28 Şubat 2009 Cumartesi

Ezogelinler



Yumurcaklığımdan beri, batıl inanışlara yaklaşıp yaklaşıp uzaklaştım. Şimdi, şu oduncak halimle, gayet uzak olduğumu düşünüyorum batıl inanışlardan ve uygulamalarından. Aslında, bir batında onlarca takıntı doğurabilirim ama, günlük hayatımı materyalistçe yaşadığım avuntusu da son derece somut ve sağlam; meşe odunu gibi...

Batıl inançların ve geleneksel uygulamaların, toplumsal zihne ve standartlara, dolayısıyla güvenceye harika hizmet ettiğini savunanlardan olmama ramak var. Bilimsel dayanaklar sayesinde odunlu dayaktan kurtulmam içinse, kırk odun fırını ekmek yemem gerek; böyle hissediyorum, denemedim, bilemem.

Benimsiyor gibiyim bu tutumu. Bırakası geldi mi "tutum, gözlem, dayanak, ihtiyaç" dinlemeden sırt dönebilen bendenizin, takıntılarını ciltletip "inanç" rafına kaldırası var artık...

"Bendeniz" ve "kaldırası" sözcükleri aynı cümlede kullanılmaya!

Mutsuz birini mutlu etmek için çok uğraşmak ve uğraşın sonucunda, bir kaç dakikalık da olsa gülümsemeye şahit olmak, çokça tattığım eylemler değiller. Meziyetlerim azdır. Fırsatım olursa, çevremdekileri (yakın veya uzak) memnun etmek için yaptıklarımdan bahsetmiyorum. Fırsat yokken fırsatlanıp, fırlamaktan bahis ediyorum. Sıkıcı bir bahis yapıyorum. Bilhassa ediyorum. Gülümsemeler saçmak, aslında, gülümseyenlerin değil de gülümsetenlerin eylemi değil mi? İnsanları mutlu ederek yaşayanların, adak adamaları gerekmez, değil mi?

Karma, batıl bir inanç mıdır? Sistem midir?

Başı veya kıçı çok sıkışınca, bir fakir sevindirmeye söz veren insanın duymaya çalıştığı güvence, batıl değil midir? Hepi topu, peşin edinilecek bir rahatlamanın karşılığını vadeye bağlamak değil midir adak?

Böyle bir karşılıklılığın özünde, elemden haza geçiş yapacak kişinin, kendisine (kim tarafından?) sunulan iyiliğin bedelini, denk değerde bir iyilik için çaba ile ödemeyi taahhüt etmesi yok mudur?

Böyle bir karşılıklılık ilkesinin işleyişini en iyi kullananlar ama en az bilenler, "eğlendirici"ler değil midir? Çoğu aynı zamanda sanatçı da olan bu eğlendiriciler, genellikle, sundukları eğlence ve dağıttıkları gülümsemeler için maddi karşılık alırlar. Akıllı olanları, aldıkları bu maddi karşılık sayesinde haz dolu ömür sürerler gibi gözükürler. Kiminin parası, kiminin duası diyen kim orda? Karmalandı burası yine...

Ben de internet vasıtasıyla edinip, maddi karşılığını ödemediğim sanat eserleri sayesinde mutlu olurken bol bol dua ediyorum. Karmadan veya başka bir sistemden çekindiğim ve karşılık vermek zorunda hissettiğim için değil; gülümsemelerimin, bir yerlerde, kurumuş olabilseler de, kaynaklarını çok sevdiğim için... Çok sıkıldım şimdi... Kafam fena karıştı... Anlatamıyorum...

Gülümserliğimin değerinin bilinmesine takıldığım zamanların pişmanlığını atmak istiyorum. Karman çorman adamı kim ne yapsın kardeşim?
Uyuyayım mı ben biraz?

