20 Ocak 2009 Salı

Can Kasap aczi


Ortaokuldayken bir köpeğim olmuştu. İlk köpeğimdi. Kötü bir Belçika çoban köpeği meleziydi. Çok sevmiştim. Terasımızda yaşıyordu. Kulübesini geliştirmekle uğraşmak, kendisini topla oynatmak, çamurlu yollarda koşturmak çok keyifliydi. Ara sıra dertleştiğim bile olurdu kahverengiyle...
Bakımıyla bağlantılı sevmediğim tek aktivite, Can Kasap'tan ceset artığı istemekti. Yıllardır müşterisi olduğumuz kasap dükkanında istenmediğimi sezdiğim anlardı onlar. İşlerinin arasında, bir de benim kemik talebimle uğraşmayı sevmiyorlar gibi hissediyordum. Bir keresinde, akşamları gelen artık toplama kamyonunu beklememi; tüm artıkları ona teslim ettikleri sırada istediğim kadar almamı tavsiye etmişlerdi. O anda, bu dükkandan yeteri kadar yüklü alışveriş yapmadığımızdan emin olmuştum.
Ayrıca, kaynayan kemiklerin mutfakta ve mutfağın kapısı kapatılmazsa, bütün evde bıraktığı vahşi kokuya da dayanamıyordum.
Köpeğimin, bu kasap kaynaklı beslenmesi ne kadar devam etti emin değilim. Sonraki köpeklerimi kuru mamalarla besleyebilmemiz ve Can Kasap'ın uzaklarına taşınmamız sayesinde, elimde kemik torbalarıyla eve yürümeye son vermiştim.
Yine de, her alışverişimiz sırasında gösterdikleri ilgi, temizlikleri ve etlerinin lezzeti, aklımdaki mütevazi ama güvenilir "Can Kasap" markasının da sebepleri oldu.

Geçen ay, Kadıköy'deki Tansaş'ın açılmasını 10 dakika beklediğimiz sabah, yanımızdan ayrılmayan köpeğe, her köpeğime sarıldığım gibi sarılmayı ne kadar da istemiştim. Sabah sevgisi gereksiyonumu, hijyen kaygılarımla geçiştirmek zamanı, 31 yaşımın olgunluğuyla nasip olmuştu. Aynı olgunlukla, 20 dakika kadar sonra önünde durduğum kasap reyonundaki "soslu - marine - özel (hatta spesiyel)" antrikota bakarken meraklandım. Beraber Kınalı Ada'ya gittiğim arkadaşlarımdan, bu sosun muhteviyatı hakkında sorusu olan niye yoktu? Merakımın subasmanında (sabbeyzmınt diye çevirmiş lavuk gavurlar...) yaşayan kuzeni, kapının önüne çıkıp bana "Bu sosta ne var?" dedirtti. Tansaşlı kasaptan "Bilmem abi..." cevabını duyunca gidip çürümeye devam etti. Arkadaşlarıma baktım. Umursamamı umursamamalarını umursamamaya karar verdim. Sabah sevgim ufalmıştı. Can Kasap'ı hatırlamaya çekiniyordum. Ayıp etmiştim yıllarca. Yüzüm yoktu. Soslu et görmemiştim hiç vitrinlerinde. Görseydim bile, içeriğini sorduğumda tatmin edici bir cevap alabilirdim. Onaylamazdım belki ama, cevap verebilirlerdi.
Kınalıada'da yediğim, hazır soslu antrikot fena değildi.

Bu ada gezisinden kısa süre sonra, akşam yemeğinde ızgara dana yemek istedim. Yorgundum. Acelem de vardı. Yılların Can Kasap'ının hala aynı insanlar tarafından, aynı yerde işletildiğini biliyordum ama, sanki, bir önceki hayatımdan beri hiç girmemiştim kapısından. Bu akşam bu soğukluğa bir son verilecekti! Barışacaktık... Biz? (Güzel giyinip parfüm sıksa mıydım? Ne kadar da sıskaydım!)

Dükkanda hiç müşteri yoktu. Aynı çalışanları gördüm. Aynı baba, oğullardan aynı biri... Diğeri nerde? İçerdeki çocuk kim? Beni hatırladılar mı? Yine kemik isteyeceğimi mi düşündüler? Selamları hala sıcak. Ortalık hala tertemiz. Aydınlatmayı, dekoru, buzdolaplarını yenilemişler. Et de güzel gözüküyor. Ne salakmışım!
Huzur içinde teşekkür edip dükkandan çıktım. Yine gelecek ben!

