31 Ocak 2008 Perşembe

yastığa hasret


Bir kısa mesaj. Ozi'den.
MTV'de Nirvana Unplugged konseri, hoş bir nostalji olabilir. Şüphesiz!
Saç tellerim bile dikildi.
Lisemin loş koridorlarında kulağımda müzikle dolaştığım günlerden, 90'lardan samimiyet! Hoşgeldin.
Ne kadar, 13 sene mi olmuş? Ne?!
Vay be!
Ne yaşadım ki gençliğimi özleyebiliyorum?
Obsesif kompulsif eğilimiyle, algıya ve kayıda doymayan zihnim mi bunun nedeni?
Uykumu getiriyor son 30 senemin dişe dokunmayan havaleli arşivi...
Ölmekle bu dünyadan ayrılmanın aynı şey olduğunu ve bunun herkesin başına geleceğini öğrenişimi; Eceabat'ta tepeden denize taş atarken aldığım hazzı ve sonrasında otoyola çıkarak eve dönmeye korkuşumu; köylü kızı Hanife ile osuruk yarışından sonra, misket oyanayan çocuklara rezil olmamı; "evi taşımak" la kastedilenin içinde duvarları da taşımanın bulunmadığını anladığım anı hatırlamak hoşuma mı gidiyor, fazla mı geliyor bilmiyorum.
Gidenle geleni ayıramıyorum. Kalansa yorgunluk sadece.
Gelgitlerimin ortasında kalabiliyorum ama her seferinde boğulmaktan korkuyorum.

21 Ocak 2008 Pazartesi

Snowblind


Rüya olduğunu bilerek seyrettiğim rüyalarımdan biriydi.

Galiba 3 gece önce gördüm: Kirli beyaz bir zeminle kaplanmış küçük bir gezegende, babam, Gülçin Abla ve onların bazı arkadaşlarıyla beraber, beyaz formika kaplı bir barın önünde durup; parlak beyaz gökte hemen her kilometrekareye yapıştırılmış, beyaz üzerine siyah çizgilerden oluşan dünya haritaları üzerinde ahkam kesiyorduk. Bazı haritalar sadece kıtaların, bazıları da sadece ilçelerindi. Fantastik rüyalarımda görmek istediğim şeyler tümüyle başkadır, doğal (doğam gereği) olarak. Bu rüyamda, içtenlik ve iyi niyetten kendini neredeyse kaybeden insanların bilgi alışverişindeki naiflik ve hedefe yönelmişlik beni mutlu ediyordu. Gerçek zamanda ne kadar sürdüğünü bilemediğim bu rüyanın etkisiyle, mutluluğum günlerdir benle.

Müteakip gecedeki uykumda ise, daha az fantastik bir rüyada, daha fazla rengi olduğunu hatırladığım bir ortamı, yaklaşan tsunami tehlikesi nedeniyle terketmeye çalışıyorduk. Aynı takım, aynı neşeyle, daha fazla organizasyon çabasıyla hareket ediyordu.

Ezoterik algı, yorum ve yaklaşımdan uzak benliğime, önce dün akşam babamla, sonra da bu akşam Gülçin Abla'yla yaptığım telefon görüşmelerinde öğrenip sevindiklerim; anlaşılması zor, eş zamanlı duygu yoğunluğu şüphesi tattırdı. Şüpheyi ve mistik bağlantı merakını 2 dakikada saf dışı ettikten sonra, sevdiğim insanların yeni heyecan ve sevincine, kilometrelerce öteden ortak olabilmenin tadını, metrelerce yakından ortak olamamanın burukluğunu; Incubus'un Morning View Sessions DVD'sinin keyfini ve rakının belirli ve samimi neşesini kattım.


Müziğimi seçebildiğim ve edinebildiğim kadar rahat şekilde, insanlarımı seçebilmek ve edinebilmek isterdim.


Müzik zevkime uygun birikimi seçebildiğim kadar, birikimime uygun müzik saçabilmek de isterdim...


