25 Kasım 2008 Salı

yirmikisi

Sabah, Bakırköy sokaklarından 4'ünde yalnız, 5'inde Koray'la yürüdüm. Önce Koray'ın evinde, 2 ayrı koltukta oturup, 2 ardışık saat boyunca, aklımızda ayrı 2 kadın varken, 2 avuç müzik dinleyerek, 2 kitap hakkında sohbet ettik. Kadınlardan biri, hışmını o sabah evde bırakmayı unutup; bizi, benim evime acele ettirdi. Ustura, ütü, kravat derken, Bakırköy sokaklarında sıkça vites değiştiren arabanın içine tasnif olduk. Önce Çınar, sonra Başak ve en son da Hakan yerleşti içine. Daha çok yakıt, daha sık değişen vites, daha gergin dakikalar, ama neyse ki daha yüksek sesli kahkahalar sonra, tamamında olmasa da, tam anında büyük olayın seyrinde yerimizi aldık. Hemen hemen bir ay öncesinden beri belliydi bu tarih. Yener ve Gökçe'nin imza töreni yapılacak, ikisinin özel mutluluğuna verilen genel onayın kutlaması da, gece Taksim'de Box'ta yapılacaktı.

Bu sefer, Antalya'dan gelip kutlamaya katılanların sayısı, tam bir hafta önce katıldığımdakinden bir kişi fazlaydı. Özellikle, en az altı yıldır görmediğim Burkay'ı özlediğimi hissettim. Kendisi de lokal masalarındaki anlamsız badminton maçlarımızın değerini teslim etti sağolsun. (Laflarımızın tasarımları, hafiflikleri ve onları kendimizden çıkarıp birbirimize iletmek için harcadığımız enerji ve seyredenlerin kısa süre gerçek ilgi göstermesi nedeniyle, hafif sohbetlerimiz kesinlikle badminton maçlarına benziyordu...)

Tam bir hafta önce katıldığım kutlamada, benliğimin kendi kutlamamın nedenine ayırdığım parçası başka renkte ve hızlı saatlerin tadı bambaşkaydı.

Onaylamalar, alkışlar, fotoğraflar, sıra ve öpüşmelerden sonra, aynı vites kutusunun etrafına bu sefer Hakan olmadan dizildik. Evlerimizde soluklanmak, kıyafet değiştirmek ve belki de biraz yemek yemekti niyetlerimiz.

Bakırköy sokaklarından birine atılan ama kabul ettirilemeyen bir izmarit nedeniyle, kısa bir gecikme, sitcom tadında yaşandı:

B: Hayır, dikkat! Yaaa hayır yaa!!
Ç: Attım! Attım! Yok!
B: Hayır! Geri döndü!
Ç: Yok kızım! Nerde?
B: Araya girdi işte! Yanıyoruz!
K: Ne?
Ben: Ne?
B: Hayır yaa!! Dursana abi, sağa çek, yanıyoruz!
F: Burda çekemem.
Ç: Gitti abi dışarı! Emin misin?
B: Yanık kokuyo! Hah! Burda dur!
K: Sakin olun arkadaşlar.
B: Hah! Sucuda dur!
F: Sucu?! Ha sucu!
B: Abi!
Ben: Koltuk nerden açılıyo? Bi de bagajı aç.
F: Orda bi düğme var, onla aç.
B: Pardon, araba yanıyo da su alabilir miyim?
Sucu kız: He? Tabi... Eh.. Ne?
Ben: Abi şunları çeker misin?
B: Su getirdim!
Ç: Nerde abi? Orda mı? Görüyo musun?
Ben: Yok galiba hakikaten. Nereye düştü?
B: Şuraya araya...
Ben: Aha! Gördüm, kırmızı kırmızı yanıyo şerefsiz! Ver suyu.
İzmarit: ıss!
Ben: Terminatörün gözü gibi söndü!
F: Hadi abi!

Benim evimde bırakılan üniformalardan sonra, Çınarlar'dan alınan Çınar ve Başak'la beraber aynı şanzımanın etrafında dizilip Bakırköy'e acele ettik. Merkezi park sorun oldu ve Funda ve Koray'la yollarımızı üzülmeyerek ayırdık.