Geçen hafta yaşadığım içki rezaletlerinden arta kalan şarabı değerlendirmek fikrine, Can Kasap fobimin zayıflamasıyla gelen medeni cesaret kırıntısını serptim ve bu akşam da, evime gelmeden önce protein merkezine uğradım. Bu sefer dükkan, hınca hınç olmasa da, adam akıllı doluydu. Oturacak sandalye buldum ama oturmadım. Ayakta durdum ki "Abi, bak! Yine geldi. Ne ilginç!" desinler... Önce dükkanın "baba"sıyla gözgöze geldim ve iki efendi gibi selamlaştık. Sonra da oğluyla aynı kaçamak seremoniyi tekrarladık. Benden önce siparişini vermiş olan kelli felli beyaz saçlı müşteri, televizyondaki Obama haberi üzerine, tezgahın da üzerine ama babaya doğru eğilip bir kaç dilim ahkam kesti. Gayet saygılı, paylaşımcı ve mülayım bir tavrı vardı ama; fikrinin doğruluğundan ne kadar emin olduğunu ölçecek bir sistemin, insanlık tarafından geliştirilebileceğini sanmıyorum. Saf bir havayla, sanırım aynı ikramı oğul kasaba da yaptı. Bu arada, ödemeleri alan oğul kasap, babasından ödenecek miktarları duyuyor ve müşterilere son ilgiyi gösteriyordu. Güzel işleyen, gürültüsüz ve zahmetsiz böyle bir sistemi, bu gibi dükkanlarda bulmaya devam edebilmek, aslında ne güzel nimet. Daha erken kurtulmalıydım fobimden. Sonra, benim sol arkamdaki sandalyede oturan hanımefendinin siparişleri tamamlandı ve kendisi ödeme yapmak için kasaya, oğul kasaba yöneldi. Bu anda, bir kez daha göz göze geldiğim oğulun ifadesinde bir hüzün gördüm. Aslında, bu adam eskiden de sessiz ve derin bakışlıydı. Şimdi bu hissimin nedeni, saçlarındaki beyazlar ve eski yerli filmlerden edindiğim, nostaljinin mutlak dokunaklılığı klişesi olabilirdi. Hanımefendiyle konuşmalarını duydum ve dinledim. Oğulun nasıl olduğunu sorduktan sonra aldığı cevaptaki sitemi benim kadar hissetti mi bilmiyorum ama; hanımefendinin bir sonraki sorusu başka bir kadının nasıl olduğuyla ilgiliydi. Oğul kasap, sabit bir durumdan ve ağrılardan bahsetti. Bu noktada kulaklarımın sesleri kısıldı. Konuşanların sesleri aynı seviyedeydi, eminim. Baba kasaba siparişimi verdim ve eline aldığı et öbeğinin ne kadar yağlı olduğunu görmek için kafamı biraz aşağı eğdim. Güzeldi.
Dilimler hazırlandıktan ve paketlendikten sonra, kasadaki oğul kasaba yaklaştım. Hanımefendi gitmişti. Acaba "Beni hatırladınız mı? Haftada bir alışveriş yapar, iki günde bir de kemik istemeye gelirdim..." dese miydim? Sıskalığa gerek yoktu. Selam verip ATM kartımı uzattım. Kısa kenarlarından birindeki yön gösteren ok işareti nedeniyle, oğul kasap da, diğer çok kasiyerin yaptığı gibi, sadece manyetik bantı olan kartımı, POS aletinin çip okuyucusuna soktu. İşte! İletişim kurmak için bulunmaz fırsat bu! Yıllardır adımını atmadığın dükkanla öpüş, barış! "Çipi yok onun. Manyetikli, manyeto... bant..." Ne dedim ben?
Oğul kasabın kafası başka yerdeydi. Eşi mi hastaydı? Annesi mi? Kim ağrıyordu? "Geçmiş olsun..." deseydim, "Kime kardeşim?!" der miydi?
"Şunu girer misin?" deyip, POS aletini bana uzattı. Diğer eline de dükkanın telefonunu aldı ve numaralara bastı. Yıllar sonra geri gelen, gereksiz duygulu, genç müşteri olarak, anlayışımın Annapurna'sındaydım (Everest'i başka durumlar için saklıyorum). Benim ödemem, şebeke vasıtasıyla, bankam tarafından onaylandı ama telefon görüşmesine odaklanmış oğul kasap bunun farkına varmadı. Benzer bir hareketi, kendi işimde kesinlikle yapmayacağımı düşünsem de; bu dükkanın ve bu adamın, benden pürüzsüz hizmet veya katıksız insanlık bekleyen herkesten ayrıcalıklı olması gerekiyordu. Acıklı bir durum söz konusu olabilirdi ve yıllar sonra buraya dönmeye çalışan bendim.
Telefonu kapattığı anda, oğul kasap dükkanın içinde tekrar peydah olmuş gibi hissetti kendini. Kendi beyaz önlüğünü doktorlarınkilerle kıyaslayacağı ortamlardan uzak olmasını temenni ettim. "Kusura bakmayın, uzadı galiba..." dedi. Annapurna'dan aşağı, "önemli değil" diye seslendim. Gülümseştik. Paketimi alıp evime geldim.

Yarın akşam ızgara et yemeyi düşünüyorum.
Şarap içmeyeceğim. Sigara da tüketmeyeceğim.

Çok da fifi! Di mi?!

19 Ocak 2009 Pazartesi

Şarap veya su

Derler ya; "Carpe diem be abi!" diye geçiştirirler ya... Sinirlerimin iletkenliği azalır. Bozulmazlar ama, yavaş çalışmaya başlarlar. Bu söz, bu yaklaşım şekli, beni sahibine bir metre daha fazla mesafeden bakmaya zorlar. Geçiştirmeyi övmek, önemsememeye teşvik gibi gelir bana bu söz. Bendeki bu etkisinin sebebi, genellikle, sözün kullanıldığı andaki kaynağının gözlerindeki boşluktur.
Asıl değer verebileceğim önerme, "Ne olursa olsun, yaptıklarının sonuçlarına katlanabilecek neşen, öngörün, gücün, affediciliğin...vb olsun!" dur. Yarını düşünmeye ne hacet? Üç (sayıyla 3) dakika sonrasında neye yol açtığımızı bilerek yaşamak için zevkimizden, iyiliğimizden, gücümüzden, midemizden olmuyor muyuz?
Öldürmüyor muyuz?
Bu edalar, bu kinayeler, yatırım (ve eninde sonunda batırım) değil mi?
Aptallığımın, dağ olduğunu bilmezdim.
Yetersizliğimin, en büyük gücüm olduğundan bihaber (o kadar okudum, seyrettim, dinledim, nafileymiş), kronik kramp vücudumla gözüktüm hep.
"De get, yalan dünya" diyeceğdim; diyenlere boyun eğdim.
Diyebilmekle ilgilenmedim hiç.
Öldürmüyor muydum?
Kendi çocuklarımın ölümünden sorumlu tuttuklarıma çamur atmasam da; kendimi kendi gözümde temize çıkarmanın en kolay yolu, içinde bolca "ise" , "ama" , "böylece" geçen cümleler düşünmek değil miydi? Cümlelerle düşünmediğimizi savunurken, çelişkimden hiç mi utanmadım? Utanmayınca ölenleri nereye gömdüm veya nerede yaktım? Yoksa bu koku hiç ellemediğim cesetlerden mi geliyor? Hayır, Gaultier değil!
Bu koku havai fişeklerin bıraktığı yanık kokusu!
Ne kutlandığı hakkında olgunlaşmamış fikrim var.
Hamken çok ekşidir fikirlerim; olgunlaşınca acılaşırlar...
Çürümelerini bekle...