Olmayanları istemekten vazgeçebilecek kadar rahat yaşadığımı farkedebilmem 1 dakika sürdü.



maybe I'm a leo


Aptalca davranarak kırdığım kalpleri hiç anımsamadan; kalbimin kırığını onaramayan insanlardan uzaklaşmak için attığım adımlarımı, kafamı rahatlatamayan sözler yerine, güç ve moral verdikleri için duymak istediğim önermeleriyle seçtiğim şarkıların tempolarına uydurma kaygımdan başka kaygı duymadan başladığım günlerden biriydi.
Uykusuz ve Penguen, peynirli pide ve ıspanaklı börek, çay, kroşe, büyük boy çöp torbası, meyve suyu, ekmek, meze, peynir, yumurta, su, yarım telefon aldım. Yeni evimin gecikmiş ve güncel elektrik faturalarını ödedim.
Kel lakaplı, mavi gözlü, uzun boylu, iyi kalpli arkadaşımla ilçe merkezinde buluştum.
Lolipop küselini evimin önünde uzunca süre bekletip, eve girdiğimizde de duvardaki deliklerle uğraşıp, kötü ikramda bulunup canını sıktım. Özür diledim. Yine dilerim.
Yeni evimin eski faturaları nedeniyle kesilen elektriğinin sayacına bağlı anahtarındaki mührü, yetkili ve sorumlular olmadan devre dışı bırakmamda sakınca olmadığını telefonla öğrenince bodruma inip, akışı yeniden başlattım. Isındım ve aydınlandık. Duvar bile deldim.
Yanımda arkadaşlarımın olması bana sevinç verdi. Ödünç değil övünç isterim aslında.

Farkında olduğu ama bilmediği...
Algıladıklarımı anlatmak isteyip, üşenip, sonra da üşengeçliğimi rasyonalize ediyorum. Bunu da dahil ettim mi etmedim mi şimdi? Canım sıkıldı!
...okumam gerek!

