum. 5mg Dormicum ve 0.5mg Anexate verilmişti. Dormicum bayıyor, Anexate dürtüyordu. Detayları okumak sinir bozucu. Uyuşmak kötü.

Sonra bunları yazdım.
Kafam hala, arada bir, sağa sola devrilecek gibi oluyor. Uyumak lazım.

13 Mart 2007 Salı

Galiba, hortumun tadına bakamayacağım!

Bağlı olduğum sigorta firması, geçen hafta bana "Gastro Özofageal Reflü" öntanısı koyan doktorumun gerekli bulduğu, ucunda bir kamera olan boru ile sindirim sistemimi inceleme işleminin ücretini karşılamayı reddetti. Yarınki endoskopi randevum gerçekleşmeyebilir.

Endoskopi yaptırmaya çok istekli olduğum zaten söylenemez. Tamam, "deep-throat" ilginç ve hatta bazen takdire değer örnekler ortaya koyan bir eylem şekli ama, benim de buna benzer fetişlerim veya eğilimlerim yok.

Yine de, sağlığımla ilgili eylemler içindeyken, haksız yere durdurulduğumu hissediyorum. Çünkü, sigortanın bu işlemi onaylamama nedeni "geçmişte de aynı şikayetlerle doktora başvurmuş olmam" imiş.

2001 yılında "geğirme ve karında ve göğüste acı" şikayetleriyle başvurduğum Prof.Dr., göğsümü dinledikten sonra, kardiyolojiden konsültasyon istemişti. Duyduğu üfürüm incelenmiş, "fonksiyonel" olduğu anlaşılınca, midemle ilgilenmeye devam etmişti. Sonuçta, gergin bir yapım ve düzensiz bir iş yaşamım olduğu için, duyarlı midemin fazla tepki gösterdiğini söyleyip; bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Bir de H2 Reseptör Antagonisti bir ilaç varmişti.

Daha sonra, 2003 yılında ziyaret ettiğim başka bir Dr., "baş dönmesi, mide bulantısı, iştahsızlık, huzursuzluk..." şikayetlerime, "olası gastritis" ön tanısı koyup, çeşitli tahliller yaptırmıştı. Vücudumdan çıkabilecek hemen hemen her şey incelendiğinde, herşey normlar içinde bulunmuştu. Anksiyeteye bağlı sorunlar olduğunu düşünen o zamanki doktorum, iş ve özel yaşamımda biraz daha rahatlamam gerektiğini söylemişti. Mide bulantılarım için de "Metpamid" isimli ilacı önermişti. Biraz kullanıp bırakmıştım ben de...

Şu anda çalıştığım firmadan, 2001 yılının 31 Aralık'ında ayrılmıştım. 2005 Mart'da geri döndüm. Sağlık sigortamı da bu firma karşıladığı için, bu sigortaya 3 yıl 2 aylık bir ara verildi.

Sigorta şirketi diyor ki: "2001 yılındaki rahatsızlığınızı ve 2003 yılında belirlenen Gastrit'i, bize 2005'te bildirmediğiniz için bu masrafı karşılayamayız."
Ben de gayet anlayışlı ama değişmez tavırlı temsilcileri Handan Hanım'a dedim ki: "2001 yılındaki şikayetlerim benzer olabilir, ancak poliçe formundaki -Geçirdiğiniz rahatsızlıklar- kutusuna "fazla duyarlı mide fazla tepki verip fazla geğirmeme neden oluyor" yazamazdım. Ayrıca bu muayeneyi ve kardiyoloji işlemlerini yine siz ödemiştiniz zaten. Size zaten bildirilmiş ve onayladığınız işlemleri tekrar bildirmem gerektiğini bana nerede beyan ettiniz?
2003 yılındaki şikayetlerim tümüyle farklı. Konulan öntanı ise "olası gastritis". Bu öntanı, bana son görüşmemizde, doktor tarafından zikredilmedi. Varılan sonuç bambaşka, anksiyeteye dikkat etmem gerektiği ile ilgiliydi. Ben de sigorta formuna "anksiyete düzensizliği riski taşıyorum" olarak mı yazmalıydım?
Kesinleşmemiş, uzman tarafından onaylanmamış teşhisleri kendim yapıp size bildirmem mi gerekiyordu?"

