23 Eylül 2009 Çarşamba

Raylı

Taksim - 4.Levent metrosunda işleyen trenlerdeki küçük ekranlara gözüm takılır hep. Genelde güvenlik ve emniyetle ilgili yazılı ve resimli uyarılar akıyor o ekranlarda. Hatta, bazı sunumlarda, beklemediğim kadar nüktedan anlatım yöntemleri bile kullanılıyor. Aslında, sanırım, hepi topu 10 - 12 dakikalık bir yeraltı yolculuğu boyunca bir kaç kere tekrarlanabilen uyarılardan oluşan bu yayınların tek sadık seyircisi benim.
Sözümün konusu ekranlarda, son bir kaç kaç aydır, yerli üretim hafif raylı taşıma araçlarının tanıtımı yapılıyor. Devrim marka arabalarda yaşadığımız emek ve gurur ziyanını aklıma getiren bir tavırla, tasarımından kullanımına kadar her aşamasında yerli emek ve malzeme kullanıldığı belirtiliyor. Tanıtımın bir yerinde, tüm bunları yazmamın iki nedeninden biri olan "Teknoloji kullanan değil, üreten bir kurum" tamlaması kullanılıyor. Sanırım, teknoloji kullanmadan, teknoloji üretmenin imkansız olmasına kafam fazla takılmış. Hammadeleri, vagon şeklindeki teknolojiye çevirmek için de teknoloji kullanmak şartsa; tamlamada eksik bir ifade var demek değil midir?
Neyse ki, bu anlatım bozukluğunu, İstanbul Ulaşım'ın web sitesinden ulaşılan "İlk Yerli Tramvay Aracı" sayfalarında düzeltmişler. Yalnızca, "sadece" sözcüğünün eklenmesiyle, doğru anlama yaklaşılmış; bir de cümledeki doğru yeri bulunursa ulaşılmış olacaktır.
"İlk yerli tramvay aracımız" projesinin adı, nedense, dikkatimi çok çekti, bırakmıyor. RTE!

Dilimizde Rte diye bir sözcük yok. Teknolojik bir üretim programının başlığı olduğuna göre, RTE'nin bir kısaltma olması kudretle muhtemel. İhtimalin berisine, hangi teknik alanda kullanılacağı sorusu eklenirse, Raylı Taşıma Ekipmanı, Raylarda Türk Emeği gibi, konuyla doğrudan ilgili sözcüklerden oluşan bir ismin kısaltması olabileceği geliyor. Ben, İstanbul Ulaşım'ın sitesindeki sayfalarda, RTE'nin neyin kısaltması olduğuna dair bir bilgi bulamadım. Her soru işaretinin ihtiyacı Google, RTE 2009 etkime Hürriyet'in 18 Mart 2009 tarihli bir haberiyle tepki verdi. Haklıymışım!
Railway Transport Equipment İngilizce, Raylı Taşıma Ekipmanı da Türkçe adlarıymış!
Nedenini merak etmiyorum...

7 Eylül 2009 Pazartesi

Konkav bir evliliğe doğru giden mutlu vagon



Yıllardır merak edip, bir sürü mantıklı ve samimi nedenle, gitmeyi hep ertelediğim yerlerden biri Stavanger. Üçlü kodu SVG.

Bu akşam yaklaştım SVG'ye. Baktığımda, kepenklerinin kapalı olduğunu gördüm. Çantamdaki hafıza çubuğunun kapağı kırıktı zaten. Herhalde şapkasından umudu keseli çok olmuştur da, boynunu da o kapalı dükkan bu akşam bükmüştür.
Bir avuç kumaşla avunduktan sonra, tren istasyonuna yöneldim.

Kötü kokulu vagona, mis kokan bedenimi soktuğumda, kısa süren bir yabancılık hissettim. Uyandığımdan beri, sadece umredeki Ertuğrul Özkök'ün anlayabileceği bir tek başınalık hüzzamı ve koca sahneyi en arkadan tamamıyla görebilen yaşlı bir delikanlının anlatabileceği (Ertuğrul abiden böyle bir izlenim de bekliyoruz. Yoksa zaten sundu mu?) bir yeniden doğuş coşkusu arasında gidip geliyordum. Bu fettan havada, evime böyle cansız bir demir kutuda yol almak, iç kapayıcıydı. Evimiz İstanbul'da!