Yağmur ve fırtına ve ışıksızlık hesapta yoktu. Hesaba itiraz ettik ve kuru terkettiğimiz San Marco's sonrası yeterince ıslandık. Mutluluk bu kadar paylaşılabilirdi!

Kapüşonum kafamı ve görüşümün büyük bölümünü kapatırken, attığım adımları uzatıp hızlandırdım. Amaçladığım gibi, taksiyle buluşma noktasına katlanılabilir bir nem oranıyla ulaştım. Honda kuzu gibi yatıyordu ve içine süzüldüm. Arkamdan bakıp son gördüğümde 50 metre gerimde olduğunu hatırladığım arkadaşlarım fazla ıslanmasınlar diye; şoförden geri dönmesini ve çıktığım sokağın başında durmasını rica ettim. Hızlanıp, aradaki farkı 3 boya indiren arkadaşlarımın, bu hareketim yüzünden daha da ıslanabileceğini düşünemedim. Islanmışlardı! Benim yüzümden küçük bir çember çizen 3 ciğer, benden beter ıslanmışlardı.

20 dakikalık bir kötü otoyol seyahatinden ve Çınar'ın, Ali Usta'dan tanıdığı şoförün motosiklet kazası sohbetinden sonra, Taksim Meydanı'na ulaştık. Damlasavarım olmadığı için, yine hızlı adımlarla kutuya seyirttim.

Yeterince bira, fazlasıyla sigara otlanmama neden oldu. Killing In The Name Of ile yaşımı hatırladıysam da kendimden çok Serhat için endişe ettim. Karısıyla ayakta güreşip, Menekşe'den acı bir burgu yedim! Kürşat'ın acayip taleplerini bertaraf etmek için susmayı seçtim. Dilara'nın tepkisinin hangi kadına doğru olduğunu bir türlü anlayamadım.

Ertesi sabah başına geçeceğim iş bilgisayarımdan gerektiği kadar verim alabilmek amacıyla, gece yarısını az geçe, balkabağına atlayıp eve döndüm. Kutunun içindekiler güzeldi ve Yener ile Gökçe mutlu gözüküyorlardı. Bu akşam ve bu gece önemsediklerim içinde ertesi günlere aktarılabilecek ikinci ilgi, bu ikisinin mutluluğu olduğu için, rahattım.

21 Kasım 2008 Cuma

Bakırköy Sıkıntısı (kaçıncı bölüm?)



Gıcır gıcır akıl cenderesi buldum, hemen uyguladım!
Yoğunlaşma zorluğu çektiğim tüm anların acısını çıkarmaya niyetliymişcesine... Hiç de değilken!

Kafamın sıkışıklığı, zonklamaları her zaman hoşuma gitmiştir. Yine sürpriz yapmadım kendime.

Patlayacak dediler.

-----------------------------------

Duvarları ve pencereleri plastik örtülerle yalıtırken Serhat aradı. Kafamı dışarda dağıtmaya niyetliydim zaten. "King oynayacağız, acelemiz var" dedi. Dediğini aceleyle duydum ve sakince anladım. Atladım botlarıma ve bir Holy Wars/The Punishment Due ile Hangar 18 süresinde Lokal'deydim. ("they killed my wife and baby, with hopes to enslave me"... Sure they did!)

Horrible ve Serhat masaya kurulmuştu. Koray'ın tosttan gelmesini beklemeye başladık. Beklememiz 2 dakika sonra bitti. Batmaktan başka yolum olmadığına kaniydim. Kanaatimi zikrettim. Kumar oynamıyorduk. Cendereden çektiğim kafamın ilk antremanıydı. Hamdı. Terliydi. Kiloluydu.

20 tur sonunda, televizyon kanallarına vakur açıklamalarda bulunan, galip futbol oyuncusu gibi durdum kapıda, tabelayı hesaplarkan başka bir aile geldi, kulağıma "dağıttın mı kafanı?" diye fısıldadı. Fısıltıya baktım ama farkedemedim.

Dönüş adımlarımı attığım karanlık yolumu, önce Take No Prisoners sonra da Poison Was The Cure ile aydınlattım.