--------------------------------------------------

11 Ocak 2009 Pazar

293

Yediğim en kötü Çerkez tavuğu! Ya gerçekten çok kötü yapmışlar, ya da benim pakete tıkıştırdığım zeytinyağlı enginar öbeğinin etkisinde fazla kalmış... Sebebine bakmadan, tadından duyduğum rahatsızlığa dikkat kesiliyorum.

Sonuç, boşa çalışan buzdolabına hediye alma fikriyle rahatlamakta.

Güzel yemekler yapabilen biri değilim ama, doymak ve doyarken de rahatsızlık yaşamamak için elimden gelenler varken, neden israfa yöneleyim?

----------------------------------

Her şey düzgün gidiyordu. Kaptanın teknisyen çağırdığını duydum. "INS dertli" dediler. Kaptan biraz uğraşmış ama düzelmemiş. Kaptanın yüzünde kocaman bir yara izi var, saçları kısa ve kıvırcık. Teknisyen gelemedi. Kokpite bir daha girdim ve teknisyenin yolda olduğunu söyledim. Bütün yolcular ve yükler yerlerini almışlardı. Kötüye dönecek ne vardı? Ne vardı? Kaptana "I pray" dedim; "Me too..." dedi.
Uçaktan çıktığım anda arkamdan seslendi. "Hey! Your pray worked! You're a holy guy!"
Daha başlamamıştım bile...
Ne duasıydı lan?!
İstemek neyi nasıl etkiliyordu ayrıca?
Neyi nasıl istediğimden bihaber yaşamıştım hep. Kaptan geyiğiyle mi şaşıracaktım? Yapma!
Yapmadım.
Yok yok! Yapıyorum.
Haklısın, neyi dilediğimize dikkat etmemiz gerek gerçekten, sanırım...

----------------------------------

Kendi sözlerimize burada ara veriyoruz ve Led Zeppelin'den What Is And What Should Never Be'yi okuyoruz...

And if I say to you tomorrow
Take my hand, child, come with me
It's to a castle I will take you
Where what's to be, they say will be

A-catch the wind, see us spin
Sail away, leave today
Way up high in the sky
It won't, but the wind won't blow, we really shouldn't go
It only goes to show that you will be mine, by takin' our time
Oooh, ho-whoa

And if you say to me tomorrow
Oh, what fun it all would be
then what's to stop us, pretty baby
but what is and what should never be

A-catch the wind, see us spin
Sail away, leave today
Way up high in the sky
It won't, but the wind won't blow, we really shouldn't go
It only goes to show that you will be mine, by takin' our time
Oooh, ohh, oh-ho

So if you wake up with the sunrise
and all your dreams are still as new
and happiness is what you need so bad
Well, girl, the answer lies with you, yeah

A-catch the wind, see us spin
Sail away, leave today
Way up high in the sky
It won't, but the wind won't blow, we really shouldn't go
It only goes to show that you will be mine, by takin' our time
Oooh, ho-whoa
Hey, ho, ma

A-well, the wind won't blow, and we really shouldn't go
and it only goes to show-whoa-whoa-whoa
Catch the wind, we're gonna see us spin
We're gonna sail, little girl
A-do-do-do, ba-ba-n-do, oh
Ma, ma, ma, ma, ma, ma, yeah
Everybody I know seems to know me well
but does anyody know I'm gonna move like hell
A-baby, baby, baby, baby, baby, baby, ho, I love ya
Baby, baby, babe, huh, oh, I love ya
Do, no, no, no, no, no, no, come on, now
I want you

----------------------------------

Olur olmaz bir okazyonda (tamamıyla nörolojik erozyon: "hiç yeri ve zamanı değilken" demek isteyip, Fatih Terim'si özgüvenle sırıtarak, daha beter saçmalamak... gibi...) askerken tuttuğum notları çıkardım ortaya. Ortamın ve zihinlerin ortasına... Zihinler, bir sağa bir sola sallanıp kurtuldular; ortam ufaldı, yine de notları tutuyor. Ortamı tutan ellerimle aldığım notları, şimdi ortam tutuyor. Oramı tutan elimle, kısacık saçlarımı kafamın içine doğru itekleyip yazamaz olsaymışım bazılarını... O bazıları, şimdi bende değiller çünkü! Nerdeler? Neden? Neyse...
Bakınız:
Acemi birliğimdeki koğuşumuza, haşarat ilacı sıkılmış ve akabinde, 56 "okumuş" adam orda uyumuşuz!
Hemen dibimizdeki alaydan gelen askeri ekmekler, yuvarlak, ağır, ufak (yoğun) ve tatsızmış. Önce tok kalmaya, sonra da timsah yavrusu dışkılamaya yararmış. O yavrular çıkarken bizi yararmış!
Güzelim 17 Aralık gecesi, 4 tane vukuat raporu hazırlamışım...
Bir baba, cam çerçeve indirmeli aile kavgası sonrası çıkarıldığı savcının önünde, oğlunu ölümle tehdit etmiş. Şahit bellenmişim. Daha sonra, aynı baba ve aynı oğlu kahve açabilmek için ruhsat başvurusuna gelmişler. (Adalet mekanizması, şahitliğimden yararlanmak istediğini, askerliğim bittikten 2 sene kadar sonra bildirdi bana. "Bigadiç'e gelemem, burada anlatayım hatırladıklarımı..." dedim; onaylamalarına kadar geçen sürede hatırladığım bir şey kalmadı ve buradaki hakime "Çok geçti üstünden, üzgünüm..." kaldı ne yazık ki.)
Su borusundan imal tüfekle, baltayla, et dövme aletiyle, keserle, tırpanla, sopayla ve ağaç dalıyla suçlar işlenmiş; kaydedilmişler.
"Yıldırım düşmesi" olayının "suçu işleyen"i doğal afetmiş.
Muhtemelen alışılacak, sorgulanmayacak ve belki de benimsenip sevilecek kadar uzun süren sessizliğin sonunda, Mustafa, durup duruken, "İsyan etmemek lazım!" demiş.
Durdu'nun morali ağrımış!
Bir asker, yılbaşı gecesi, "Bu gece bacaları açık tutun, Noel Baba gelip cep telefonu veya şişme kadın bırakır!" diye bağırmış.
Bir köy karakoluna giriveren tavşancık, nöbetçi subay tarafından G3'le avlanmış ve parçaları ertesi gün bizim ilçe karakoluna getirilmiş; aşçımız yemek yapsın diye... Aşçımız da "Et kalmamış ki, nesiyle yapıcam a...na koduğumun yemeğini?!" demiş.
Bir aile, başka bir aileye zorla kız vermiş!
Gözlerimizin, kontrol altında tutulmamıza, diğer duyu organlarımızdan daha fazla yardımcı olduklarını düşünmüşüm.
Yıldız Tilbe canımı çok sıkmış.
Kendime, kendi kitabımı yazmayı, tek okuru olmayı düşlemişim.
Sadece bir kadın için hissedebileceğimi sandığım şekilde, geleceğe umut beslemişim. 2004'ün Ocak ayına aşkla bakılır mıymış? "Şöyle olsa, böyle olsa..." diye hayaller kurulurken, kalp tatlı tatlı heyecanla çarpar mıymış?
Arabanın bembeyaz teni olur muymuş?
Evdeki duş naz yapar mıymış?
Askerliğim bitince, saç uzataymışım, sakal uzataymışım, yeşil giymeyeymişim, bot giymeyeymişim, kimseye elle ve başla selam vermeyeymişim, psikoloğa gideymişim...