Demir yabancılaştırıcım, evimin istikametine hareket etmeye başladığında, sağ arkamdan gelen insan sesine dikkat kesilmek zorunda kaldım. Bir kaç ay önce Ankara'ya yaptığım tren yolculuğunda da, sağ arkamdan gelen, gittiği yere varamayan ve trenden de inmeyen bir tesbihin çok sesiyle uykum ve dikkatim muhtelif yerlerinden kırılmışlardı. Neyse ki, bu sefer, hepi topu yirmi dakika sürecek ferro seyahatim boyunca, tecavüze uğramasından endişe duyacağım bir uyku veya odaklanma planım yoktu. Hatta, sağ arkamdan gelen sese odaklanan dikkatimi gayet rahatça benimseyip, elimden geldiğince büyüttüm ve sivrilttim.

Sebebini ve yöntemini, kafamı 135 derece sağa döndürmeden anlayamayacağım şekilde perdelenmiş, ama saklanamayacak kadar da tiz ve çatallı bir erkek sesiydi duyduğum. Gayet temiz bakışlı ama içine ve telefona kapanık genç bir adam, cep telefonunu iki eliyle saklayarak, sağ kulağı ve ağzının sağ ucuna yerleştirmiş, konuşuyordu. Elleri yeterince büyük veya duruşu sesini gizleyecek kadar iç bükey değildi. Bıyıkları da yeterince izolasyon sağlamıyordu.

Sesi, o sesi...
Burhan Çaçan'ın sesi gibi ama, daha tok...
Serdar Ortaç'ın sesinin rahatsız ediciliğinde ama, sözler çok sürükleyici...
Gazanfer Özcan'ın konuşmasındaki duraklamalarla ama, Battal Gazi'nin kararlılığında...
Doğup büyüdüğü memleketin, İstanbul'un doğusunda ve hatta güneyinde olduğunu düşündüm. Şivesi gayet doğudan esiyordu ama Türkçe cümleleri, dilbilgisi ve anlatım kurallarına güzelce uyuyordu. Arada sırada kurduğu, hangi dilden olduğunu anlamadığım cümleleri söylerken, aralarına biraz daha rahat yerleşen gülümsemelerini duyabiliyordum. Niyeti ve derdini paylaştığı kişi, memleketinden olan ama o anda nerede bulunduğuna dair hiç fikir yürütemediğim bir büyüğüydü. Hasreti de duyuluyordu ama, çirkin sesiyle o güzel dilini döktüğü insan kimdi ve o anda neredeydi, meçhul kaldı uzun süre. Dinleyen, belki Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bir memlekette, belki de Stavanger'a yakın bir yerde doyuyordu. Dinleyen de bu demir çığlıkların arasından gelen kalp atışlarını duyuyordu ki, bazı şeyler daha bir derinlemesine, daha bir duygulandırmasına anlatılıyordu. Bazen de ikna basıncı hissediliyordu. İstanbul'da olduğuna son anda inanılmış bir güzellik tasvir ediliyordu o kapalı avuçların arasından.

Sanki, koltuğumdan kalkmış, yanında yere çökmüş ve dediklerini dinleyip anlamaya çalışıyor gibi hissettim kendimi. Elimde, anneme cümleler yazıp göndermemi sağlayan telefonum olmasaydı, o demirdöküm legonun içinde, 3 metrelik bir astral yolculukta olduğumu sanacaktım. Kendimi tekrar kendi koltuğumda hissetmeyi başarınca, adamdan duyduklarımın özetini anneme iletmeye başladım zaten. Ben de O'nun gibi, elimdeki elektronik tabletle, durumumu canımdan birine bildiriyordum. O sesini kullanıyordu, bense parmaklarımı...