Megadeth : Rust In Peace : Poison Was The Cure :
I miss the warm embrace I felt
First time you touched me
Secure and safe in open arms
I should have known you'd crush me
A snake you were when we met
I loved you anyway
Pulling out your poisoned fangs
The venom never goes away
Serpent swims free in my blood
Dragons sleeping in my veins
Jackyl speaking with tongue
Roach egg laying in my brain
Once stalked beneath your shadow
Sleepwalking to the gallows
I'm the sun that beats your brow in
Til I finally threw the towel in
Never knowing if I'd wake up in a
Whirlpool got redundant
My brain was just some driftwood
In a cesspool I became dead
From a rock star to a desk fool
Was my destiny someone said
Loves a tidepool
Taste the waters life's abundant
Taste me

Evime yaklaştığımda, kaslı köpeğini sadece karanlıkta dolaştıran, temastan uzak tutan gerizekalılardan birini ve zavallı köpeğini uzaktan gördüm. Caddede, uyumsuzluklarından ve hızlı arabaların tehdidinden bihaber, kaldırımdan uzak yürüyorlardı. Kaldırımda ise, kim bilir ne zamandır okşanmamış zayıf bir sokak köpeği salınıyordu. Aptal ve aptalın kaslı köpeğine paralel; onlarla aynı yönde ve hizada...
"Tamam!" dedim. "Aptal herif, kendi egosunu bu masuma saldırtacak şimdi!"
Yetiştim, sağ elimi açıp sokak köpeğinin kafasına sürttüm. Kıçımı aptalın köpeği kokladı. Tek derdim masumun benle gelmesiydi. Geldi. Apartmanın girişine kadar, içimi rahatlatarak ve safça sırıtarak geldi. Apartmanın girişinde, masumu, aptalın niyetinden kurtarmanın rahatlığını ve yine aynı masumu, arabaların tehdidine geri göndermenin tedirginliğini Tornado Of Souls bastırdı.

Megadeth : Rust In Peace : Tornado Of Souls :
This morning I made the call
The one that ends it all
Hanging up, I wanted to cry
But dammit, this well's gone dry
Not for the money, not for the fame
Not for the power, just no more games
But now I'm safe in the eye of the tornado
I can't replace the lies, that let a 1000 days go
No more living trapped inside
In her way I'll surely die
In the eye of the tornado, blow me away
You'll grow to loathe my name
You'll hate me just the same
You won't need your breath
And soon you'll meet your death
Not from the years, not from the use
Not from the tears, just self abuse
But now I'm safe in the eye of the tornado
I can't replace the lies, that let a 1000 days go
No more living trapped inside
In her way I'll surely die
In the eye of the tornado, blow me away
Who's to say, what's for me to say
Who's to say, what's for me to be
Who's to say, what's for me to do
Cause a big nothing it'll be for me
The land of opportunity
The golden chance for me
My future looks so bright
Now I think I've seen the light
Can't say what's on my mind
Can't do what I really feel
In this bed I made for me
Is where I sleep, I really feel
I warn you of the fate
Proven true to late
Your tongue twist perverse
Come drink now of this curse
And now I fill your brain
I spin you round again
My poison fills your head
As I tuck you into bed
You feel my fingertips
You won't forget my lips
You'll feel my cold breath
It's the kiss of death

Al bunu götür yerine koy...
Aferin!

19 Kasım 2008 Çarşamba

yaralı uydu ve akıllı ilaç



Bu akşam çalmak istiyorum!

Kurtarılmaya ihtiyacım olduğunu hissettiğim kaldırımda yürürken, kafama değen bir damla yağmurun ıslaklığını çalmaktı ilk niyetim.
O damlanın soydaşlarının etkisiyle kayganlaşan kaldırımdan inerken indirdiğim başıma, bu bilgisayarı çalmak, daha sonra gelen niyet oldu. Sırasına razı.

Yeterince adım sonra, ilk niyetim gerçekleşmişti.

Şimdi sırada, "Islanan başıma, bu bilgisayar çalına" !

İkinci niyetimin haklılığından emin, emin adımlarla evime yürürken çaldığım Light Grenades'ten ifade çalmak da, üçüncü niyetim olarak, sakin sakin bekliyor.