Aşık ve mutlu olacağımı bilseymişim keşke.
Yanlış! Farkında olan ama bilmeyen yetersiz aklın hiç kontrol edemediği bünye, ya firara meyletseydi? Bünyenin yapamadağı şeylerle aşınabilen gurur, ya daha da sivrilseydi?
Sakince karşılamayı bilseymişim keşke. O zaman, yakın gelecekteki mutluluğun geleceğini bilmek de risk gibi gözüküyor olmazdı. Rix! Fantakalas!

07.12.2003'te "Hükmetmek eğlencesi. Uzaktan kumandanın veya silahın sadece avuç içinde durarak verebildikleri türden bir keyfe duydukları açlıkla, bu çocuklar, gerçek yaşamın gereklerinden uzak nedenlerle, ama gözlerini kırpıştırarak ve heyecanla -çömezlerini- hakimiyet altına alma uğraşı içindeler. Oturulan masa, yatılan yatak ve konumu, sigara içilen yer, yataktan kalkılan (uyanılan değil) zaman, cep telefonunu alenen kullanma hakkı, yemekte konuşma hakkı, banyo yapma önceliği... Bunlar, kimin canının daha uzun süre sıkıldığına bağlı olarak belirlenen güç göstergelerine dönüştürülmüş ve korunuyor. Kıdem ne? Yeni gelenler bazı kuralları zorla kabul ettikçe, kabul ettirenler eğleniyor ve bu işleyişin devam ettirilme hakkı elden ele geçiriliyor.
En son gelen oyuncaklar sadece iki kişi olduğu için, oyunun tadı, daha doğrusu sisteminin işleyebilirliği azaldı. Bu gençlere algıladıklarımızın farklarını ve göreceliliği ve önemlerini anlatabilir miyim acaba?" yazmışım...

----------------------------------

Askerken düşlediğim hayatı; tepedeki varilde her sabah, kırmızı çakmakla evrak yakışımı; o "her sabah"ın sonunda, ısınan varilin başında güneşi doğurmamı; pis vücudumda rahat edemeyen tertemiz (!) ruhumun, 19 Ocak 2004 sabahı, Balıkesir otobüsünde, bütün koltuklara yayıldığını düşüne düşüne, önce Gülçin Abla'nın evine gittim az önce. Saniye sonra, Marmaris'e ve Hisarönü'ye geçtim. Yine bordo bir Renault Clio kullandım. Kızımdan çok Funda'yı hissettim. İstanbul'da bir türlü duramadım ve saniyeler sonra, Eskişehir'e devam ettim. Sokaklarında üşüdüm, Mola Apartmanı'nda ısındım, marketlerinde kayboldum, barlarında ayıldım... O anda Malik Bulut aradı. Hasret giderdik.
Sırıtıyorum. Kırmızı çakmağım hala hayallerimi ateşliyor, yakıyor. Külleri kimse okuyamıyor.
Ne içki kesildi, ne de rutin sahibiyim.
Yetersiz bilincime ve kaba ruhuma, endişe gevşetici süren, organik bir okurum var.
Yedire yedire yumuşatıyor müziğimi.
Havayı özledim. Yukarıları özledim.
Son 4 sözcüğü yazmamdan çok kısa süre sonra Robert Plant, "it's pretty good up here" dedi!
Şaşırmamayı özledim!
Houses Of The Holy

9 Ocak 2009 Cuma

0114 işu


Efervesan bir insan olur mu?
"Ne kadar az suya koyarsan o kadar az zamanda içersin ve acı tattan duyduğun rahatsızlık o kadar kısa sürer..." gibi bir açıklama yapmıştı Ayça zamanında.
Olmaz bir damlayla da canım!
Yılan balıklarıyla dolu bir havuza atarsın, ağzının tadına düşmansan ve maceracıysan!
Teşhis neydi bu arada, pardon?

5 Ocak 2009 Pazartesi

Çıngırock (yapma be abi!)


Sanırım 1 hafta kadar önceydi. Havalimanında, personel kapısından kara tarafına geri dönerken, Şener Yıldız'ı gördüm. Çok uzun zamandır TRT'de Rock Market'i hazırlayan ve sunan adamı yani. Tişörtlerine kurban olduğum; bazı grupların isimlerini yanlış telaffuz etse de, özel kanallardan önce, programına mecbur olduğum adam. Durdurup konuşmak geçti içimden ama üşendim...
Daha sonra öğrendim ki, Rock Market kurulmuyormuş artık.