Aklımdan silinmediği kadarını sizle de paylaşayım:

- Geldiğinizde tanışacaksınız zaten. Evet, gayet hamarat. O konuda hiç sıkıntı yok. Tabii ki ben de cahilce bir şey yapmak istemiyorum. Geçmişi güzel. Sakin biri. Sadakat en önemlisi. Elbette karşılıklı konuşacağız. Birbirimizden ne istiyoruz, ne bekleriz tartışacağız. Yakın çevresiyle konuşacağım. Bilenlere danışacağım. Burda, sizden değerli olmasın, büyüklerimiz var. Sadettin Abi olsun, o olsun, bu olsun. İnsanlarla konuşacağım. Hamarat. Zaten kısa dönemli bir şey olsa, dişimi sıkar otururum. Uzun dönemliyse de zaten belli. O da bir an evvel severek bir düzen kurmak istiyor. Bana sordu. Amerika'ya, İngiltere'ye gitmenden korkuyorum. Yok dedim. Gözü dışarda biri misin? Yapsam şimdi bekarken de yaparım. Yapmam. Siz de geldiğinizde görün, tanışın. Saygılı. En önemlisi, kendini bilen bir insan. İstanbul burası. Böyle yok. Hamarat canım.

Şimdi, umutsuzca unuttuğum daha çok cümleler kurdu. Sesinde heyecan, umut, sevinç vardı. Ben trenden inmeden kısa süre önce, laflarından birini "anne..." diyerek bitirdi. Annesinden ve büyük ihtimalle babasından uzakta, güzel bir kişisel gelecek için yaşadıklarını telefonda aktarıyordu. Seçtiği müstakbel eşi için kullandığı tanımlarla döllenen, değerlendirmesini nelere göre yaptığıyla ilgili nurtopu gibi düşüncelerim de peydah oldu ama; beni en çok, annesini buraya İstanbul'a beklerken neler hissettiğine dair merakım etkiledi.

Kimi dürtülerimiz aynı, kimi dürtülerimiz az benzer, kimi dürtülerimiz çok farklı tanımlanmış olsa da, bu adamla duygulanma şeklimizin aynı olabileceğine dair bir fikre kapıldım. Trenden dışarı adım atarken, vagonun perona ne kadar da uzak durduğuna dikkat kesildiğim anda, "ortak duygulanma şekli" askısını demir gardroba bıraktım. Havanın erken kararmaya başlamasını engelleyen bir takvim geliştirebilir miydim? Annesinden uzak, gelinini anlatan adam konuşmaya ve oturmaya devam ediyordu.

Eve vardığımda, "konkav" sözcüğünü, belki de yirmi yıldır ilk kez parmaklarıma değdirecek olduğunu bilseydim, kardeşime ilelebet mutluluk temenni etmeyi biraz daha isterdim. Burdan diliyorum ki, annesi de çok mutlu olsun...

5 Eylül 2009 Cumartesi

Sonat

IKEA'nın sentetik ürünlerinden neden ve ne ara bu kadar etkilendim de evimde bu kadar bolca bulunuyorlar? Neyse ki, plastik poşet tıkmaya yarayan yuvarlak zımbırtının dibindeki poşetlerden bazıları arada bir dile geliyorlar da, yakın geçmişimi hatırlayıp, rahatlayabiliyorum.

14 Ağustos'ta karaladığım notları gördüm şimdi.
Kabaca, şöyle ki:

Bir gün önce Les Paul vefat etmiş ve ben televizyonda Yalın'ı elinde bir Gibson Les Paul ile görmüşüm. Çakma olup olmadığı hakkında düşünmemiş, doğrudan sinirlenmişim.

"İnsanların emekleriyle dalga geçilmesinden nefret ediyorum!" yazmışım hemen altına. Sanırım, bir çağrı merkezine yapılan ilkel işletme saldırısına bozulmuştum.

İlhan pek cömert değilmiş o saatte de... Yollar tıkalıymış. Zaten son sayfaya da bazı serzenişler damlamış.

National Geographic kanalında, "Uçak Kazası Raporu" programının tanıtımı için çekilen kısa görüntüde, genç adamın elinde, çalıştığım firmaya ait bir uçağın maketi varmış. Pek hoşuma gitmemiş.



Şu camdan güneye doğru taş atıp, denizde sektirebilmek istiyorum. Sonra atarım...

4 Eylül 2009 Cuma

John Wayne'i sevmem



Bu sabah, kamuya açık ansiklopedide okuduğuma göre, bugün, ünlü Apaçi savaş lideri Geronimo'nun 25 yıllık direnişinin sonunda, 1886'da, İskelet Kanyonu'nda teslim olduğu günmüş.