Şimdiki doktorumdan, özgeçmişimle ilgili bir yazının yardımcı olabileceğini, kendisinin de sigorta şirketinin merkeziyle görüşeceğini söyledi. En azından, kararı kendisinin vermediğini, yardımcı olmak için bir şey yapmaya çalıştığını hissettim.

Hissettiğim başka bir şey de, fazla sinirlenmediğim; durumu kabul etmediğim halde, yüzümde bir gülümsemeyle konuşmaya devam edebildiğimdi.

Bu aralar o kadar da neşeli değilim aslında ama...

Du bakalım. Yarın 12:30'da doktorumla görüşüp ne olacağını anlayana kadar gerilmek yok!
Zaten, 4 gündür kullandığım ilaçlar, gayet hissedilir ölçüde rahatlama sağladılar. Midemde şişlik ve göğsümde sıkışma, sırtımda tepişme hissetmiyorum. Lüküs hayat!!

12 Mart 2007 Pazartesi

Dünya Kadınlar Günü'nün gecesi ve ertesi sabah

09.03.2007'de yazılmıştır:


Tamam, adamlar biraz beklettiler ama, sonra öyle bi mutlu ettiler ki, beklediğimiz dakikalar helal olsun!

Dün (08.03.2007 Persembe) akşam, Akatlar BJK Spor Kompleksi'nde, önce, yerli ürün Dorian'ı, sonra da Amarigan malı Incubus'u izledik. "Mal" dediğime bakmayın, gayet yiğit ve başarılı adamlar. Burda doğsalardı kesin komando olurlardı. (Ben iyice salaklaştım)

Komplekse vardığımızda, bahçede birleşik U ve S yapmış bir kuyruk vardı. Biz de U'nun uçlarından birinden sıraya girdik. Neyse ki hızlı ilerliyordu ve 15 dakika sonra, merdivenlerle inilen alt kapıdan geçmeye hazırdık. Önce, merdivenlerin başında sezgileriyle güvenlik kontrolü yapan birkaç adamın onayından geçtik. Sonra, merdivenlerin dibinde, biraz daha konvansiyonel yöntemlerle aramaya tabi tutulduk. Ancak, bence bu da son derece yüzeyseldi. (Ben her yeri iyice kendi iş yerimle kıyaslamaya başladım)Sonra, üzerlerinde hiç bir tanıtma ibaresi olmayan (isim veya görevli kartı veya kol bantı, üniforma, etketli veya logolu t-shirt, mont...vs), 20'sinden gün almamış sivil arkadaşların çıkıp, "biletinizi alabilir miyim?" dedikleri noktaya geldik.
Ben "Niye sen?" derken, herif "Aaaaa siz burdan giremezsiniz, sizin yeriniz numaralı, girişiniz yukarıdan olacak" dedi. Neden bu noktaya gelene kadar bir uyarı yapmadıklarını, bir tabela veya işaret koymadıklarını sormak istediğimde de, yetkililerin yukarıda oldukları cevabını aldım. Hakan da, ben de köpürmeye başlamak üzereydik. (Biz pek bi tahammülsüzleştik)

Yukarı döndük. Saçmalık hakkında konuşacak, durumu medeniyet yönünde değişterecek bir veya birkaç "yetkili" aramaya başladım. "Şurdaki montlu bey" e ulaştığımda, 20'sinden gün almamış başka bir "yetkili"yle karşı karşıyaydım. Arkadaşlarının, U'nun ortasında durup bağırarak, girişler hakkında bilgi verdiğini, herhalde bizim duymadığımızı söyledi. Tabela konusunda da rüzgarı suçladı. Neyse ki, son cümlesi "özür dilerim beyefendi" oldu.
Vücudumun çeşitli yerlerine (zannettiğiniz gibi genital bölgeler değil) özellikle dokunmayan güvenlik görevlilerinin kontrolü yine komik geldi. Adam, sağ bacağımın dizden aşağısına ellerini değdirdi, ama sol bacağımla ilgilenmedi. Gövdemde de, sırtıma dokundu ama göbeğim, kollarım ve belim ilgisini pek çekmedi. Kendimi nasıl güvende hissettim, anlatamam. (Ben iyice pimpiriklendim)