Sonra, dün gece TRT2'ye rastladım televizyonumda. Ekranın şimdi hatırlayamadığım köşelerinden birinde "Çıngırock" yazıyordu. Önce Funda'yla harcadığımız o sosyoloji dersi ve o dersin değerli ürünü sarı sayfa geldi aklıma. Nerdeydi ki? Çıngırock var mıydı içinde?
Sunucuya dikkat ettim; daha doğrusu, sunucunun konuşmasına...
Cenk Durmazel'di kendisi.
Yine Rock Market zamanlarında, yine aynı müziğin zevkini paylaştığım insanlarla, hakkında bolca hafif muhabbet yaptığımız ama tadından dinlemeye kıyamadığımız (nasıl yaa?) Müebbet Muhabbetçi Cenk!
Rockla alakadar ve rock icracısı olduğu, zaten yıllardır malumdu.

"Dur bakalım, nasıl şarkılar ve nasıl yorumlar verecek acaba?" dürtüsünü sözcüksüzce aklımdan geçirip, kumandayı sehpada dinlendirdim.

Güzel seçimler vardı, Stone Temple Pilots'ın Wicked Garden'ını anons etmeden önce abuk hareketler yapmaya başladı. "Bu nedir arkadaşlar?" dedi. "Bu bir dans. Bu, Scott Weiland'ın dans tarzı..." diye devam etti. Eski Stone Temple Pilots ve eski Velvet Revolver vokalistini azıcık anımsattıktan sonra, şarkıyı anons etti.

Programın bir de seyirci yarışması varmış.
Önce, yarışma hakkında duyduklarıma pek dikkat etmedim. Yarışmanın ödülü, kuralları ve bu haftakinin kazananı hakkında konuşurken şaşırıverdim.
Hangi rock şarkısının sözleri senin için en anlamlı, en etkileyiciyse, bunu, nedenlerini kısaca anlatarak yazıyorsun. Değerlendirmeyi kim yapıyor bilmiyorum. Bu hafta, Metallica'nın Sad But True'sunu, dünyayı (veya dünyadaki insan hayatını) uzaylılara anlatmaya yetebilecek kapasitede olduğu için etkileyici bulan biri kazandı. Ne kazandığını hatırlamıyorum. Aklımdan bu kadar kısa sürede bu kadar çok şarkı sözü geçmemişti!
Ben ne derdim?
Hangisini anlatırdım? Kısa anlatabilir miydim?
Her nefesim, her ağrım, her sevgi derecem ve belki de her damla çişim için bile (niye kan veya ter değil?) şarkı sözü var!
Cenk'e geyik yazıp gönderebilmek ve bunu şarkı sözleri üstünden yapabilmek? Doyurur mu acaba?

sıcak yükle geri dönmek

29.12.2008

Sanki, aşkla ve sevişmek için, romantik bakışlar eşliğinde kurulmuş ama, sakinlerinin yorgunluğu yüzünden öpüşmeler görülmüyor, sesler duyulmuyor.

TK1723/28DEC - Bunca uçuşum içinde, inişi en rahat, en yumuşak; tekerlerin yerle teması en zor hissedileniydi. Yani, inişin, yolcular ve kabin ekibi için rahat gerçekleştiğini söylemek istiyorum; kokpittekilerin yaşadıkları hakkında yorum yapamam. Rüzgar konilerine baktım, piste paralel şekilde, havayla doluydular. Ereksiyonlarının ne kadar süreceğini merak ettim...

Berlin'e 2. gelişim ama, ilk kez Tegel Havalimanı'na iniyorum. Daha az trafik için tasarlanmış gibi bir izlenim verdi bana. Uçaktan çıkıp, yolcu körüğünden geçtikten hemen sonra, birkaç tane pasaport kontrol bankosu var. Her körüğün kendi pasaport kontrolü var galiba. Bagaj teslim bantı da, hemen pasaport kontrolün arkasında.
Dolayısıyla, yolcular uçaktan çıktıktan sonra, uçuş boyunca katlı tuttukları bacaklarını fazla çalıştıramıyorlar ve yeterince vakit kaybedemiyorlar ama, bu kadar kısa mesafeyle yerleştirilmiş pasaport kontrol noktaları ve bagaj teslim bantı önünde dikilerek beklemeye doyabiliyorlar.
Benim payıma, soru sormayan polis ve LHR'dan gelen BA uçağının bagajlarının toplanmasını beklemek düştü.

Bu bekleme sırasında, İstanbul'dayken arayıp ulaşamadığım babam aradı. Dağa gitmişler, dönmüşler. Özlemişiz!
Sonra, Turkcell ve Ece, kısa mesajlarını yığdılar ekranıma.
Anneme vardığımı haber verdim ve en sonunda, henüz TK bagajlarının atılmadığından ve bir süre daha atılmayacağından emin olup Yasemin'i aradım. Çıkışta bekliyordu ve ben kendisini tanıyacağıma dair garanti verdim.

İncecik, zarif bir kız. Sahici bir gülümsemesi var. İki senedir bana yaptığı yardımlar için teşekkür etmek, doğum gününü kutlamak, kendisini sıkmamak, ilk aklıma gelen niyetlerim.
Ben bir ATM'den para çekerken, Yasemin küçük bir alışveriş yaptı.
Terminalden çıkıp taksiye bindik. Şoförün yüzüne dikkat etme gereği duymadan "iyi akşamlar" dedim. Aynısını şoförden geri duydum. İçimden "budur!" dedim.

Urban Str'ye giderken, geçtiğimiz yollarda dikkat kesildiğim görüntülerden kurtulmaya çalışıyordum. Nedenini bilmiyorum.

Funda'yı aradım. Telefonu, cevaplanmadan önce Yasemin'e verdim. Sevindiler sanırım. Çatısında Dakota (C47) duran bina da ne? Teknoloji müzesiymiş! Geleceğiz!

