30 Haziran 2009 Salı

Mecidiyeköy, Metrobüs, İncir Ağacı, Misketler, Annem, Martı



Bu sabah 08:30'da, yetişkinliğimin taşıtı metrobüse yürürken, aralarından ve içlerinden geçtiğim insanların hayatlarını kovalayışlarını seyretmeye çalıştım. Huzur, sağlık, zevk, doyum, paylaşım, bilgi, akıl ve sebep eksikti Mecidiyeköy'de. Ortalık canlı ve hareketli insan kaynıyordu ama, yaşamın yaşanmayası bir süreç olduğundan başka bir şeye işaret eden yoktu içlerinde. Gülen de görmedim pek... Kocaman caddelerin üstünde arabalarıyla, yanlarında da daracık kaldırımlarda bacaklarıyla, kocaman dertlerini taşıyan, kısacık yaşamlarını kovalayan binlerce insan, semtin açık alanlarına sığmıyordu. Kaldırımlara ayrıca dikkat kesildim. Darlıkları yüzünden, insanların çoğu caddelerde, arabaların arasından, trafiğin yönüne paralel yürümek zorunda kalıyordu. Kapalı mekanlara sığışmak için acele ediyor olduklarından, eksikleri umursamaya vakitleri yoktu. Yeşil, pembe, mavi, taze, hoş, serin, güneş, gölge, ıslak, yumuşak, ferah gibi eksikleri göz ardı etmeye 20 - 30 sene önce başlayan güruhun, adım atacak yer bulamamayı da kafasına takmamayı öğrenmiş bireylerden oluşmasını ilginç buldum. Şehir hayatı, insanlarla alakalı bir hayat değil... Bu gördüklerim de insan değil sanki... Yazık sanki...