Sonra güzellikler başladı. Önce, saçma demir taraklarıyla, "survivor" veya "fear factor" aşamasını anımsatan turnikeyi kontrol eden tatlı kız; sonra, mekana girer girmez, üzerinde burcumun (boğa) amblemi olan küçük paketlerden uzatan Binboğa tanıtım elemanı kız; sonra tribünlerin üst tarafındaki Pall Mall standındaki yardımsever kız; genel olarak da etrafımızdaki bir sürü yeni nesilin güzelliklerini temsil eden kızlar ilgimi çekti. (Ben pek bi azdım bu aralar)

Mekandaki insanların yarısı 20'li yaşların altındaydı; diğer yarının çoğunluğu da 30'lu yaşların altındaydı. Az sayıda "amca" ve "teyze" gördük.

Tuborg ve Binboğa satılıyordu içerde. Tuborg'un 33 CL'lik ılık kutusunun fiyatının 8 lira olduğunu öğrenince Binboğa'yı sormadık bile.
Ben önce "zaten midem ağrıyor, 8 lira da vermem biraya" dedim ama Hakan benden daha gerçekçiydi. "Vericez abi..." dedi.
Yarım saat sonra bana 20 lira uzatıp "bira alsana" dedi. Baktım ciddi. Gittim Tuborg buzdolabına. Önünde 2 temiz yüzlü ergen erkek. Dedim "2 bira". Verdiler, parayı aldılar. Üstü olan 4 lirayı tarihin gördüğü en kötü sahte banknotla ödediler. 2 tane küçük kağıt parçası. Üstlerinde "2 YTL" yazıyor. "Abi" dedi bir tanesi. "Şimdi bozuğumuz yok, ama bunlar burdaki her satış noktasında geçiyor, veya çıkışta bizden paranı geri alabilirsin." Afalladım. Elimdeki senetlere baktım. Sinirlendim ama kabul ettim.Yerime geri döndüm ve Hakan'ı da afallattım.

Hakan'la muhabbet, midemin acısı falan derken, Dorian çıktı sahneye.

Dorian hakkında "2 şarkılarının yarıları, yani toplam 1 şarkıları fena değil. Ama neden devamlı ağlaklar? Bu yeni bir janr mı? Karamsar rock mı? Ağlak rock mı?" diye düşündük.

Dorian'dan sonra, ortalığı incelemeye devam ettik. Salonda bir sürü BJK bayrağı vardı. Sahnenin üstünde ise koca bir BJK amblemi ve onun da iki yanında kocaman kartal figürleri vardı. Hakan'a "Oğlum, Incubus BJK armasının altında konser verecek!" dedim. O da "Daha güzel ne olabilir ki?!" dedi. Böyle bi adam O.
Sahnenin üstündeki 2 projektörden, salonu gezen "COLIN'S" yazısı yansıtılıyordu. Bu gezinti sırasında da, yazılar (kuvvetli ışık) dakikada bir gözümüzden geçiyordu. Yani muhabbetimiz sırasında, her dakikada bir kere gözlerimizi kapıyorduk. Komik ve sinir bozucuydu. COLIN'S almayacağım.
Sahnenin solundaki tribünlerde, 2 alandaki koltukları, üzerlerine devasa birer halı örterek kapatmışlardı.Banttan yapılan müzik yayınında, nedense ses komik ölçüde kısıktı. Hatta, Thunderstruck çaldığı halde açmadı herifler sesi.
Sahneye defalarca gelip giden teknisyenler her defasında seyirciden büyük alkış aldı. Grup üyesi sanıldıklarını anladılar mı bilmiyorum tabi. Yine de gururları okşanmıştır eminim. Gitar teknisyeni (ya da gitar yetkilisi, müdürü, şefi, neyse artık) Voodoo Child'ın ilk saniyesini tıngırdattı. Alkış kopmadı. Anlamadım. (Ben iyice salaklaştım)