Bilgisayarın ekranından gözüme ve arkasına vuran koyu beyaz ışık, ilk kez bu tuşlara dokunurken işimi zorlaştırıyor. Tuşların altından çıkan fiskelerle ölmeyen ama güçlenen akıllı sineklerin icabına sonra bakacağım. Bu ışığa toplanıyorlar zaten.
Başım zonkluyor... İşte bilgisayar başıma geçti! Sonrasında gördüğüm öncesini oku bak:

Kum muydu kullandığım, gevşek toprak mı, un mu, tezek mi, çöp mü, bilemedim hiç.
Derinliği, kalınlığı, sıcaklığı gayet doğru algılayan ben, kullandığım materyalin ortalama tanımını yapamıyordum. Tanımlamak da derdim değildi zaten.
Belki sen, bilmek, daha iyi canlandırmak istersin diye uğraşmaya kalktım. Yapamadım... Bilmiyorum işte, en çok neyle gömdüğümü kendimi. Uğraşamıyorum.
Örtümü ufalanmış isimlerden yapmış da olabilirim; sesler ve sözler de eklenmiştir belki...

Sen ne görüyorsan odur üstümü yarım yamalak örttüğüm.

Ayağını sürttün önce ve gevşekliği hissedip eğildin. Dengeni kaybedip düşmekti ilk tedirginliğinin nedeni. Sonra, sana cazip, bana sabit kokuya dikkat kesildin.
Eğildiğin andan sonra ikinci kez dizlerini kırdığında, ayaklarını ayaklarımda hissettim.
Kokuyu incelemek niyetiyle, sincap çabasıyla, elindeki kaşıkla, kurcaladın biraz ilk katmanı.
Biraz toz kaldırıp havayı koklamış olmalısın.
Korktuğum şey başıma çok çabuk geliyordu: Uzun zamandır çaldığım müzikten kulaklarımı alıp kaşığının hareketine dikkat kesiliyordum.
Neden burdaydın? Neden kazdığını biliyordum ama bu noktaya neden ve nasıl geldiğini bilmiyordum. Merak etmek istemiyordum.
Hızla daha da ağırlaşmak tek çözümdü! Daha ağır ve daha yoğun bir beden hızla arzın merkezine ulaşabilirdi. Ağırlaşmak için, üzerimdekileri ve etrafımdakileri yemeyi, solumayı düşündüm önce.
Bu düşüncemi ve o ana kadar yediklerimi, altımdakilerin de aynı yöntemi kullanarak, yolumu tıkadıklarını farkettiğim anda, gözlerimden dışarı bıraktım. Gözlerimden çıkanlar, senin kaşığına yaradı; kazışını hızlandırdı.

Artık, her kaldırdığın öbekte, müziğim de azalıyor, hızlanan nefesini daha da rahat duyuyorum.
Yanıma yatacak ve üstümüze aynı şeyleri örtebileceksen devam etmen güzel olur; ama, kazın bitince nefesinle, terli vücudumu kurutmayı düşünüyorsan, hemen durmalısın.
Ne yazık ki bunu, sana, yattığım yerden anlatamıyorum.
Kalkamıyorum.

Huzurumu ört üstüme!

--------------------------------------------

Güçten düşmem ilk anomaliydi.
Aslında, başkalarının anomalilerine çözüm bulmak için harcadıklarımı anımsatan şey, incelmiş ve rengi açılmış gölgem oldu. Koca bir bulut geçiyordu ve ben çok zayıftım.
Burdan yedi veya sekiz adım gerideydim o an.
Gerimden gelen, öteleyen bir sesin şokuyla ileri baktım.
Gördüklerim, başkasıyla kıyaslanamayacak kadar hatırlanasıydılar.
Yüzlerini, göz kapaklarımın arkasına dövme yaptırmak değil; beynimi gözleriyle dağlamak istedim.
Ses onlara ulaştığında, ufalandılar.
Az önce durdukları yere gittim. Kalıntılarına basmaktan çekindiysem de, rüzgar çıktı ve her yerime bulaştırdı onları. Biraz salya kullandım, kolumda ve alnımda parmağımla kimlik belirtmek için. Yetmedi. Kimdim?