24 Şubat 2009 Salı

Çerkez Tavuğu

Yağ:

İddialarım beni genellikle utandırmazlar. Çoğu, bilgilerime dayanır. Yakın çevremde, hafızamla eğlenen korkunç adamlar olsa da; iddia ederken, kendimden gayet eminimdir. Sebebinin de, yıllarca kurtulmaya çalıştığım, faydaya çevirmeyi yeni yeni öğrendiğim sağlamcı tutumum olduğunu açık seçik ifade edeyim.

Baharat:

İfade ettiklerinin, kim olduğunu hiç bilmediğin insanlar tarafından, tam da amaçladığın şekilde ve tam da amaçladığın etkiyi yaratarak anlaşıldığını bilerek neler yaşadın? Bunu politikacılara sormak ve gerçek cevaplar almak isterdim. Sanatçılardan bu merakı gidermelerini beklemek çok bencilce ve gafilce olur sanırım.

Tavuk:

Elvira belki de ilk sanal karşı cins takıntımdı. 1988'de James Signorelli tarafından çekilen Elvira, Mistress Of The Dark adlı komedi filminde Cassandra Peterson tarafından canlandırılan bu karakter, daha sonra aynı isimli korku dizilerinde ve bilgisayar oyunlarında da aynı miktar ve güzellikte ete bürünmüştü. Bu bilgisayar oyunu sayesinde, karanlık Amiga ergenliği gecelerim, ten rengi ışıkla aydınlanmıştı. Hiç ışık vermeyen geleceğimin, sanal nelerle şekilleneceğini bana söyleyebilseydi keşke bu cadı... 7 disket yükü oyunda 1 arpa boyu yol alamayan ben, Elvira'nın görüntüsüne mest olurdum. Kaan Sezyum anlar beni. Gerisi yalan anlar...

Sarımsak:

Ayık tutacak ama sıcak yatağı özletecek kadar serin bir gün olduğunu, dışarı çıkmadan da anlamak mümkündü; umursamadılar. Isısı, kokusu ve rahatlığı sıkça değişen odalardaki farklı ısı, koku ve rahatlıktaki yataklardan usanmış adamın aklı, kaldırımlarda ve çimlerde atılacak denk adımlardaydı.
Soru sormayı çoktan bırakmış olsa da; sözleri, merakla zorlanan aklından ağzına ulaşıp, dudaklarından çıkarken yumuşamakta zorlanıyordu. Su yerine içtiklerini düşündü.

Ceviz:

Çok küçükken, Çanakkale'de askeri bir kampın sahilinde, kumda oynadığımı hatırlıyorum. Yaşım 2 veya 3 olmalı. Şimdi bambaşka bir insan olan babaannem, beni rızam olmadan denize alıştırmaya çalışıyordu. Niyeti gayet iyiydi ama deniz kötüydü. Anlatamıyordum. Annem anlıyordu, biliyorum. Çünkü sadece annemin kucağındayken ağlamıyordum. Bir de babamın yaptığı güneşliğin (gölgelik olmasın?) altında, sakin sakin kendi halime bırakılınca, sessizce kumla harikalar yaratıyordum. Şehir planlamacı veya mimar olacağımı sanabilmem için kültürüm yetersizdi. Kendime en güvendiğim anlar o gölgeliğin (güneşlik olmadığına emin miyiz?) altında ve kıçımın üstünde durduğum anlardı. Tuzlu ve soğuk ve ne yapacağı belirsiz deniz suyundan uzak, anne ve/veya baba kucağına ve/veya avuçlarına yakın olduğum anlar... Bazı hayvanların çiftleşirken veya dışkılarken, diğerlerinden soyutlanmasının değerine ve işlevine denk bir şekilde, ama ne yazık ki kendi kontrolüm dışında (yine de, iyi ki), buraya yerleştirildiğim zamanlarda, sahilin tadını çıkarabiliyordum. Kakam veya çişim gelince, bir şekilde mesajımı iletiyordum ve en yakın tuvalete (tuvalet?) annem ve babam tarafından götürülüyordum. Öğlenin bir anında, dayanılmaz bir susuzluk, hiç aman vermeden, ciğerlerimden bir ordu yola çıkardı. Birlikleri damağıma karargah kurduğunda, tüm vücut vatanımın ele geçirilmeden önce son bir şansı olduğunu önümdeki kovaya bakınca anladım. Annem veya babamdan su istememe de gerek olmadan, kendi güçlerimle bu düşmanı savacaktım! İçi su dolu kovayı ağzıma dayadım ve susuzluk ordusuna karşı büyük taarruzu başlattım. Ağzıma dolan tuzlu suyun büyük bölümünü yuttum ve işgal kuvvetlerine denizi dökmüş oldum. Ağladım sanırım. Bağırmış da olabilirim. Zafer çığlığı beklerken, anne himayesi için inleyen bir nesil çıkmıştı kovadan! Yardıma koşan diğer büyüklerin (gelişmiş medeniyetler!) gülüşmeleri arasında, tatlı suyla kendime gelmişimdir büyük ihtimalle.