Çişimiz geldi. Önce Hakan gitti tuvalete. O geldi, ben gittim.Pisuvarın üstünde içi sidik dolu bi plastik bardak vardı. Güldüm. Sonra salondan deli bi alkış geldi. "Hah" dedim, "heriflerin sahneye çıkışlarını kaçırdım". Hemen mülkü toparlayıp tuvaletten çıktım. Tribünlerin üst tarafındaki Pall Mall standındaki yardım sever güzel kızın önünden pantalonumu toplayıp kemerimi bağlarken, yüzüne bakmadan geçtim. Ellerimi de yıkamadığımı anlamıştır herhalde.
Yerime vardığımda anladım ki, seyirci yine bir "fake" yemiş, benle de paylaşmıştı.

Hakan pisuvarın üzerindeki sidik dolu bardaktan söz etmeye kalktı. Oturttum. Bir yandan da aynı pisuvarı seçmiş olmamızın, arkadaşlığımızın değeri hakkında bir gösterge olup olmadığını merak ediyordum ama Incubus sahneye yavaşça çıkmaya başladı. Merakımı erteledim.

Sonra Quicksand başladı. Çok güzeldi.Brandon ceketini çıkarıp T-shirt ile kalınca seyirci yine alkışladı. Yine anlamadım.Son albümün hemen hemen yarısını çaldılar. A Crow Left Of Murder'ın da 3-4 şarkısını dinledik güzelce. Sick Sad Little World'ün ortasına davul ve Djembe atışması koydular. Eğlence patlaması oldu.Brandon, Light Grenades'i eline geçirdiği ışıklı eldivenlerle söyledi. Eldivenlerin ışığı o kadar güçlüydü ki, sanırım ayrıca bir güç kaynağına bağlıydılar. Bu da ilginç ve çok güzeldi. Aslında, sahnenin sağa sola oynayan ışıklarını saymazsak, tek görsel gösteri de buydu.Tüm şarkıların arasında ortalık fena halde kararıyordu. Zaten sahneye çıkarlarken ve arada ekipmanın ayarlarıyla ilgilenirlerken, ortalıkta küçük el fenerlerinin ışıkları görünüyordu.

Basçı Ben Kenney'in doğum günüydü. Brandon, Ben için "He's never been kissed" dedi. Acıdım. Gittim öptüm gıdısından.

Daha, Megalomaniac ve Pistola çalmamışlardı, selam verip gittiler. Sahne ve salonun da ışıkları yakılmadı. Ama yine de seyircinin bir bölümü çıkmaya başladı. Herhalde, yeni nesilin tecrübesizliğiydi bu ama yine de anlamadım. (nöron yok bende, neon kullanıyorum)
Sonra, cayır cayır geri geldiler. Megalomaniac'ı da çaldılar, Pistola'yı da.
Sonra, tekrar gittiler. Ama bu sefer, teker teker selam verdiler, seyirciye alet edevat attılar falan. O zaman dedim ki "haaa bunnar bu sefer harbiden gidiyo". Anladım yani.
Sonra ışıklar yandı.

Tuborgcu'dan paramızı almalıydık. Hatta, ilk 2 biradan sonra bir kez daha gidip, Hakan'a 1 bira daha almıştım; o seferde de para üstünü A4'ten kırpma Bubblejet Senet'le ödemişlerdi. Hakan tuvalete girerken ben Tuborg ergenlerine gittim. Yine bozukları yoktu. Tuvalete Hakan'ın yanına gittim. Senetleri verip, cebindeki bozuklarla, işi halletmesini rica ettim. Kabul etti sağolsun, kırmadı beni. Sonra yine aynı (ortak) pisuvarımıza ben de işedim. İçi sidik dolu bardağın içindeki sidik değişmişti. Alt tarafı koyulaşmış, üst tarafı açılmıştı. Tekrar güldüm. Bu sefer acelem yoktu ve rahat rahat elimi yıkadıktan sonra çıktım.

