24 Kasım 2009 Salı

sebep, sonuç, sordukça...



Kuyruk sokumuma sokurum olan çıkarımlarım var. Kafamda oluşan bu çıkarımlar, vücudumun herhangi bir yerinden çıksa da, tekrar huzurlu ve yarı üretken bir birey olsam ben de!

Uzunca bir zamandır, güzellikler, keyifler etrafımdan ve günlük hayatımdan uzaklaşmıyorlar. Kafama girenler, genellikle çok güzeller ama, hatırı sayılır sürüncemeler sonunda sertleşiyorlar ve dimağımın her kuru yerine sürtüne sürtüne ufalanıyorlar.

Bir küçük çizik, parmağımda. Yanlış muamelede kalmış köpüklü şarap tıpası teli çiziği...
Kesik bir çıkarım, aklımda. Yanlış muamaleye uğrayan benliğimi kurtarma isteğiyle yan yana...

Sığdırmak zorunda olduğumu zannettiğim şey ne? Bilmiyorum.
Nereye? Onu da bilmiyorum.
Koşmam mı gerek?
Bir dursam.

Çocukluğumun da huzursuz geçtiğini sanıyorum şimdi.
Beklemek, yorulup uyuya kalmak...
Anlatmaya çalışmak, caymak...
Yorgunca, uykuya sığınmak...
Kaçmaktan utanmak ve uyumazsam, büyüyeceğimi sanmak...
Hiç emin olamıyorum!
Nasıldı?