Soğan:

O günden beri tuz sevmem. Yalan! Tuzu sevmemeye başladığım günü bilmiyorum.

8 Şubat 2009 Pazar

Bulaşık İstanbul


Belli bir sırayla kullanılırsa, şiirsel etki yaratabilecek sözcüklerin, yerlerinin değiştirilip, ortak harfleri sayesinde birleştirilerek kullanılmasından keyif almıyoruz. "İstanbulaşım" aslında, başlıktaki gibi de doğmuş olabilirdi.

------------------------------------------

Yapacak şeylerim var. Olmadığını söylemeyin.
Ben de başkalarının yaşayışları hakkında ahkam kesmeyi ve tepki oluşturmayı bıraksam mı?
Pulp Fiction film müzikleri diskini başkalaştırdım ve dinledim. Özellikle The Statler Brothers'ın Flowers On The Wall'u, yıllardır her dinlediğimde olduğu gibi, bana yalın beni benimsetici geldi. Geldirici yakınlaşmalardan uzak geceleri hatırlattı.
İstedikleri kadar uyusunlar. Ben onları görmek istiyorum ve göremiyorum diye bozulmayayım. Yaşamayı en iyi ben mi biliyorum? Neden bu şımarıklığım?

------------------------------------------

"Şarkı sözleriyle dalga geçmek" eylemini, ilk kez gördüğümde, Japon'un "eğlencelik hareketler kataloğu" na şaşırmayı çoktan bırakmıştım. En başta takındığım, kendimi fiziksel tehditlerden koruma dürtüsüyle geliştirilmiş, zayıf soyutlama hareketleriydi. İşe yaradı herhalde ki, Japon'umuz testislerime saldırılar düzenlemekten ve koşup koşup omuz atmaktan bir kaç haftada vazgeçti. Soyutlama vanasını, sonuç aldığımı bilinçsizce hissedip kıstıktan sonra muhabbetinden keyif almaya başladığım bu Japon'un, sevdiğim şarkılarla dalga geçmesi, hala da anlam veremediğim ilk gençlik sorunlarımdandır. Sorun mertebesinde algılamamın nedenlerini biliyorum, doğal olarak. Değerlerimin önemsenmemesi; dahası, onlarla alay edilmesi kalbime ve mideme zararlıydı. Midem, söz konusu zararları bana yıllar sonra anlatacak; kulak misafiri olanlar, beni nadiren hoş göreceklerdi...
Japon tarafından itinayla, bazen gece mesailerinde, votka ve sigarayla desteklenen enerjiyle dejenere edilen güzelim şarkı sözleri, hala güzellerimdirler ve güzellerim olarak kalacaklarını hissediyorum.
Japon, hep Türk'tü aslında.
How Bizarre da "havuza"ydı!