Çocukluğumun mahallesi ve evine doğru yol almalıydım. Zigotluğumun, embriyoluğumun, bebekliğimin, çocukluğumun, ergenliğimin ve yetişkinliğimin annesine ulaşmalıydım. Bir önceki gece, yeterince oğulluk yapamadan ayrılmıştım yanından... İnsanlığımın mimarı olan kadına tekrar ulaşmak istiyordum. Yaklaştıkça da huzura gömülüyordum. Annem ve O'na ulaşma ereğim sayesinde, metrobüs huzuru buldum bu yaşam kaçakçısı şehirde.
"Metro yapamadık; fosil yakıtla otobüslere bel bağlamışken, metro hattı gibi çalışan metrobüsler peydahlayalım da, hem uygar gözükelim hem de yolumuzu bulalım" diyen belediye de yeterince belediyelik yapamadı, onlarca yıldır... Kaldırımlar çok dar!
Kaldırımlar, anne yuvası, metrobüs, sevgili özlemi, mutsuz sabah, işe koşmak, kaldırımlar, yaya hakları derken, İncirli-Ömür durağına vardım ve hiç kelebek olamayacak hızlı gri tırtıldan indim. Mahalleme yaklaştığımda, canım inek sütü istedi. Dükkanının içinde kral gibi duran, zemindeki mavi SEK kasasıyla gurur duyması gerektiğinden bihaber bakkala "Sütler günlük, değil mi?" diye sordum. Ülkesinin sınırlarını terkettiğimde, bakkal kralın hazinesinde, benle yaptığı ticaretten kazandığı 1,25 lira da vardı. Elimde beyaz şişeyle, çocukluğumun binasına doğru yürürken yanından geçtiğim incir ağacının kokusuna bindim. Bir saat önce Mecidiyeköy gibi bir anaforda, önümden geçen arabanın şoförünün parfümünü duyamamaktan duyduğum gururun nedeni, beni şizofren yapacak bu incir ağacının kokusuymuş meğer!
Çocukluğumda, bu mevsim geldiğinde, her sabah anne kahvaltısı sonrası, şortumu giyip sokağa çıkma hakkımın varlığını kutlardım. Apartmanların arasında geçirdiğim saatler boyunca, en çok da incir ve dut ağaçlarının kokularını alırdım.
Caddeden aşağı, apartmanımızın batı duvarının yanındaki boşluğa baktım. Burçak, Gökhan, Tufan, Nadir, Barbaros misket oynuyorlardı. Caddeden aşağı inen merdivenlerde yavaşça adım saldım. Apartmanımızın önündeki bahçede, Burçak, Nadir, Kıvanç ve Mustafa 14-12 oynuyorlardı. Kafamı sağa çevirdim; çardakta arkadaşlarıyla sohbet eden başka bir Burçak gördüm. Üstelik, havanın kararmasına henüz 12-13 saat vardı. Apartmanın kapısına gelip, yaşamamın yer yüzündeki en büyük sebebi olan insanın adını okudum zilde. Soyadı olarak hala, kendisinden sonraki en büyük sebebin soyadı yazıyordu. Yaşamımın en büyük fiziksel keyif aracı olan parmaklarımdan birini zilin tuşuna değdirdim. Sokak kapısının otomatik mekanizmasındaki küçük kutlamadan keyif aldım. İçeri girdiğimde, tıpkı eski arkadaşlarımın ayaklarından çıkan sesler gibi, aceleyle aşağı, sokağa ulaşmaya çalışan bir çocuğun adımlarının sesini duydum. Adımların sahibi çocuk, merdivenleri bitirmiş olmanın heyecanıyla, bana ve şimdi arkamda olan sokak kapısına doğru koşuyordu. Üstünde Galatasaray forması vardı. Gözlerine baktım ve beni değil, dışardan gelen gün ışığını umursadığını farkettim. Tıpkı benim de bir zamanlar, annemi ve evin içindeki başka şeyleri değil, dışarıyı, misketleri, basket topunu umursadığım gibi... Belki bir arkadaşı cep telefonuna davetkar bir mesaj göndermişti; belki üstündeki forma yeniydi ve ilk defa giyiyordu; belki bir top sahasında başka bir mahallenin futbol takımıyla kapışacaklardı...
Anneme ulaştığımda, bu ışık ve ısı zengini günde, elimdeki süt ve incir ağacı kokusu sayesinde, çocukluğumu mutlulukla hatırlama şansım için de şükrettim. Anneme sarılırken, geçmişimdeki güzellikler için ne kadar az hürmet ettiğimi anladım. Dakikalar sonra, annemi dinlerken, O'nun çocukluğunda misket, incir ağacı veya müzikten çok daha farklı şeyler olduğunu hatırladım. Mecidiyeköy'de şartlı tahliyesine gün sayanlardan olmadığım, incir ağacı kokusundan incir ağacı gölgesine zamanda yolculuk yapabildiğim, annemin resim yapma isteğine ve yapabilme yeteneğine hayran kalabildiğim için mutluyum.
Çocukken, martılara misket atardım bir de...
Yalnızlık törpüsü ve algı ve his coşturucusu bıldırcınla mutluyum bir de...
Ilık sudan çıkıp, sıcak zemin üstünde, sivri güneş altında, soğuk bira yudumlamak istiyorum bir de...
Annemin terasına martılar dadanmış bir de... Gek gek gekerek dolanıyorlar... Hepsi güzel ama hiç birinde kumru zerafeti yok... Gek gek nerde, huhuruuu nerde... Misket mi atsam bunlara yine?

11 Haziran 2009 Perşembe

Exupéry Date



-Sence şimdi ne yapacak?
-Bilmem. Belki de ne yapacağına karar verecek. En azından karar vermeye çalışacak.
-Karar veremez o. Kararını uygulayamaz. Görürsün, çelişecek.
-Gel, yanına gidelim.
-Hadi, gidelim.

-Merhaba! Nasılsın?
-Merhaba.
-Selam dostum.
-Dostun? Hayırdır?

-"İçindekiler"i okudun mu? Ne kadar da doğalmış değil mi?
-Evet, hakikaten. Yazık, bozulmuş...
-Güneşin altında unutmuşlar zavallıyı...

--------------------------------------------------------

Görsel etki adına, ayaklarını, hatta tüm vücutlarını acıtan ayakkabılar, içinde rahat olmadıkları kıyafetler giymekte ısrarcıdırlar.
Benim sahip olsam utanacağım nedenlerle, sevmedikleri partnerlerle beraber olurlar; bazen, onlarla yaşarlar.
İstemedikleri yavrular yaparlar, büyütürken de ruhlarını kevgire çevirirler...