Eve varmak, biraz rahatlamak, kafa işgalcilerini yastığa dökmek, firara alışmak ve tanışmanın ilk adımlarını atmak toplam iki saat kadar sürdü. Uykuya bulanık merak ve meraka bulanık rahat, önümde kolkola oturdular. Huzurlarından çekildiğimde, yemek yemeye gittiğimizi anlamak, onlar hakkında düşünmemi engelledi. Uykuyu saatler sonra bulabilir, merakımı herhangi bir zaman giderebilir, portatif rahatımın her yerde tadına varabilirdim.

Saskia, hemen hemen aynıydı. Gözleri, son gördüğümden beri daha sağlıklı bakıyordu. Yanında, beni derin derin süzen sevgilisi Thomas vardı. Zeki bakan, az konuşan ("öz konuşma" eylemini sevmiyorum galiba), düzgün ve doktor bir Alman adam. İlk on dakika bana diktiği gözlerine çarpa çarpa, yaklaşmak ve uzak durmak arasında bocaladım. Bu rahatsızlığımı bir kadeh merlot ile zevke çevirdiğim anda da sohbet başladı. Başlarda, Saskia, Thomas ve Yasemin, "Almanca konuşmayalım" dediler. Ben de, "Harikasınız ama benim için kasmayın" dedim. Kafamın içinde de "Birazdan Nilgün gelince görürsünüz Almanca'yı Türkçe'yi!" tümcesi sinsice süründü. Kafasına vurdum, diğer pis arkadaşlarının yanına süzüldü...

İngilizce devam eden sohbetimize, önce İngilizce bir son, Nino'nun teşrifiyle de Türkçe bir gaz verdik. Nilgün, tam bizi bıraktığı zamanki gibi. Hala heyecanlı ama kontrollü. Kırmızı beyzbol kasketi ve turuncu, çiçek desenli yelpazesiyle, hala ufak bir kız çocuğu gibi. Eğitimi ve yarı zamanlı işlerinin üstüne, dans ve DJ'lik de koymuş. Yılbaşı gecesi için hazırladığı programın son şarkısı Bohemian Rhapsody'ymiş. Sevgilisi de bir Queen fanatiğiymiş. Aferin Nino! Queen seven adamdan fenalık gelmez (ne?)!

Bütün Berlin'de Silvester patlamaları başlamış bile. Deneme atışları her yerde! Gayet sık aralıklarla büyük patlamalar dikkatimi dağıtıyor. Yerliler alışık. Konuşmaya, bu gürültü yüzünden ara vermiyorlar. 1 Ocak sabahı kaldırımları görmemi tavsiye ediyorlar.

Yemekler yenip, 3 dilde hasret giderildikten sonra, ödeme için, Alman usulünce hesap yapıldı ve Saskia ve Thomas lokantadan ayrıldılar.

Queen, üzerinde Freddie kazılı sıra ve tuvalet sigaraları muhabbetlerinin dümen suyunda, Nino'nun liseli saflığında ama duyarlı vatandaş hevesi ve hevesli arkadaş duyarlılığında Ebru canlandı 5 dakikalığına... Ne kadar uğraştıysak da, Yavuz'un ölü beynini çalıştıramadık. Hatırladığımız kadarıyla canlı kalbini yere geri bıraktık.

En komik anları, Almanya'da üç Türk olarak, durmadan İngilizce konuştuğumuz son 1 - 2 saatte yaşadık. Lokantadan çıkınca, havanın soğuğu, burnumdaki bir haftalık güzel kokuyu sümüğe dönüştürdü ve kaldırıma bırakasım geldi. Eve kadar sabrettim.

Evde, Yasemin'in doğum günü için İstanbul'dan getirdiğim şampanyayı açtık ve bitene kadar sohbete devam ettik. Nilgün'ün doğru tavsiyesiyle, Yasemin'in en sevdiği içkiyi almışım. Aldığım şişe, iki hatunun da en sevdikleri tasarımcılardan birinin ürünüymüş. Mutlu oldum. Funda'yı fotoğrafla kıskandırdık! Nino evine gitti ve uyuduk.

31.12.2008

31.12.1996'yı saymazsak, ülke dışında geçirdiğim ilk yılbaşı olacak. Önce, mide kaynatan sıcak şarap!

Unter den Linden ve Brandenburg Kapısı'ndan Siegessäule'ye kadar olan yol festival alanına çevrilmiş. Izgara sosis, sıcak şarap ve yeni yakılan barbegüllerden kömür kokuları! 67 metre yükseğe sabitlenmiş altın meleğin eteğinin altından festival hazırlığına sıkışık bakışlar ve rahatsızca hapsedilen görüntüler...

Bir türlü dikilmeyen güneş, erimeyen buz öbekleri. Bir türlü kurumayan delikler ve bitmek bilmeyen yorgunluk! Alkol kokan U8 vagonu.

İngilizce bilmeyen Türk bakkala "Türk müsünüz?" diyen ben ve Euro ile Cent'i Lira ve Kuruş olarak zikreden bakkal. 4 şişe bira. Esrar kokusu, Bob Dylan ve kalem. Yastıksız kanepe. Ooooooo!

Esnaf bu! Ama, ne üretir veya alır, satar bilmiyorum. Kaç dükkanı veya tezgahı var onu da bilmiyorum. Allah işini açık etsin.

Artık eminim, yazmakla işim kalmadı. Çünkü içim kalmadı. Dokunaksız içim, okunaksız yazım, korunaksız aklım... Uykuyla çökecek. Kalbim attıkça, vibrasyonumla, çökenlerin seviyeleri eşitlenecek ve üstünde yürümeye elverişli zemin oluşacak. Bir de şu veletler patlamasa! Ortalık, derbi maç sonrası Mecidiyeköy'den beter burada!

Uzun süredir ilk kez, üzerindeki "içindekiler" açıklaması İngilizce yazılmamış bir paket görüyorum. Clarky's Tortillas (peynirli mısır cipsi) paketinde, 9 dilde "içindekiler" var ama bu dillere İngilizce dahil değil! Hahha!