------------------------------------------

Askerliğimden sonra çalıştığım kargo havayolu firmasının, personel servisinin beni her sabah aldığı noktaya yürürken geçtiğim bir köprü vardı. Ataköy ve Şirinevler arasında, otoyolun üstüne kurulmuş bu köprü hakkında, beni hiç neden göstermeden katılımcılıktan kovalayan bir sitede okuduklarımın doğruluğuna hem şaşırmış hem de üzülmüştüm. Hepi topu 30 - 40 adımlık bir köprünün bir tarafındaki hayatın ve o hayatı, karşı taraftakilerinkinden çok az farklı dertlerle yaşayan insanların (görüntülerinin), diğer taraftakilerden üstünlüğü ve/veya aşalığı üzerine yazılmış onlarca yorum okumuştum. Bunların çoğu, içlerinden geçtikleri akılların kirlerine bulanmış da olsalar; özlerinde, nesnel verilere dayanıyorlardı. Algılanan bariz farkların altlarının çizilmesiyle yetinilmemişti o kadar.
Ne kadar?
"O kadar" deyip geçmek bana yakışıyor mu?
Ne yapayım? Gidip, duyarsızlıkları veya kolayca saldırganlaşmaları veya empatiyi antipatik bulmaları veya düşünmeyi yarıda bırakmaları yüzünden, ekşi beyinleri tokatlayayım mı? Kaldı ki, dediğim gibi, algılananlar kaçınılmaz. Farklar tokat değil, tekme!
Okuduğum zaman zikrettiğim gibi: "Hakikaten yahu!"
Dün sabah da aynı çelişik kaynaşmanın ayrışmasına şahit oldum. Zeytinburnu'dan bindiğim tramvay, ilk 6 durağında kabul ettiği yolcularla, daha sonraki duraklarından binenlerin çok farklı gözükmelerine aldırmadan ilerlerken; ben, Teddy Picker senin, Balaclava benim, müzikal aşk filmi soslu yolculuğumun tadını çıkarıyorduysam da, içim içim MNG servisine yaptığım ilkbahar sabahı yürüyüşlerimi hatırlamaktan da hoşnuttum.
Tramvay hattının, Zeytinburnu'dan Atatürk Öğrenci Yurdu'na kadar olan duraklarında binip inen, vagonu dolduran insanların genel görüntüsü, geri kalan duraklarda binenlerle hayli değişti. Cumartesi sabahına özgü bir istisna mıydı? Olabilir. Olmayabilir. Bilmem. Gördüğüm farkı bilirim. İyiyi ve kötüyü ayırmam için kullanmam gereken kriterler, güzel ve çirkini ayırabilmem için gerekenlerden çok daha fazlayken, bildiklerimin de pek değeri yok galiba.
Niye yazdım bunları o zaman?
Biliyorum.
İstediğiniz bu değil.
Aslında, utanarak, içime doğru çökerek, yıllarca beni kovalayacak bir itirafı klavyeye bırakarak; Japon'un, şarkı sözlerini bozması konusunu nereye bağlayacağımı unuttuğumu söyleyeyim ve iskambil kartlarıma döneyim.

1 Şubat 2009 Pazar

Teklifsi Hayvan


Bağırmanın, haykırmanın, daha kolay kabul görse de, yüksek sesle ifadenin, ötelendiği bir çocukluğum olmadı. Çocukluğumda algıladığım dünya, reşit olduğumda yok olmuştu.
Uyuşmazlıkların, çatışmaya uğrayıp, kavgaya vardığı dönemlerimi; şu üç (3) desimetrekarelik endüstriyel tasarımda parmaklarımı gezdirirken, sükunetle hatırlıyorum.
Sükunetim, şimdidir.
Sükunetim, bağıran şarkıcıların salyalarıyla beslenir.
Cemal Abi'ye de dediğim gibi: "Bu müzik, insanı insan yapar..."

Bağırırken çıktıkları yürüyüş...
Bağırıp terkettikleri sevgililer...
Bağırarak cezalandırmaları...
Bağırlarındaki bağırma istekleri...
Bağırmadan özür dileyememeleri...
Bağıra bağıra özlemeleri...
Bağırtılarıyla itiraflarını gizlemeleri...
Hep bağırsalar da susacakları anı çok iyi bilmeleri...
Bağırmadan önceki nefesleri...
Bana (sana da) bağırmalarını bekletmeleri...
Bağıra çağıra sevişmeleri...