Hakan parayı almıştı.

Girdiğimiz kapılardan çıkacaktık. Sanırım başka da kapı yoktu.Yalnız çıkıştaki kapıların sadece 1 kanadı açıktı; o da en fazla 70-80 CM genişliğindeydi. Yüzlerce (numaralı koltuklarda en fazla 1000-1200 kişi vardı) kişi o kapıdan geçmek için sıkıntı yaşıyordu. Kapıya yaklaşan heme herkes, diğer kanadı da açmaya çalışıyordu ama arkadan gelen basınç, durup uğraşmayı imkansız kılıyordu. Uğraşanlar da beceremiyordu. Sıra bize geldiğinde, açılmış olan kanadın arkasında duran güvenlik görevlisine niye diğer kanatları da açmadıklarını sorduğumda, "açılmıyor ki!" cevabını aldım. "Kafanız yok di mi?" deyip akıntıyla çıktım dışarı. O anda bi şangırtıyla yandaki kapının iki kanadını birden ya açtılar ya da kilitlerini kırdılar. Bir alkış koptu. Küfrettim.

Mekanın önünden aşağı yürüyüp bir taksiye bindik. 30 liraya Bakırköy'e götürmesi için anlaştık.Eve gelip yattık.

Rüyamda çok ilginç şeyler dışavurdu zihnim. Saat 11'de, mutlu mutsuz uyandım.Bir tane zeytinyağlı kurabiye yedim ve o kurabiye saat 13:30'da günümü kurtardı. Muayene sonrası, reflü öntanısı koyan doktorum Prof.Dr.Kadir Bal, aslında midem boş olsaydı endoskopi yapabileceğini söyledi. Çarşambaya randevulaştık biz de.

Incubus'a bakmak isteyenler Wikipedia'nın ilgili sayfasına burdan yönlenebilirler.
Bu da abilerin kendi siteleri.

Zevkle dinleyin isterim.

Hakan kızar

Bazen Hakan'a saldırmak istiyorum. Özellikle, geleceğe dair umutsuz konuştuğunda. Tamam ben de Çınar kadar "herşey mümkündür, yapılır..." tutumunda olan biri değilim, ama Hakan da bazen pek rahatça baştan boşveriyor canım...aaaaaaa!!! Memeleri elledi mi acaba? Şimdi kızar bu bana. Bakın buraya yazıyorum.

Aslına bakarsanız, Hakan da değişiyor. Bunu en açık şekliyle, Barselona'ya gittiğimizi bilmediği için sitemine maruz kalırken anladım. Benim bildiğim Hakan, Horrible'dır. Kendisi de böyle şeyleri haber vermez, bihaber olmaya da takılmaz. Benim bildiğim, yanıltmış bizi.

Bazen, bazı kızlara sarılıp kutlamak istiyorum. Mesela, bu sabah havalimanında gördüğüm Megadeth T-shirt'ü üzerine ceket giymiş THY kontuarlarına yürüyen balık etli, esmer bir kıza gidip, ne kadar doğal ve sıkı durduğunu söylemek istedim.

Aslına bakarsanız, kızlar değişmiyor. Bunu en açık şekliyle, Barselona'da 10 dakikada bir aşık olunca ve geri döndüğümde 10 dakikada bir "niye ki?" dediğimde anladım. As for me I hacked my brains and headed west annemler...

Vural Gökçaylı defilesi ve Into The Lungs Off Hell

Ne diyeceğimi bira yudumlayıp, Megadeth (Into The Lungs Of Hell) dinleyip, Vural Gökçaylı defilesi izlerken düşünüyorum. Dolayısıyla, diyemeyebilirim. Aklımın erdiği, parmaklarımın bastığı, belimin izin verdiği ölçüde anlatmaya çalışayım...