Bir adamın gitar çalabilmesi, müzik yapabilmesi, sözlerine de ritmi eski karısından alabilmesi ne kadar da güzel. Emin miyim? White Stripes - Elephant - Seven Nation Army!

Web sitelerinden şarkı sözü okumakla olmuyor! Alacaksın albümün kitapçığını veya kapağını eline, bir de soğuk birayı yanına (hava sıcaksa apış arana); duyduklarını azar azar gözlerine yedireceksin. Açıklamalara, teşekkürlere atlamak isteyeceksin ama, şarkıyla ilgili fotoğraf veya ilüstrasyona saygından bekleyeceksin. O küvetteki o adamın o şapkası neyle alakalı? Kızın elbisesiyle adamın kıyafeti uyumsuz mu? Merak edeceksin. Sanatçıyla ayrı gayrı olmayacak! Ne sunduysa, hakkını vererek alacaksın. Yavaş yavaş sokacaksın içine! Dinlemen ve okuman ve seyretmen bitince hemen kalkmayacaksın! Sönene kadar içinde kalacak! Disk soğuyacak önce! Hah! Böylece, diyebilirz ki, 1996'ya kadar dinlediklerimle, bu yüzden abi kardeş gibiyiz. Sonrakiler, daha çok her kıvrımını, her hareketini bildiğim ama geçmişleri, huyları hakkında fikirsiz olduğum ve kendilerini bana makyajsız göstermekten çekinen kadınlar gibi. Hepsi güzel. Abartmak da rahatlatır bazen...

02.01.2009



Sabahın 6'sında Yasemin kalktı ve hazırlandı ve ebeveynlerinin yanına gitti. Canım, 3 gün yalnız kalacak. Alışık.

Biraz daha uyudum. Uyanınca, yatağımı tekrar koltuk haline getirdim, evi biraz toparladım, müzik dinledim, bulaşık makinasına bulaşık koydum, Tegel'e en rahat nasıl ulaşacağımı araştırdım...
Evden 100 - 200 metre ötedeki Hermannplatz'dan U8'e binip, 19 istasyon ötedeki Jakob-Kaiser-Platz'a gidip, oradan da Tegel otobüsü X9 veya 109'a geçmek en mantıklısıydı. Neyse ki bu sefer yüküm hafifti.
Radyatörlerin ayarlarını 2'ye indirmeyi ve çıkarken şemsiyemi almayı unutmadım.
Kaldırımlar incecik ama dirençli karla kaplıydı. Ayak izlerim oluşmuyordu. "Zemin buzdu" da denebilir tabii ki.
Möckernbrücke'den sonra tren boşaldı.

Yakup Meydanı istasyonunda inince, tam kendimden beklediğim gibi, işaretleri çok rahatça belirleyip takip ettim ve tam otobüs durağına çıktım. Durakta bekleyen bavullu ve sırt çantalı Tötonlar'ın halinden, hazır bekleyen otobüsün Tegel'le ilgisi olmadığını anladım.
2 dakika sonra geldi X9. 10 dakika sonra da terminalin önünde silkeledi beni ve diğerlerini...

Önce Swiss, AF-KLM, Lufthansa, Qatar ofislerinin önünden geçtim. KLM çalışanlarına sataşmaya değer mi diye göz attım. Gözüm değmedi.

THY check-in bankolarında Germania check-in yapıyordu. TK1724'ün tarifesine henüz 2,5 saat vardı ve dolayısıyla rahatlığıma miskinlik, bira, sandviç ve dilim dilim ahkam ekleyebilirdim. Adımlarımı hissetmemenin şükürlerini ederken, "terrace" tabelasını gördüm!
Şimdi, check-in'i hızla beklemeye başlamıştım!

Bilet satış ofislerine yaklaştım. Elemana detaylı ve bıkkın şekilde bir şey anlatan hanım görevliye baktım. Hanımdı. İşlerinin bitmesini veya azalmasını beklemeyi düşündüm önce. Sonra hanımla göz göze geldik ve gülümseyince rahatça yaklaştım.
Bankoların açılmasına yarım saat varmış ve liste olmama gerek yokmuş. Doğrudan check-in'e gidebilirmişim. Standartsızlık nimet midir? Hala bilemiyorum. Sorumun kaynağı, değişken durumlar değil mi zaten?

Sırada, benden önce birbirlerine ilgisiz genç bir çift, herkesle şevkle sohbet etmek için biraz geçkince ama bunun farkında olmayan bir adam, bu adamın muhabbetinden yavaş yavaş keyif almaya başlayan orta yaşlı bir kadın ve kızı ve annesi vardı.
Küçük kız, kumral küt saçlıydı. Gözleri, beyaz yüzüne itinayla yerleştirilmişti. Haşarı bir havası yoktu ama saf da değildi. Elindeki bebeği bırakmadan oradan oraya koşuyor, elleyebildiği her nesnenin ne olduğunu "ane"sine yüksek sesle soruyordu. Meraktan yapılmıştı sanki! Annesi de cevapları doğrudan vermek yerine, kızını düşünmeye teşvik edecek sorulardan oluşan cevapları, gururla ve yüksek sesle veriyordu. Sohbet konusu portfolyosunu hep açık tutan adam arada bir kaybolup, sonra yeniden ortaya çıkıyordu. Suratından anlayış ve kabul akıyordu, iğrendim.
Hemen önümdeki bıkkın çiftin hatun yarısı, sıranın berisindeki metal masaya gitti; üstüne çıkıp bağdaş kurdu. Erkek yarının ayakkabıları benim botlarımla aynı markaydı. Bir kitap çıkardı ve çantasına oturup okumaya başladı.

Yeterince alanım ve uçakta boş koltuk olduğunu düşünüp, çantamın etrafına sarı kılıfını geçirdim. Sarılınca sararan çantamı, sağ ayağımla, okur erkek yarının arkasına doğru itekledim. Kaçak hatun geri geldiğinde, adamın arkasında duramayacak, yüzünün önüne geçmek zorunda kalacaktı.