17 Kasım 2009 Salı

mahmuzlu içli köfte


Aynı nemli ortamda duran sekiz küçük yumurtadan ilk çatlayanın içinden o çıktı. Kabuğundan yeterince kurtulmamış gibi hissediyordu. Bir testudo olmanın, vücudunun neredeyse tümünü kaplayan bir kabukla yaşamak demek olduğunu da bilmiyordu. Kardeşlerinin hepsinden daha erken olgunlaşıp, yumurtasından ilk çıkan kendisi olduğu ve diğerlerinin de tıpkı kendisi gibi olduğunu görecek kadar beklemeden yürümeye başladığı için; sabit derdiyle, yavaşça yol almaya koyuldu. Nereye gittiğiyle ilgilenmedi. Anamur'dan da bihaberdi. Yıllarca, yemek bulmak için değil, etrafını insafsızca kuşatan beta keratin kutudan kurtulmak için çalışarak yaşadı. Kararlıydı, azimliydi. Defalarca, kollarının, kafasının çıktığı delikleri, dallara, kayalara yaslayarak kendini kabuğun dışına itmeyi denedi; gücü yetmiyordu. Tıpkı doğduğu gün yaptığı gibi, kabuğunu içerden kırarak dışına çıkmayı denediği de oldu. Kırıcı hareketler yapmasına yetecek kadar içeri de giremiyordu. Her denemesinde, sadece kalbi kırılıyordu! Kendini -kendisine sorsanız "kabuğunu"- yokuşlardan yuvarladı, yükseklerden alçaklara attı; ne yaparsa yapsın çatlatamadı. Bir sürü çizik edindi. İçinden çıkamadı. Üzüntüsü de, vücudu ve vücudunu sımsıkı saran kabuğuyla beraber büyüdü. Hüznünden kurtulamadı; kabuğu melankoli üretiyordu. Umudunu yitirmedi, denemeye devam etti.
Sonunda, kabuğun esaretinde olsa da, varlığının farkındalığını sürdürmesini sağlayan beslenmeyi çok fazla ihmal etti. Yediği bütün otlar içinde en lezzetli ve en zor bulabildiği gölevez yapraklarını kemirmekten bile usanmıştı zaten. Dallarda gördüğü ve tatları hakkında hiç fikir sahibi olmadığı meyvelere, çiçeklere baktıkça, bu koyu renkli nadide bitki bile tüm cazibesini yitiriyor, yavan geliyordu. Bitkilerin sadece yere yakın yapraklarıyla veya dökülmüş meyvelerle beslenmeye zorunlu olmayı hakaret gibi hissediyordu.
Kabuğunun içinde, bir deri hiç kemik kaldı. Tükenmeye yaklaşan azıcık gücüyle, iç bükey sağ omzunu bir kez daha, alçak, esnek ama sağlam bir incir dalının yukarı doğru kıvrılmaya başladığı noktanın önünde sabitledi ve kendini ileri doğru savurdu. Bu sefer olacak gibiydi! Boynunu acıtsa da, derisiyle hücre duvarının birleştiği yere saplanan daldan ümitliydi. Kendine "Özgürlük, acısız kazanılmaz!" gibisinden sözler edecek, ya da kahraman veya takıntılı bir zavallı gibi hissetmesini sağlayacak ussal donanımdan yoksundu. İnadının nedenine dair bir kaygısı da yoktu. Sadece, kabuğun dışındaki yaşamın kendisini nasıl çağırdığını biliyordu. Güven hissi değil belki ama, hızlı ve estetik hareket vaatleri, gördüğü diğer tüm canlılar tarafından empoze ediliyordu. Kendisini, çimenlerde zarafetle koşarken, kumda kıvrım kıvrım kayarken, daldan dala zıplarken, duvarlara rahatça tırmanırken hayal ettiklerinden başka mutlu anı yoktu. İşte şimdi, o hayallere çok yaklaştığını hissediyordu. Omzundan içeri ve dışarı süzülen kanı, kendisini bu dar havzadan, kocaman okyanusa taşıyacak azgın bir nehir gibi akmaya başladığında güçlenen titremeleri de, özgürlüğünü kutlamaya yarayan bir dans gibiydi. Ne havzayı, ne okyanusu, ne nehri, ne dansı, ne de müziği biliyordu oysa... Güney Amerikan kalçası da yoktu; salladığı şey Akdenizli kuyruğuydu ve yavaş yavaş daha da içeri çekiyordu. Derisini çok yerinden yırtarak, omurgasının büyük bölümünü kabuğunun tavanından sökmeyi başardı. Artık, kabuğunun ön ağzını taktığı dalın esnemesini kullanmaya da başlamıştı. Canı acıyor ama umudu her hamlesinde biraz daha artıyordu. Arka ayakları, kendisini öne itmeye yarayamayacak kadar kabuğun içine girip zeminle temasını kaybedince, ön ayaklarıyla toprağa daha sıkı tutunması gerektiğini anladı. Sadece tırnaklarını değil, incecik kalmış ayaklarını tümüyle toprağa gömdü ve özgür bir "şey" olarak yaşamasına yarayacak son enerjisiyle kendini dışarı çekti. Asıldı. Koptu. Çıktı!
Kendisinden başka hiç bir kaplumbağanın yapamayacağını yaptı ve her milimetresine bulaşan kanıyla renklendirdiği kabuksuzluğuna kavuştu!
Koşamadı, sürünemedi, zıplayamadı, tırmanamadı.
Son bir kaç dakikasını, bütün yaşamı boyunca istediklerine çok yaklaşmış olmanın verdiği mutlulukla yaşadı. O dakikaların her saniyesini emeğiyle hak etmişti.
Vücudu açık gitti!

6 Kasım 2009 Cuma

Pandemiğe Konduk





İçimde bundan bir sürü var! Aklıma sadece "How To Dismantle An Atomic Bomb" demek geldi. Buyrun, dedim.