4 Ocak 2008 Cuma

youthanaisa

1988 senesinde Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ne başladım. Ben D sınıfındaydım, O B sınıfındaydı. İlk 2 sene yaramazlığıyla tanındı. Sonraki senelerde, özellikle pano yarışmalarında sınıfını lider yapan fikirleriyle ve projeleriyle "B'lerdeki çocuğu biliyo musun, herif radyo yapmış..." gibi cümlelerle adını duyurdu. Orta 3'te Bakırköy servisi öğrencileri olarak her cuma akşamı Çamlık'taki parklarda top oynarken O'nu da çağırmaya başladık. Hepimiz gibi sohbet etmezdi. Farklı bir tutumu vardı.
Lisede sigara ve içki içmeye başladık. Sabahları, serviste arka koltuklarda müzik dinleyip, muhabbet edip 2 - 3 sigara tellendirmeden Beşiktaş'a varmazdık. Grubumuzun ne yapacağı en belli olmayan adamı O'ydu. Servise bindiğinde çantasından 4 - 5 yüksek alkollü bira, büyük bir paket kek ve Camel ve Gitanes marka sigaralar çıkarır, bunları ilk 10 dakika satmaya çalışır, sonra mecburen bizle paylaşırdı.
Lise 1'de, okulun aşağısındaki köfteciden, paket paket köfte yaptırır, bunları yolun ortasında canı çeken ortaokul öğrencilerine fahiş fiyatla satardı.
Okuldan kaçmaları önlemek için, idarenin bahçemizin arka tarafını demir parmaklıklarla bölmesi pek işe yaramamıştı. Çünkü O, parmaklıklardaki kapının asma kilidini kırıp, yerine kendi kilidini koyup, anahtarını da okuldan kaçacak olanlara kiralama işini de kıvırmıştı. Artık, Ortaköy'e gidip çay bahçesinde kağıt oynamadan önce ya O'na yemek kartınızı veriyordunuz ya da paranızın yarısını.
Bu zamanlardan sonra O'nu ve bazı diğer arkadaşlarımızı okulda az görür olduk. İstanbul'un diğer güzide okullarından arkadaşlarıyla Beyoğlu'nun ve öksürük şuruplarının tadını çıkarıyorlardı.
En baştan beri, O'nun bir Pink Floyd, aslında, Syd Barrett hayranlığı söz konusuydu. Bu hayranlık, kendisini kızdırmak istediğimizde sarfettiğimiz Syd karşıtı cümlelerden sonra, fanatizme bile dönüşebiliyordu.
Bir akşam, hep beraber Ortaköy'de caminin arkasında şarap içtikten sonra, karşımızda duran duvar kalıntılarının üstüne çıkmış dansederken, aşağıdan kendisine "Naapıyosun lan orda!?" diye bağıran bekçiye "Paramı düşürdüm onu arıyorum" diye cevap vermiş ve dansına devam etmişti.
Liseden sonra, benim girdiğim üniversitede tanıdığı bir kızı bir kere görüp, kendisiyle evlenmeyi kafaya koyduğunda 18 yaşındaydı. Annemin baktığı falda anlattığı adımlar aynen çıkınca, kararından emin oldu ve bir kaç gün içinde ikinci kez gördüğünde, kızın parmağına nişan yüzüğünü şakayla karışık takıverdi.
Hayatı burdan sonra ivme artırarak değişti. Kendisi ise değişmeye hiç yanaşmadı.
Aramızda kendi yuvasını ilk kuran O'ydu. Ziyaretine gittiğimizde ise kendisini yuvasında hisseden bir adamla değil, odasında oyun oynayan bir çocukla karşılaşıyorduk. Evliliği bir kaç sene sonra canını acıtarak bitti. Bu acıda en büyük pay kendisine aitti. Bunun da farkındaydı. Kızı suçlamak hepimizin kolayca seçtiği yol oldu. Bir suçlunun olmadığını şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Ayrılığından sonra hayatını toparlar gibi oldu.
Fazla ilgilenmedik kendisiyle. Çünkü, tüm arkadaşları olarak hepimizin yaşamlarında başka şeyler daha öncelikliydi. Doğru ve doğal olan buydu.
Ara sıra görüştük kendisiyle. Okullar, sevgililer, evler değiştirdi.
2006'nin Mart ayında, o zamanki sevgilimden ayrıldığım sabah, O'nun eski sevgilisinden bir telefon aldım.
Hayatında benim bildiğim 3. kez intiharı denemiş ve bu sefer ölüme çok yaklaşmıştı.
Bu denemesinde aldığı ilaçlar sonucu ve kalbinin de kısa süre durmasıyla beyninin oksijensiz kalması yüzünden gerçek bir "brain damage" söz konusuydu.
Yıllarca, hemen her konuda farklı fikirleriyle tartışmalarımıza sinir ve renk katmış, inadıyla sabrımızı bileylemiş, bilgisayarlarımızdaki hemen her soruna çözüm getirmiş; kendi hayatını çoğumuzun ve dahi kendisinin çözemeyeceği kadar sorunlaştırmış yaramaz arkadaşımızı konuşamaz halde görmek, tarif edilemez bir acıydı.
En son bir sene kadar önce ailesinin evinde ziyaret ettiğimde, yarım saat sakin kalmaya zor dayanmıştım.
Syd Barrett'i yere göğe sığdıramayan ve bu tutkusunu en rasyonel şekilde açıklayabilen canım arkadaşım, Syd Barrett gibi gölgedeydi. Parlayan eski günleriyle hatırladığım arkadaşım, beni bir süre muhatap alıyor, sonra başka biri sanmaya başlıyordu.
Az önce eski sevgilisiyle tekrar konuştum. Durumunda bir gelişme, ailesinde bir umut yokmuş.