Küçükken seyrettiğim "western" filmlerde, birbirlerine saldıran Amerikalı ve Avrupalı insanların ne için savaştığından bihaber; okların, tüfeklerin, çadırların, atların ve ilginç kostümlerin etkisinde kalırdım. Bir de Cengiz Han'la ilgili diziler, belgeseller olduğunda, televizyonun karşısında koltuğa mıhlanır, hem bir adamın tutku ve iradeyle ne kadar büyük işler yapabileceğine dair esinlenmemi genişletirdim; hem de tüm bunların, ekranda gösterildiği şekilde, gerçekten yaşanmış olup olamayacağını merak etmekten keyif alırdım. Batıcı filmlerde, elle veya dille tutulur bir öz bulabildiğimi hatırlamıyorum. Sadece, canlandırılan karakterlerin gerçekle örtüşüp örtüşmediğine dair anlık sorularım olurdu...

Daha sonraları, Birinci Dünya Savaşı, Türk Kurtuluş Savaşı (İngilizce anlatım), Büyük İskender, Roma İmparatorluğu gibi, orduların çarpışma görüntüleriyle anlatımı zenginleştirilen çok konuyu televizyon veya video yayınlarında izledim. Hemen hepsinde, insanların birbirlerini topluca öldürmek zorunda kaldıkları sahnelerin gücüne kapıldım. Gördüğüm çatışmaların, gerçekten ne kadar uzak veya gerçeğe ne kadar yakın anlatılıyor oldukları önemli değildi benim için. Zaten, hareketli görsel kayıt tekniklerinin yeni geliştiği dönemde yaşanan savaşlara ait hakiki görüntülerin, böyle bir çelişkiyle ilgisi yoktu.

İlgime en az mazhar olan filmler, ne yazık ki, Cüneyt Arkın'ın kahraman Türk'ü canlandırdığı filmlerdi. Yine de, okuldaki ve mahallemdeki benim gibi yeni yetme arkadaşlarımla yaptığım film sohbetlerinde, bizi en çok eğlendiren konuşmalar, Cüneyt Arkın filmleri hakkında olurdu. Tabii ki, Amerikalı Kara Şimşek'in yaptıklarının efsanevi basıncı altında küçülen karizmasını, yalın elleriyle (yay kullanmadan) attığı oklar, dayandığı işkenceler veya Bizanslı dilberlere söylediği sözlerle kurtaramıyordu sayın Cüreklibatur. Değer bilecek çağımıza 5-10 sene vardı.

Televizyon ekranında gördüğüm tüm bu çatışma profesyonellerinin, altlarından atlarını aldığınız anda, tüm hikayelerin ekrandan silinecek olması gerçeğini farketmedim sanmayın. Kara Şimşek'in sürücüsü Michael Knight bile, siyah demir atı elinden alınsa zavallıya dönerdi...

Bütün o savaş filmlerinde, onlarca atın üstündeki onlarca adamın birbirleriyle çatışma rollerini yapabilmeleri için, ata binmeyi ve atla düşmeyi çok iyi biliyor olmaları lazımdı. Atların da düşmek üzere eğitilmeleri gerektiğini düşünmüştüm; hala da öyle düşünürüm. Her film için kaç atın yaralandığını veya öldürüldüğünü düşünmekten kendimi uzak tutarım yıllardır.

Kameralar önünde veya değil, atlar üzerinde birbirlerine saldıran insanların, hakimiyet, para, intikam, şöhret veya canını kurtarmak gibi, gayet insani nedenleri olabilirken; atların ne gibi amaçlarla bu hareketleri yaptıklarını merak ederdim. "Bu çayırlar benim ve başka kimse burada toynak sallayamaz!" gibi bir vatanperverlikle yüzlerce metre koşup, karşıdaki birliğe dalmayı isteyen bir ata, süvari gerekmez zaten...

Halamın oğlu Ali Abi'nin, kemikleşmiş at yarışı tutkusundan edindiğim merak da "bu kadar çok atın kaydını kim tutuyor?" , "bu kadar çok at nasıl koşuyor?" , "bütün bu atlar neden koşuyor?" gibi, konunun hemen her tüm pratik detayına ilişkin sorularla bezeliydi. Gerçekten, atların o dümdüz (evet biliyorum, düz değil; yuvarlak) çim veya kum pistlerde durmadan koşmalarının nedenini merak ediyordum. Böyle bir teslimiyet, böyle bir güdülme güdüsü nasıl mümkün olabilir? Koşmak, çarpmak, sorgulamamak, efendiyi kabul etmek... Efendinin niyetiyle ilgili tek bir tereddüt taşımamak; sadece efendiyi taşımak. Hem de sağ salim taşımak... Nasıl mümkün?