Tozlarıyla izole olan derim, tepki gösterdi ve terlemeye başladım. Kısa süre sonra, tozları, ayaklarımda çamur oldu.
Rüzgarla gelen, gölge düşmanı bulut tepemizde asılı kaldı ve çözücü sesi kendine çekti.
Çok bekledim o sesin yağmasını.
O günler, hiç yağmadığı ama döküldüğü günlerdi. Hayatımın günleriydi.
Onlar, nelerden mamuldü bilmiyorum.
Ayaklarımdaki çamura ikna oldum ve oraya, ona gömdüm kendimi.

Toz ol!
Buraya!

14 Kasım 2008 Cuma

1984 (wiki bağlantı manyağı)


1984'te yaz olimpiyat oyunları Los Angeles'ta yapılmıştı. Kapanışında, Lionel Ricihe'nin All Night Long'unun fıkırtısına ve dans gösterisinin 80'lere özgü zayıf ihtişamına kapılmıştı 7 yıllık algım! Ne The Commodores bilinesiydi benim için, ne de Commodore 64 veya Amiga!
Philips televizyonun cılız rakipleri bir ITT Schaub Lorenz kaset çalar ve Nordmende radyoydu. Lionel Richie'yi kasetten dinleme imkanım yoktu; annem o senelerin en Radyo Eksen'i olan Polis Radyosu'nu açardı benim için. 3 - 4 günde bir, çoğunlukla da geceleri 9'dan sonra duyabilirdim All Night Long'u. Annem "bütün gece eğlence"nin bulanık resmini zihnimde canlandırmama yardımcı bile olmuştu bir sofra kuruluşunda... Kavgasız, müzikli günlerim çok güzeldi.

Sonra,1984'ün son gecesinde, annemin sofrada başıboş bıraktığı bir kadeh kırmızı şarabı vücudumda gezmeye çıkardım ve Opus'un Live Is Life'ıyla, Laura Branigan'ın (2004'de beyin kanamasından ölmüş, külleri Long Island üzerine serpilmiştir...) Self Control'üyle (İtalyan Gloria'sı olduğu henüz bende meçhulken) ve Rick Springfield'ın Celebrate Youth'uyla kafamı yuvarladım. Üzerimde Belgin Abla'nın yılbaşı hediyesi koyu gri kazağımla ısındım. Avustralya televizyonundan Countdown adlı müzik programlarını niye alırdı TRT bilmiyorum... Anzak kardeşliğine kurban olabilirdim...

Mecra fakiri algımda bunlar güzel localar kurdu, yüzlerce konuğa!

Eric'in 1984'ünden de, Barış Manço'nun 1984'ünden de, Roger Taylor'ın 1984'ünden de bihaberdim (yet!).

Sonra teyzem Paul Simon'la, dayım Bob Marley'le ve bir minibüste acayip devinik betimlemeli hakaretlerime rağmen, Paul ve Bob referanslı kuluçkam sonucu, Doğan Abi Queen'le tanıştırdı beni...

Kanatlı kurtarıcımın yuvasının çalı çırpısı bu insanlardır.

Sonra, güneşin her dakikadaki konumuna göre rengi değişen kabuk kırıldı ve ben ergendim.

Anlamaktan ve anlaşılmaktan çok, anlam kurmaya, anlam vermeyi önemsemeye yöneldim. Kaçak!
Hesap ve madde eksenli kültürü, kültür manyetiğiyle beslediğim kurtarıcımla tepeden seyrettim yıllarca.

Kanatlı kurtarıcımın zırhını, kafamın üstünde vızıldayan şarapnelleri avcumda ezerek bir araya getirdim. Hiç boyun eğmedi bana ve kafası çıplak kaldı. Hep benim istediğim yerden, fakat nereye isterse oraya, kurtardı beni.

Onun sırtında Kuzey Denizi kıyısına da gittim, Pendik'te tren de bekledim, Nazi kalıntısında yağmur da içtim, uçak dengesi de hesapladım...

Şimdi, beni Marmara Denizi'nin sığ eşiğinden alıp, Akdeniz'in şirince ılığına götürmek istiyor.

Çok palazlandı.

Yine de, kıçımı kaşımam, kendisini hareketlendirmemden daha zor.

İyi tanışıyoruz, çok sevişiyoruz.

Beraber fazla güçlü ve umursamaz oluyoruz.