3 sabah önce uyandığımda, göğsümde hafif bir ağırlık ve gırtlağımda bir yangı vardı. Yangına dönüşmeden, 2 gün boyunca, hafif hafif sızladı. Reflümün azıttığını düşünüp, birayı kestim ve yastıklarımı çoğalttım. Dün akşam işten çıkarken, yarım saatte bir öksürdüğümü, baldırlarımın içlerinde sıcacık ağrılar olduğunu, burnumun ve damağımın ısındığını, gücümün de azaldığını hissettim. Üşüttüğümden ve ateşimin çıkmayacağından emin bir şekilde eve geldim. Havalimanında tükettiğim gıdaların tok tutması sayesinde, yemek yemeden yatabildim. Saatin kaç olduğunu bilmeden ve merak da etmeden, ısıyla uyandım. Baskıcı bir rahatsızlık da hissediyordum. Üşümek ve hareket edince sarsılmak da eklenince, ateşimin olduğuna hükmettim. Yatağın hemen yanındaki pencereyi aralayıp, yorgana sarıldım. Bir süre sonra terlemeye başlayınca hem sevindim hem de şaşırdım. Defalarca uyandığım uykumun, yatmadan önce planladığım saatte bitmesine az kala, cep telefonum antrede hıçkırdı. Ozan'dan mesaj gelmiş. Evde pek bir şenlik yaratmadı ama olsun, sağolsun...

Tam buğday ekmeği üzerine nutella sürdüm ve yedim. Buzdolabındaki muhteşem elmaların sonuncusunu sıcak suyla yıkayıp yedim. Bal, zencefil, karayip limonu ve karabiber karışımını, demlediğim yeşil çaya ekleyip içtim. Üstüne de kahverengi böcek süpradin tükettim. Ne domuzu, ne karınca yiyeni?!

Ozan'a ve Ece'ye göre doktora gitmeli, yaptırabilirsem test yaptırmalıydım. Domuz gribi olduğu teyid edilmiş arkadaşlarından duyduklarına göre, benle ilgili olarak endişeleniyorlardı. Ben de, sabahın ilk saatlerinde, yeterince endişelendim ve kurdeşenlendim. Ayakkabılarıma atlayıp, evimin bir kaç yüz metre ötesindeki seseka tesisine gitmeye karar verdim.

Yaşadığım rahatsızlığın nedeninin haram hayvanın gribi olduğu kesinleşirse, tedavimin hemen başlaması gerektiğini düşünerek, acil kapısından girmeye cesaret buldum. 7 sene kadar önce, aynı kapıdan, kalbi sıkışan bir kızın, gaz sorunu yaşadığını öğrenmeye; 3 hafta kadar önce de, yol kenarına park edilmiş bir arabanın içinde bırakılmış küçük köpeğin sahibini bulmak için girmiştim. Kendi vücudumdan kaynaklanan derdim nedeniyle içeri süzülmek bugüne kısmetmiş. Danışma/Hasta Kabul masasının aslında, danışmayı deneme ve hasta red masası olduğunu, "grip belirtilerim var, nereye başvurmalıyım?" dediğimde, suratımın büyük bölümünü kaplayan maskeyle bir metre mesafede durmama rağmen, "biraz şöyle mesafeli durun önce" paniğine sahip hanımdan, "kış kış" el hareketi sayesinde de şüpheye yer bırakmamacasına öğrendim. Danış/Dene masasının tam karşısındaki, yeşil olmayan "yeşil oda" ya uğramam gerekiyordu. Kapının hemen araksında, kapıya neredeyse yapışık bir hemşire hanım bekliyordu. Herkesin bir şeylerini sallayarak içeri girmesine engel görevini gayet başarıyla yerine getiren hemşirem, suratımdaki maskeden çok etkilendi sanırım. Derdimi söylediğim anda gözleri büyüdü; göz bebeklerine dikkat edemedim. Danışmayı deneme masasından kayıt kağıdıyla gelmem gerektiğini söylerken, "ohh! kısa süre de olsa kurtulduk!" acelesiyle kapıyı kapattı. Hasta derdini anlamaya mesafeli dirayet masasından, üzeri karalı ama kesinlikle yazılı olmayan bir kağıt parçasını almam saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa bir sürede gerçekleşti. Dolayısıyla, domuzluğumu saklayan maskemi, hemşireyi daha da etkilemek için biraz daha kullanmaya hemen devam ettim. Yeşil Oda'daki karizmatik adamlardan biri, içeri davet ve bir sedyeye oturmamı telkin etti. Kulağıma soktuğu ısı algılayıcısı ve dilime bastırdığı tahta çubuk sayesinde, kendisinin hekim doktor olduğuna dair şüphelerimi silmeye başladı. Hele ki, kulağımın içine temas eden parçayı, yüksek teknoloji ısı ölçerden çıkarmak ve çöp kutusuna göndermek için, tek elinin tek parmağını ustaca ve hızlıca kullanışı sayesinde, uzun zamandır tıp doktorluğu yaptığına kani oldum. Amsterdam tramvayında tek eliyle sigara saran kızdan daha çekici değildi ama an itibariyle üzerimdeki etkisi daha büyüktü. Dediğine göre, çok büyük ihtimalle, pandemik konusu hebirnebir virüsüyle enfekteydim. Dezenfektasyonum için gerekenleri, çok kısa sürede ve sadece durumum ağırlaştığında geri gelmemi tembihleyerek özetledi. Seseka karnesi başvurumu tamamlamamı da salık verdi. 37 virgül 2 santigrat derecelik hararetimle, fazla söz sahibi olamazdım.

