22 Aralık 2009 Salı

gezmek lazım



Henüz tarafımdan kullanılmamış malzemelerinden hayvansal olanı bozulmaya az kalan bir yemeğin yapımına başlayamadım. Kereviz daha dirençli olsa bari...

İgdaş'la maddi husumetime son vermeye karar verdim. Mutfak penceresindeki en küçük parçayı yerinden söküp, ortasına menfez yerleştirilmesi için, konunun erbabına götürdüm. Ücreti peşin alan erbapla ahbap oldum.

Aklımı arıyorum ama nereye bakacağımı da bilmiyorum.

Bu sabah, mecrasıyla muhteşem uyum içinde bir reklam gördüm. Bakırköy-Taksim dolmuşlarının önünde Public Enemies yazıyordu. Amerikan suç filmini tanıtma amacı, aynı zamanda bu ulaşım hattının çalışanlarının, müşterileri tarafından nasıl algılandığını da vurguluyordu.

Son günlerde, İstanbul'un en güzel manzaralarından birine karşı sabitlenmiş Demirdöküm bir kombine ısıtıcının isyanını dinliyorum. Duvara vuruyor, kendine direniyor, için için patlıyor, korkuyor, korkutuyor. Isıtıyor mu? Allah'ı var, ısıtıyor.

Hayatta kalmak için çok hareketli olmam lazım gibi gelmeye başladı. Uyuyabilmek için bile, çeşitli kereler pozisyon değiştirmem gerekiyor son zamanlarda. Suda fırtına. Donsa.

T-Box bir yarışma açmış. Kırmızı bir T-Box donunu en sıra dışı şekilde giyip/kullanıp, fotoğrafımı çekecekmişim. 31 Aralık'a kadar gönderecekmişim ve kazanırsam 1000 liralık hediye çekiyle ödüllenebilecekmişim. Dışa ve içe vurabilirim de, üretici zihnim kısır. Hadım aklıma gelen pozları da yarıştırmaya kıyamam. Kıysam bile, T-Box'ın karikatürize erotizmine çirkin bir kaç yaklaşım olur, hiç yakışmaz. Ama yine de, bence, don ve fotoğraf çok bağdaşık.

Okyanus ötesine de maçoluk yaptım ya, Allah aklımı düzeltsin. Bir de kırmızı donla deneyeyim bakalım.

11 Aralık 2009 Cuma

Birleşik kayalar


Geçen senenin en güzel günlerine az kala bir akşamdı. Prag sokaklarında yemek arayarak ve bularak ve çiğneyip yutarak geçirdiğim, turizm dolu bir kaç gecenin arkasına eğlence koymaya niyetliydim. Otel odamda akşam duşumu alıp, kötü ruhlarımı savdıktan sonra, resepsiyonumsu giriş/çıkışa inip, her daim kulaklıkla bilgisayara bağlı gördüğüm genç arkadaşa "Do you know any rock bars around here?" İngilizce soru cümlesini sunmuştum. Öyle bir cevhere denk gelmiştim ki, Prag'da rock müzik ve bira servisi yapan ve görmeye değer üç barı da haritada benim için işaretlemekle kalmamış, söz konusu işletmelerin eğilimlerini, müzikten sorumlu çalışanlarının hangi saatlerde ruhumu doyurabileceklerini bile ifade etmeye, kendi sınırları ötesinde emek vermişti. Aldığım itkiyle sokağa çıkmamış, yuvarlanmıştım ("sallan ve yuvarlan" ne demek allasen? Kaya nerde?). Aç kaya yuvarlanmazken; ben kayadan yumuşak, tahtadan sertçeyken, yemek yememek olur muydu? Günler ve akşamlardır tükettiğim gulaştan edindiğim usantıyı, ÖzMcDonald's amburgeriyle bertaraf edip, kulağımda ısıtıcı Megadeth şarkılarıyla dolaşmıştım. Üç barın dördünü de dolaşıp, sonunda ilk incelediğim, kaldırım seviyesindekinde eğlenmeye karar vermiştim. Önce, biraz AC/DC ve Çek Kadın Poposu seyredip bira içmiştim. Sonra bolca Metallica ve az Genç Çek Erkek Grubu seyredip, bira tüketmeye devam etmiştim. Metallica'nın daha önce hiç görmediğim bir konserini, şarkı aralarına serpiştirilmiş, gevşek Lars Ulrich ropörtajlarıyla süslemişlerdi. Kaydın sonunda, Hammersmith Odeon yazısını görünce rahatlamıştım.
Prag'dan trenle geçtiğim Berlin'de de turizm tecrübem, Saskia dışında, gayet yalnız ve eğlenceli ve kazanımlı geçmişti. Berlin'de, bu akşamın konusuna eklenecek bir detay bulamıyorum şimdi.
Bakırköy'deki evime döndüğümde, Metallica, Hammersmith ve Odeon sözcüklerini kullanarak yaptığım araştırma sonunda, Elvira sunumuyla başlayan 34 dakikalık bir kayıda ulaşmıştım ve o kaydı edinmiştim.
O kayıt, bu akşam benim kaydım.
Sığdır.
Derinliği, nefessiz kalmak isteyen herkesi boğmaya yeter.
"Justice is lost, justice is raped, justice is gone, pulling your strings, justice is done..." dedikçe, bira yudumlatır, kendi tükürüğünü unutturur.
Anlayana ve sevene tabii...