Kesinlikle şımarmadık, kesinlikle yüzsüz değiliz.

Kanatları gücünü kaybetse bile, son nefesimi duyana kadar beni kurtaracağından, 1984'ün büyüsünden emin olduğum kadar eminim!

----------------------------------------------------------

2 yıldır, kurtarıcıma, gecenin çökmesini beklemeden musallat olan iblisin akıl hocasını, gözünüze sokarcasına, bir kez daha (tanımayanlara) tanıtmak isterim:

Brandon Boyd der ki:

Güneyli gız! Maymun ettin beni len!

13 Kasım 2008 Perşembe

"alo" ya vara



Sırtımda, kolumu omzuma sabitleyen plakanın vidalarının somunlarının gevşeyip dışa doğru çıkıntı yaptıklarını hissediyorum. Kulunç diyenler de var. Benim bildiğim, yıllardır bakıma gitmediğim gibi; son zamanlarda çok ihtiyaç duyduğum tamirin gereğinin baskısı!

Yüzümü hiç ekşitmeden, elimi omzumun arkasına koyup, somunları sıkıyorum ama bileğimde yeterince tork yok.

Mavi ışıklı şehirde tamirci yoktu. Yüzeye çıkana kadar da, omzum binlerce kere aynı hareketi yaptı. Normaldir bu ağrılar, sızılar...

---------------------------------------------------

Salonumun penceresinde dolu dolu dolunay duruyor. Dolunayla dolduruşa gelen arkadaşlarım var. Dolunayla boşalan uykularım oldu.
Bu dolunaydan önce, aklımın yüzlerce kilometre öteden etkilenmesini istedim.

Seyrettiğim bir Amerikan filminden sonra, günlerce, dolunayda Ay'a gitmek istemiştim.

Muhsin Bey'in zor bela yaşadığı Doğan Apartmanı'nın bahçesine defalarca rahatlamak için gittikten yıllar sonra, romantizm için girmeme izin verilmemişti.

Muhsin Bey'den övgüyle bahsedip, kendisini bulmayı umduğum hemen her yerden eli boş döndükten sonra; televizyonda rastladığım zaman, keyif çatmaya ne kadar da uygundu.

Dolunayla hareketlenen nöronlarımın arasına sızmaya başlayan idrarımdan kurtulmak için gittiğim tuvaletten döndüğüm anda, elektronik muhatabımın da çişini rapor etmesine şaşırdım. Bu kadar maddeci bir algıyla yaşamasaydım, kuyruk sokumumdaki kıllar dikilebilir, olmayan kuyruğumun telafisine beyhude hareketlenebilirlerdi... belki... ve haklısın... keşke...

---------------------------------------------------

Nefesinin kontrolünü kaybederek tepki veren, yorum yapan, kafalara oturan insanlar vardır. Dinleyeni veya sözü kesileni nefessiz bırakır, yorarlar. Bazılarınızın, onlardan olmaya yatkınlığını gözden geçirebilmesi için; insan vücudundaki kılların seyrek olduğu bazı yerlerde sık, sık olduğu bazı yerlerde de seyrek olmasının aslında daha iyi olabileceği önermesini detaylandırmak istedim az önce... sonra vazgeçtim. Çünkü, o ukalalığa olan yatkınlığımla mücadele etmekten, detaylara enerjim kalmadı.

Kemal Sunal saflığına, Şener Şen mazlumluğu ve Tarık Akan dirayeti eklemek istiyorum. Bir de bazen basınç atmama yarayan Şahin K. ilkelliğinden kurtulsam...

Yine de, son nefes öncesi kendi kanıyla katilin adını yazan karikatür karakteri gibi, son çabamı, yok veya görünmez etmeye çalıştığımız keratin miktarıyla, var etmeye veya daha çok görünür kılmaya çalıştığımız keratin miktarının dengesizliğine dikkat çekerek sunayım.

---------------------------------------------------





10 Kasım 2008 Pazartesi

vaşak



Evde sadece biraz rakı ve Southern Comfort vardı. Rakının sosyal bir içki olduğunu içtenlik ve iyi niyetle dikte eden ciğerlerimin hatırına, Southern Comfort'a yöneldim. İlk iki bardağımı sadece buz ve Massive Attack klipleriyle tükettim. Bir de Funda'yla elektronik geyik yaparak... emesen!
Ne pis bi emir oldu bu "emesen"!