Check-in başladı.
Muhabbetsiz sohbet adamı, hanımların çantalarını ve bebek arabasını masalara yaklaştırmalarına yardım etti. Centilmenleri Business Sınıfı'na ücretsiz aktarmıyorlar be adam!
Sıra bana geldiğinde, kendimden (yerimden) emin bir hareketle, önce çantamı teraziye koydum. Biletimi ve pasaportumu görevliye bagajımdan sonra vermenin rahatını, kendi istasyonumdan çıkışlarım ve görevli seyahatlerimden dönüşler dışında, ilk kez yaşıyordum. Biletimdeki ismi, ekranında göremeyişini, önce yorumsuzca, sonra insafa gelip, "kendimi listeye aldırmadığımı" nedeniyle anlatarak seyrettim. Şaşırdı. Alman'dı. Hala öyledir umarım. "Bizde de aynıdır, mutlaka listede olmak gerekir. Bilet satıştaki şef hanıma sordum ve liste işlemiyle uğraşmaya gerek olmadığını, doğrudan buraya başvurmamın uygun olacağını söyledi. Kusura bakma..." gibi bir balya söz bıraktım önüne. Afiyet oldu ve "sorun değil, ben de çözerim" dedi. Bir süre sonra bir detaya takıldı ve önce notlarını çıkardı, sonra da yanındaki arkadaşına danıştı. İsim etiketi doldurdum ve bagajıma takması için kendisine teslim ettim. Nazikti. Yer tercihimi sordu. Abartıp, önlerde koridor istedim ve 9C'yi aldım. Teşekkürümü Almanca etmek kadar yavan, basit, ucuz, işe yarar bir kapanış tam bugünüme uygundu. Sıradaki diğer yolcuları süzüp, terasa yöneldim. Önce, küçük bir sandviç tezgahının önünde durdum ve sandviç aldım.

Terasa giden yolu işaret eden tabelalar, ilk katta British Airways Terrace Lounge tabelalarına dönüştü. Hadi ama! Arada bir de Starbucks var! İçinden mi geçmek lazım acaba? Geçelim. Geçtik. Orası değil. Geri dön. Merdivenler devam ediyor. Bariyer veya girilmez işareti de yok. Devam!
Ettim.
İkinci katta "Ofisler, aman yaklaşma..." gibisinden yazılarla süslenmiş kapılar var.
Kapılara bakan cam kaplı merdiven sahanlığı, yavaş yavaş apronu görmeye başladı.

Montumun içindeki hırkayı çıkarıp, çantamdaki kameramla yer değiştirdim. Kamerayı boynuma asınca, giymiş olmuyor muyum allasen?
Bir kat daha tırmandım ve önce bir TUI 737'sinin birkaç pozunu hapsettim. Sonra üstünde kocaman bir Star Alliance yazan SEDMB geldi. Bu MD hangi firmanın kardeşim? Neyse...

Takside TUI'yi takip eden Lufthansa A321'inden sonra, piste odaklanmaya karar verdim. Bir kat daha çıktım ve en tepeden, hem Tegel'in eski terminalinin yukardan bir görüntüsüyle yüzümü ekşittim; hem de pistte koşacak olan uçakların heyecanıyla yerimi ve duruşumu düzelttim. Ayaklarımı sağlamlaştırdım. Makina mümkün olduğunca sabit durabilmeliydi ve tripodla uğraşmak istemiyordum. Lufthansa'nın başka bir A319'unun gayet kötü "airborne" pozlarından sonra, kameramı çantama itekledim ve aşağı indim.


Terminalde bir tur daha atıp tuvalete girdim.
Güvenlikten ve pasaporttan (evet, sıra böyle) geçtikten sonra, bir şişe Southern Comfort satın aldım. 6 numaralı kapının yanındaki bardan bir bira ve bir su edinip; körüğün hemen solunda, yeni terkedilmiş, üstünde tabaklar ve bardaklar olan bir masaya kuruldum. Bulaşıkları bir noktaya toplayıp, hafifçe kendimden öteye ittim. Tam önümde bir British Airways Airbus'ına hizmet veriliyordu. İlginç bir açıda değildim. Bardaki İngilizler'i incelemek geçti içimden ama, bu yönde de açımdan memnun olmama imkan yoktu.

Çarem yine kameramdaydı. Ayaklarımı pencereye çevirip, çantamı ve içki şişesini yanıma çektim. Dikkatle operasyonu seyretmeye başladım. İşçilerin iletişimini, temizliğin uçağa giriş aşamalarını, tuvalet aracını yanaştırmalarını, bagaj ve kargo konteynerlerini dizişlerini seyrederken, deklanşöre basmamı gerektirecek bir an umuyordum. Dolileri çeken aracın bir cip olması ilginçti. Kokpitin içi, ekibin milliyetinden bağımsız nedenlerle mi bilmiyorum, sıkıcı gözüküyordu. Adamların dansöz oynatacak hali yok ya! Ne ilginçlik bekliyorsun?

Kısa bir süre (15 - 20 poz kadar) sonra, biri omzuma dokunup "sör! sör!" dedi. "Efendim"li ve edepli bakışlarımla geriye dönüp, "yeees" dedim. Göğsünde Securitas yazısı, boynunda görev kimlik kartıyla, bu beton Töton bana:
"is that your camera?" dedi.
"yes, mine"
"you're not allowed take pictures of aircraft here sir..." (Gayet mülayim ama kendinden emin ve pazarlık şansı bırakmayan bu ince ses, bu kütleden mi çıkıyordu?)
"ok, didn't know... you like me to delete them?"
"yes, please"
"you like to witness me delete them?"
"yes, please"
"take a seat..."
...
...
...
"these ones, taken at the terrace, can I keep them?"
"they're ok"
"this one's a jeep, can I keep that too?"
"that's ok too, but that worker, not ok..."
...
...
...
"thank you sir, you're not allowed to take photos here"
"now I know. I'm shutting it off now..."
"thank you sir"
Afallayınca babamı bile tanımadığım günlerim ne kadar da geride kalmış!
Önce uçağa, sonra da taksiye binip evime geldim.

Şimdi, sırtım dertli.