Samatya sesekasına yönelmeden önce uğrayıp maske aldığım eczaneme tekrar uğradım. Maskeli balonun başlamak üzere olduğunu müjdelemek için derece istedim. Eve çıktım ve hebirnebir testini, bedava ve hemen yapıp, sonucunu da çok çabuk verebilecek bir kurum aramaya koyuldum. Çeşitli web sitelerini okuyup, çeşitli laboratuvar ve hastane görevlileriyle konuştuktan sonra, test yaptırmak yerine, benle doğru dürüst ilgilenebilecek uzman bir tıp doktoruyla görüşmeye karar verdim.

15:00'da Bakırköy Acıbadem hastanesindeydim. Samatya sesekasına göre, gelir seviyesi daha yüksek hastalardan ve hastalarla aralarına "kış kış" mesafesi koymayan personelden oluşan, baş ağrıtmayan kalabalığıyla, B1 katı beni yine bağrına basıyordu. 2007 senesinde midemle ilgili atılımlar gerçekleştirdiğim zamanları hatırlayıp; şimdi, domuz gribi şüphesiyle burda bulunuyor olmanın haksız gururunu yaşıyordum. Dekorasyon değiştirilmişti. Sentetik zemin kaplamaları gitmiş, yerine modernce yerleştirilmiş mermer plakalar gelmişti. Gültekin Bey nerdeydi? Melih, bey miydi?

Hah! Teşekkürler!

Suratımda maskemle anlattım derdimin başlıklarını. "Bilinçli olmak çok güzel işte..." sıvazından sonra; kulak ısı ölçeri, dil pasifizörü, sırt steteskobu, göz bebeği aydınlatıcısıyla ve doktor avuçlarıyla muayeneye maruz kaldım.

Gültekin Bey, gayet güven sunarak, önündeki kontrol listesini takip ederek bana içinde olduğum durumu anlattı. Yüksek risk grubunda olmasam da; diğer bütün ihtimalleri göz ardı etmeye yetecek kadar büyük bir olasılıkla gribe, yani bu seneki adıyla, domuz gribine bulanmıştım.