Sonra, son boş bardağıma bakarak, onun ağzından "I'm your source of self destruction" dedim kendim kendim kendime... Alkolsüz bir mide diledim biraz da...

Sonra gözüm tezgahta duran elma suyu kutusuna, aklım da Alper'in lise yıllığında yazdığı ortak zevklerimizden birine takıldılar. Şeftalili Nestea ve votka!

Southern Comfort ve elma suyunu denemeye karar verdim. Hayatımda verdiğim onca yanlış karardan sonra, aldığım bunca doğru karardan biri oldu.

Alper'e ilettim bu kıvılcımı. Ne yandı Cihangir'de bilemem.

İstemsizce Disposable Heroes ve Damage Inc.'ye sallandım.


Az önce geçtiği kontrolde emanet bıraktığı nüfus cüzdanını şimdi polise göstermesi gereken bir ergen gibi, blogger'a girdim. Yani, bunları yazmam gerekiyordu ama zaten yaşamıştım ve yazıyla bir anlam ifade etmeyeceklerdi bana.

Girdiğim anda da onay bekleyen yorumları gördüm.

Nerde, ne zaman, neden "vaşak" tanımladığımı hatırlamaya çalıştım. Biraz aşağı yukarı okudum. Bulamadım. Hatırlayamadım. Vaşak yok bende... Hatırladıklarım kediler, köpekler, bir iki de koyun... Bunalıverdim yetersizliğimden.
Ne oteli? Neden okuyorsun bunları? Neden yazıyorsun?
Sen bana hitap edebiliyorsun ama, ben sana hitap edemiyorum...

Şimdi o beyaz bankta oturmadığım için pişmanım. Sanitarium!

5 Kasım 2008 Çarşamba

ayıkent

29 Ekim sabah saat 10:30'daki trenim 45 dakika gecikmeyle kalktı Praha-Holešovice'den.
Önce 2. sınıf biletimle, üzerinde 1 yazan vagonda oturmam gerektiğini öğrendim. Hollanda'da durum hep tam tersiydi...
İstasyonda tanıştığım Amerikalı kız inat edip 6 kişilik bir kompartmana kuruldu. Ben de Çek köylerinin manzarasına verdim dikkatimi.
4,5 - 5 saat sürmesi gerekti bu seyahatin.
1. ve 1,5. saatlerde biletim kontrol edildi.
2. saatte omzuma bir el dokundu. Üniformaları şehirdeki polislerinkilere benzemeyen 3 polis benden pasaportumu istedi. "Bu nasıl Schengen lan?" diye geçirdim içimden. Pasaportlarımı ve vizelerimi üstlerindeki bir sürü farklı resimle görünce, şu anda geçerli bir kimlik istediler. Bu sefer de "etme bulma dünyası oğlum!" diye geçirdim içimden ve şirket kimliğimi ve T.C. kimliğimi çıkardım. Teşekkür edip, özür dileyip yanımdan ayrıldılar.
10 dakika sonra da Almanya'ya girdi tren.
Bu arada, geçen seneden beri ulaşmaya çalıştığım Yasemin'in, benim Berlin'de geçireceğim sürede Hindistan gezisinin 10'da birini yapması yüzünden bel bağladığım kardeşi Nilgün'ün de Londra'ya gitmesi sonucu, Yasemin'in arkadaşı Saskia'yla irtibat kurmaya çalışıyordum. Doğanın güzellikleri ruhumu doyururken, mikrodalga iletişimime engel oluyordu. Sonunda, Saskia ile ertesi gün sabah 10'da buluşmaya karar verdik.
Berlin Hauptbahnhof'da trenden inince, biraz algı şoku yaşadım. İstanbul arkası Prag rahat gelmişti. Şimdi ise iş yerimden daha büyük bir tren istasyonundaydım. Almanya'ya bu gelişimde iletişim kurduğum ilk insan bir Türk kızıydı ama Türkçe bilmiyordu. İngilizce anlaştık ve bana raylı sistem farklarını anlattı...

Yazmaktan sıkıldım...