Aklıma gecenin 2'sinde Bozdoğan Kemeri'ne işediğimiz gece geldi.
Sanırım nişan yüzüğünü taktığı günden sonraydı. Karayolları'nın Cevizlibağ'daki misafirhanesinde kalan bir kız arkadaşımızın odasında geçirecektik geceyi. Misafirhanenin bekçisine, yan odada kalan iki erkeğin ismini vererek içeri girdik. Çantamızda, viski, votka, bira ve sigaralar vardı. Gecenin devamında, odada gayet güzel muhabbet ederken, O, ev sahibi hatunla bir anlaşmazlığa düştü ve mekanı terketmek istedi. Nişanlısını da alıp gitmek istiyordu odadan. Nişanlısı geç saatte dışarı çıkmak istemeyince, öfkesi daha da arttı ve kurban ben oldum. Misafirhaneden çıktık. Taksim'e yürümeye karar verdik. Yerel seçimlerin yapıldığı gündü. Topkapı bölgesinde milliyetçi parti kazanmıştı ve sokaklarda kutluyorlardı. Kulağında küpelerle uzun saçlı iki genç erkeğe normalde düşmanca davranan güruh bize ilişmedi. Topkapı'nın arka sokaklarından Fındıkzade'ye, ordan da Unkapanı'na çıktık. Tam Bozdoğan Kemeri'ne vardığımızda çişimizin dayanılmaz basıncını hissettik. Yanımızdan geçen arabalara aldırmadan işerken, O'nun sinirinden bahsediyorduk. Kafaya koymuştu, geri dönüp kızını alacaktı. Lafını ettiğimiz için, Taksim Meydanı'na kadar yürüdük. Ordan taksiye binip misafirhaneye geri döndük. Bekçiye leş gibi alkol kokan ağızlarımızla binbir yalan uydurup içeri girdik. Kızların kapısını çaldığımızda saat sabahın 4'üydü ve bekçi de yanımızdaydı. İlk gelişimizde ismini kullandığımız yan komşu erkek öğrenci ve arkadaşı da kızların odasındaydı. Kapıyı açtıklarında bekçi de, biz de şaşkınlıktan donduk kaldık. Yan komşunun altında şort, boynunda steteskop vardı. "Ne yapıyosunuz?" dediğimizde kızlar "fal bakıyoduk" dediler.
Bekçi, tıp öğrencisi yan komşuyu ve arkadaşını odalarına püskürttü... Biz de O'nun kızını alıp evine mi döndük, yoksa odada kalıp uyuduk mu hatırlamıyorum. O gece ben çok sarhoş olmuştum çünkü. Beni bir ara tuvalette lavabonun yanında duvara bıraktığını hatırlıyorum.

O artık konuşamıyormuş.
Eski karısıyla ve eski kız arkadaşıyla konuşabiliyorum.
Ailesiyle konuşmaya gücüm yok.

never underestimate the power of boredom

Boredom may lead to motivation...

"There's comfort in my dark seat..." diyor Brandon.

Ben ortalıkta değilken senin gözlerin neye bakmayı seçti ve sen ne gördün bilmiyorum. Gözlerinin rengi de benimkilerden farklı. Senin binlerce farklı elbisen var; benim ağrıyan sırtıma geçirdiğim kumaş parçaları ise, sadece soğuktan koruyor.

Çekirdeğine kadar soğumuş bir sürü göktaşı, atmosferinde yanabilmek için çok uzaktan geliyor. Çoğu, yolda birbirleriyle ve diğer başıboşlarla çarpışıp parçalanıyor.
Ben de soğuk ve ilk bakışta, küle dönüşmesinde ziyan olmayan bir kütleyim. Farkım, üzerimde, hayatına zenginlik katabilecek organizmalar taşıyor olmam. Yolum boyunca, zaman zaman, yüzeyinden yansıyan ışığı gördüm. Bazen, beyaz çamaşırlarından ve saçlarının arasından yansıyan gibi, ışıktan yaratıldığını sandım.
Şu taş halimle, yakardım her seferinde, vaktinde yetişebilmek için. Bilinçten değil, bilimden yoksunum; ne kadar uzakta ve yaşama ne kadar elverişli olduğunu bilmiyorum.
Henüz sahip olmadığım yörüngemin, kütle takıntı kuvvetiyle belirlenmesini korkuyla bekliyorum.
Yaklaştıkça hissediyorum yanacağımı...

Sigara dumanıyla doldurup zarar verdiğim ciğerlerimi, nefesinle iyileştirdiğini gördüm rüyamda.

Belki güneşli bir günde, deniz kenarında; belki soğuk bir gecede, çöp kokan bir İstanbul sokağında...

Duvarlarımı boşalttım. En ilkel ihtiyacımın barınmak olduğuna kanaat getirdim. Barınağımın beni görsel olarak da rahatlatması ne kadar önemliymiş!

Beni geçmişimden kurtaran tüm gök cisimlerine teşekkür ederim.