Arkasından daha yenilerinin de geleceğini bilerek söylüyorum; yeni bir "ben"im ben. Ne zamanki "ben"den farklıyım, keçeli kalemle altını veya etrafını çizmeyi çok isterim ama orası muallakta. Yeni doğan kızına "Mualla" adını koyan tanıdığınız var mı bu arada? Eski sevgilimle, kızımız olsun istiyorduk. Ben de kızımızın isminin, sevgilimin ismiyle aynı olması niyetindeydim. Evde iki tane güzellik olsun diye...
Artık güzellik konusunda farklı bir bencillik benimsiyorum. Açıklama gerektiren isimlerden hoşlanıyorum. Meraklı ve detaycı yapımın etkisi. "M" ile başlayan isimler niye hoşuma gidiyor acaba? Megadeth, Monica, Minogue, Moreeke, mesela. Babaannemin adı Meliha'dır. Yeni doğan kızına "Meliha" adını koyan tanıdığınız var mı bu arada?

Ben yenilendim dedim değil mi? Organlar hızla yıpranıyor, yetersizleşiyorlar(dı). Bir zamanlar onlarca bardak bira sonrasında düzgün iletişime devam edip, yorgunluktan değil parasızlıktan eve dönmeye mecbur kalan Burçak, sabah düzgün bir nefes ve kudretle uyanıp yatağından kalkabiliyordu. Gerçi, uyandığında anlamadığı bir sürü konu; kafasına takılı, ucu noktalı bir sürü kanca oluyordu ama, bunları anlamak için gücü de toplaması uzun sürmüyordu. Şimdi aynı ekipman, çeşitli mecralardan (format ve farklı bir işletim sistemi gerektiren askerlik, sınırsız yeni uygulama kurduran ve güvenliği delik deşik eden ilişkiler, işlemciyi soğutan sanat ve içki ve seyahatler, hayata en yalın dolayısıyla en güvenli ama en sıkıcı başlatan yalnızlık, zaman zaman aşırı yüklenmeye neden olsalar da kullanımı zevkli ve değerli kılan, çoğu zaman da kullanımın tek nedeni olabilen arkadaşlar...) bünyesine yüklediği bir sürü yama ve güncelleme ile eski hızında iş görmeye gayret ediyor. Hatta çoğu zaman eskisinden de hızlı ve kesin (keskin) hareketler yapması gerekiyor. Donanımın kapasitesine uygun seçimler şu ana kadar ölümcül hatalardan korunmaya yetti.

Diyeceğim şudur ki: Daha önce hiç hissetmediğim kadar çok şey (kavram, eylem, yer, kişi, kurum, olay...) hakkında, çok rahat rasyonalize edebilidiğim ve gelişimini ideale yönlendirmeye çalıştığım yargılarım, fikirlerim var. Bunların oluşmasını sağlayan hemen her etkenden de haberdar olmak gayet tatmin edici. 2003'te bunların hangilerini elimle tutabileceğimi, hangilerini dilimle fırlatabileceğimi, hangilerini Grönland'a gömmem gerektiğini, hangilerini satabileceğimi bilmiyordum; bilmem gerektiğini de, bilinebileceğini de bilmiyordum. Allah'ım daha neler göstereceksin? Gözüme sokma ne olur...

Değişmeyen: Sinirli, yorgun, şaşkın, sevinçli hissederken Megadeth dinlemek çok iyi hissetiriyor. Led Zeppelin ise neşeye neşe katıyor. Pink Floyd için sakin olmak lazım. Bira en kolay tüketilen, yumuşak kırmızı şarap en çok keyif veren içki.

Bicycle Relief

04.03.2007'ye aittir aslında:

Sonunda bisikletimi geri aldım. 2 yıl önce ayrıldığım bisikletimi, lastikleri inik de olsa, sağ salim yuvaya döndürdüm. Şimdi güzel bir bakım yapıp, yaptırıp; kulakta kallavi müzikle pedala basmak için sabırsızlanıyorum! Allah beee!!

Hoşbuldum!

Bakalım burası nasıl?
Kokmuyor en azından.
Deniyorum ortalığı sağa sola çarpa çarpa...
İlerlerim belki.

Bu arada, eski karalamalarımı buraya taşımakla uğraşamayacağım.

02 Mart 2016'da düzeltme: Bir kısmını taşıdım...