Domuz dışı griplerin de semptomatik tedavisinde kullanılan ilaçlardan bir küçük poşeti dolduracak kadar çeşit belirledi. Midemin de kıskançlık yapacağını hissetmiş olmalı ki, bir de proton pompası inhibitörü ekledi. "Beni vitamine boğar mısınız?" dedim. "Tabii ki" dedi. "Yalnız lütfen farmaton veya cinseng içeren başka bişey olmasın; sonra mermi gibi oluyorum" dedim. Güldü, "Süpradin enerji yazdım." diye bitirdi. Evlerimizde, iş yerlerimizde, bizle beraber olan insanlarla ilgili ne önlemler almamız gerektiğinde de karşılıklı anlayış dolu bir dizi mutabakata ulaştıktan sonra, el sıkışmadan veda ettim doktoruma. Muayene ücretimin amerikan hayat dolayıyla işverenim tarafından ödenmesini sağladıktan sonra, hastanenin dışına çıkıp, sevdiklerime acı haberi vermeye başladım. Eczane durağımda da gırtlağıma kadar elektronik iletişim içindeydim. Eczane çalışanlarına, hastaneden aldığım evrakları sunduğumda, maskemin de tetiklemesiyle, üç kafa reçeteye doğru eğildi. "Gribim!" diye seslendim. O sırada içeri giren bir adamın elindeki torbada ne olduğunu sordular. "Bomba getirdim, burda patlarsa güzel olur diye düşündüm!" cevabını aldılar. Yine de gülerek, "iyi, tamam, ver, şöyle koyalım" sözleriyle, torbayı tezgahın arkasına kabul ettiler. Ecza hanenin sahibi olduğunu düşünmeme yol açan duruşuyla, genel bir kontrol sahibi olan hanımın, bomba esprisinden kurtulup, benim "Gribim!" çıkışıma teskin edici karşılığını vermesi, ortamda tekrar uygar ecza havası esmesini sağladı. Gültekin Bey'in sıkamadığım mübarek ellerinden çıkan reçetede yazanlara ilave olarak, maske, el dezenfekte sıvısı ve etil alkol aldım. Eczanenin önünden çevirdiğim sarı Clio'nun şoförü de maskemden etkilendi: "Heh! Grip kapmamak için mi taktın o maskeyi?" dedi. "Hayır, gribim; sana bulaşmasın diye taktım!" dedim. "Samatya'ya lütfen..."

Samatya sesekası önündeki kavşakta, manevra yapan iki araçtan, trafiği tıkadığı daha bariz olanına mimikleriyle tepki veren bir Renault Broadway sürücüsünün karşılaştığı öfkeye şaşırıp "herkes ne kadar da saldırgan, öfkeli..." dedim. Muhatabımın, maskemle bugün etkilediğim bir sürü insandan biri olan, efsunlu taksi şoförü olduğunu unutmuşum. "O lafları bana edicek lavuk, bak nasıl pişman ediyorum; karşısındaki pısarsa tabii ki dayılanır..." diyerek hiddet potansiyelini sergiledi. Koç'un sponsor olduğu bienalimizi düşündüm. Düşüncem bitince, "E, o zaman herkesin eline silah verseler, ortalık kan gölüne dönecek desene..." diye kabartmak gafletinde bulundum. Bu gribin belirtilerinden biri de boş boğazlık! "Bi s..im yapamazlar abi, kimse bi s..im yiyemez, korkma sen!" diye teselli etti beni. İlerdeki tekelin önünde indim.

Eve geldiğimden beri geçen yaklaşık 5 saatte, patlıcan yemek, ilaçlarımın ilk dozlarını kullanmak, en çok dokunulan yerleri dezenfekte etmek, bunları yazmak, biraz uzanmak ve televizyonda müzik klibi izlemek için çok zor zaman ayırabilidim. Sevdiğim insanlardan pandemikteki yerimi öğrenenlerin hepsi telefonla aradılar. En yakınımdaki bazı insanlar periyodik olarak arayıp rapor alıyorlar. İlgi görmek güzel şey. Uykuya teslim olmak ve rüyada güzel görmek daha da mutlu edici olabilir... Celsius istemiyorum bu gece!

Umarım atom bombası falan yoktur içimde.