Bir atın, o savaş sahnelerinden birinde, üstündeki askerle beraber devrildiğini gördüğümde, içim askerden çok at için burkulur. Askerin, sadece üstünde oturduğu şey devriliyorken, atın dünyası kararır. Kendini kontrolüne bıraktığı adamın vurulmasıyla, kendisinin vurulması arasında, o sahnede, bir fark yoktur. İzleyen, devrilen bir "atlı" görür, vurulan bir asker değil. Ne yazık ki eminim, gerçek savaş meydanlarında vurulan atların düşüşleri, filmlerde gördüklerimizden daha da acıklıydı. Film için veya zafer için, atların, insanların emrindeyken ne hissettikleriyle ilgili ne kadar fikrimiz olabilir?

Hangi hayvanın, hangi insani amaç için, özünün sınırlarına kadar zorlanırken ve tehlikedeyken veya can verirken ne hissettiğine dair, ne bilebiliriz?

Gerçek Amerikalılar, bizim Kızılderili, Avrupalılar'ın Hintli dediği insanlar, sadece hayvanların değil, doğanın kendileriyle beraber diğer tüm oluşumlarına da anlam ve değer yükleyip, saygı göstermekten hiç çekinmezlerken; güçlerini, diğer kültürleri etkisi (kontrolü) altına almaya yarayacak gelişmeler için kullanan insan toplulukları, onların vatanlarında yeni vatanlar kurmuş. Bizim muhteşem Kurtuluş Mücadelemiz ve zaferimiz ne kadar kahramancaysa, Gerçek Amerikalılar'ın mücadeleleri de o kadar kahramancaymış gibi geliyor bana. Aynı ölçüde haklı, aynı ölçüde efsanevi. Ulus kavramına yabancı olsalar da, varlıklarını bildikleri gibi devam ettirebilmek için uğraşmışlar, ölmüş ve öldürmüşler.
Ne Avrupalılar'ın ne de Amerikalılar'ın atlarının, dışa vurabildikleri bilinçleri varmış.

Anlatılan hikayeye göre, Cüneyt Arkın'ın atının da, duvara koşarken kendini ve sırtındaki insanı koruyacak bir çekincesi yokmuş. Bilgeliği veya körü körüne insan hakimiyetine girmesini düşünerek, o atın ölümüne saygı duyanlar olabileceği gibi; benim, insanların hayvanlara ettiği eziyetler karşısında titremekten başka bir hareket gösteremememi anlayanlar da bulunur.

Kendi vücudu ve varlığının diğer tüm değer unsurlarıyla, ne yapacağına genellikle kendisi hükmedebilen insanoğlu; kendisinden başka canlıların da ne yapacağına karar verebilen bir oğuldur.
Oğul ve kız ayrımına da dikkat çekmek isterdim.
Yırtmaç ve kesmeç desem?



Evet, savaş alanlarında atların ne hissettikleri hakkında doğru bilgiyi sunamam ama, onlar hakkında yazamayacağımı kimse söyleyemez. Hele ki, küçüklüğümden beri kafamda olan bir soru iken, bu konuda ahkam kesmeme kimse karışamaz. Savaş alanlarındaki insanların hisleri kadar kolay incelenememesinin tek nedeni, hayvanların, yırtmacı kesen insanoğluyla iletişiminde, hisleri açıkça ifade etmeye yarayan güçlü imgeler olmamasıdır. Ezilen kedi yavrularının cenazelerine, içinde bulunduğumuz arabayla hızımıza hız katarak katılırız. Kaldırıma bıraktığımız yemek artıkları veya çantamızda taşıdığımız kuru mamalar, tonlarca suyun saniyeler içinde göğe karıştığı bir havzaya, pet şişeyle su dökmek gibi geliyor bana. Yine de, suyun değdiği noktada sevinen canlar vardır. Can, kimsenin anlatımına sığmaz. At canı da olabilir, insan canı da... Hakkında yazılabilir, konuşulabilir, dans edilebilir ama benim tarafımdan anlatılamaz.