Niye üç virgül kullanılmaz?

-----------------------------------------------

Kaç çay istersin? Telif hakkını nasıl ödeyeyim senin? İnsaflı ol!
Dün, İncirli'de emlakçı yakaladık. Geri bırakmadan önce inceledik. "Hermetik" le beslenirmiş. "Hermetik seven adam" dedi Hakan.
İncirli evleri fena sayılmaz ama ben de zengin veya umursamaz sayılmam...

-----------------------------------------------

Hatırlayan varsa, lütfen bana da hatırlatsın. Ben kimseye "Şundan duyduğum şu lafı hiç unutmam..." veya "Şu, bir keresinde demişti ki..." diyerek, bir insanın bir sözünün hareketlerimde (bence, karar, bir harekettir) ne kadar derinden etkili olduğunu dile getirmiş miydim? Böyle bir etkilenmeyi açıklamış mıydım? Bir kaç gündür düşünüyorum, böyle bir söz, nasihat bulamıyorum. Benim bulamamam, duyduğum sözlerin beni hiç etkilemediği, yönlendirmediği anlamına gelmez. Aksine, kendini detaylıca tanımanın en şımarıkça özgüvenini yaşayabilen bir enayi olarak, sözlerin (sözcük güruhları), üstünde, diğer hemen her iletişim araçsısından daha fazla etkili olduğu bir bünyem olduğunu savunabilirim. Yine de, bana en çok yol gösteren sözlerin, yaşayan ve yüz yüze veya telefonda görüşülmüş insanların ağızlarından çok, şarkılardan veya kitap sayfalarından çıktığını bilmek, merak yığıyor etrafıma. Bu merakın kaldırılması çok zor bir ağırlık olduğunu savunan Alex'e inat, yardım istemiyorum. Burun kemiğimin tek parça kalması da daha uygun. Hakaretin veya küfrün bile bazen fazla nazik kaldığına katılıyorum. Sana telif ödeyemem...

Dağılan konu nasıl toplanır?
Genellikle kadınlardan (Evet, kadın vücudu, her iki cins için de güzeldir; ilgi çeker... Konu toplanır!) duyduğum, anne, baba, eski sevgili sözleri ve etkilerinin kulaklardan ziyade akıllarda yarattığı esnemelere şaşırmayı bırakmak istiyorum. Bu akılların, kırılmamalarına ama esnemelerine şaşırmaktan bir kurtulsam, belki teknoloji transferi yapabilirim.
Büyük ihtimalle yanılıyorum. Benim de kulağımdaki konilerden veya kalın halkalarımdan başka küpelerim vardır. Ayna sandığım insanlardan, ortamlardan utanıyorumdur da takmıyorumdur. Değil mi?
Normalimdir, değil mi?

-----------------------------------------------

Farklı lügatlardan hep mi haberdardım?
Bu yüzden mi; bu farkındalığım yüzünden mi detay detay anlatıyorum. Yanlış anlamalarına izin vermekten neden çekiniyorum?
Anlamların nüanslarına kadar ayrılması, bu yüzden mi bu kadar önemli?
Ya annemle ne oldu?
Ya O'nla?
Ya bunla?
Nasıl oluyor?

-----------------------------------------------

Bir sözün söylendiği andaki hareketi, sen onu her hatırladığın anda, nasıl tekrar aynı şekilde gerçekleşiyor olabilir? Bu soruyu açıklamak gereğinden korktuğumu itiraf ederken, yarınki cesaretimden bihabersem; ümidin, acıyı uzattığı savına da burun kıvırabilirim.
Değişkenlere güvenmeden de, sabitlerden duyulan korkudan kurtulmayı kutlamak için bir parti vereceğim!
Alır mısınız?
Yöntem kutlamasına katılır mısınız?