"Sadece insan olmayı biliyoruz..." diyerek, insan olmayı küçümseyene sorasım var şimdi : İnsan olmasaydın bu lafı edebilir miydin? Kendini kısıtlayan sensin.
Ne güzel ki insanım! Ne güzel ki sorgulayabiliyorum.
Ne güzel ki, acizliğim hakkında edecek bir avuç sözüm var.
Ne güzel ki, sevdiğimi, sevmediğimi, korktuğumu, coştuğumu yazarak, boyayarak, döverek, bağırarak, yontarak ifade edebiliyorum ve anlaşılabiliyorum.
Ne güzel ki, öldürenle yaşam vereni ayırabiliyorum.
"Sadece insan olmayı biliyoruz..." muş!
Sen, sadece, insan olmaktan pişmansın.
Merak ediyorum, seni yaratan ne hissediyor acaba?
"Dünyada çok fazla kötülük var..."
Evet, var ve sen insan olmasaydın bunun için üzülemeyecektin. Dünyadaki kötülüklere karşı bir eylemin varmış; gözünden her gün iki damla yaş da çocuk fahişeler veya sirk hayvanları için süzülürmüş gibi yapamayacaktın.
Yaşadıkları sağlıklı hayatın güzelliklerini inkar edercesine, aslında hiç de istemeyecekleri bir başka şekle yönelmeye yeltenirler.
Böylelerini zor severim. Vantilatör olasıcalar!

Bir de, var oldukları için her dakikalarını memnuniyetle yaşayanlar var.
Vücutlarına eziyet etmeden; istedikleri yerde istedikleri görüntüde olup da mantığa aykırı durmayanlar var.
Eşlerine en çok ihtiyaç duydukları zamanda evlatlarıyla baş başa kalmanın zorluğunu, yıllarca huzur ve sevince dönüştürenler var.
Sadece insan olmayı yaşayabildikleri için, diğer canların güzelliğine de hayran kalanlar var.
Bir kuyruğu olsa, onla neler yapabileceğini hayal edip; elleriyle dokunduklarını güzelleştirenler, sesleriyle mest edenler var.
Yaralandıkları ve hatta sakat kaldıkları halde, yokuş yukarı koşmayı sevenler var.
Yaşadıklarına, mümkün olduğunca kendileri yön verenler ve sonuçla baş başa kaldıklarında çocuk gibi ağlamayanlar var.
Her güzelliğin ve her çirkinliğin, her canlı için mümkün olduğunu bilip; dengesini kaybetmekten korkmayanlar ve attıkları her sağlıklı adım için mutlu olanlar var.
Afganistan'da, elleri kolları aileleri tarafından sakatlanan çocuklar olduğunu duyunca ağlayanlar var.
Böylelerini severim. Beni sevsinler isterim.

--------------------------------------------------------

Dün akşam, RocknRolla'yı seyrederken, ayağımın üstünde küçük bir bölgede, bir serinlik hissettim. "Helal olsun abi!" dedim, keşif uçuşundaki sineği görünce. Büyük ihtimalle, sahibinden kaçmış bir ev sineğiydi. Pet-ra!

--------------------------------------------------------

Yazın, bir Amsterdam (hatta Hollanda) akşamı, 22:45'e kadar geçerliyken; esnafın, evine döndüğünde, gün ışığında tadını çıkaramamaktan yakınacağı bir boğaz veya dağ manzarası da namevcutken; neden o dükkanlar 18:00'de kapanır kardeşim?

--------------------------------------------------------

Bugün havalimanında, İstanbul'daki mesai alanımda, içinde küçük bir İslam tapınağı olan uluslar ve kültürler arası koca kapının eşiğinde, bir aile gördüm. Ailenin var olma nedenini gizleyen bir halleri vardı. Erkek yetişkin bireyin yüzünde ve vücudunun geri kalanında geniş bir alana etki eden bir öfke vardı. Kadın yetişkin bireyin yüzünde ve vücudunun geri kalanında ise, erkek yetişkin bireyden mütemadiyen alınan kötü etkinin bezginliği vardı. Minicik koca, kocaman öfkesinin ucundaki yumruğunu havaya kaldırdı. Güzel sözler söyleyip, dudaklarını sevdiğinin tenine yaklaştıran birinin içtenliğiyle, hiddetli bir kaç söz mırıldanıp, yumruğunu karısının sol yanağına indirdi. Kadının kabullenmişliği ve tepkisizliği ve suçunu kabul eder gibi durması da bana vurdu. Havalimanında ne suç işlemiş olabilirdi ki? Kimi öldürmüş veya sakat bırakmış olabilirdi bu kadın? Romantik yumruklu herife, benden ve bir Havaş görevlisinden başka tepki veren olmadı. Bizim tepkilerimiz de sözlüydü. Kırıcı sözler sarfettik, hakkımızı yemeyeyim. Dediklerimizi duyunca, yumruk ve kadın sahibi adam çok sarsılmıştır eminim. Özellikle benim "Şşşşşş! Şşşşş!" diye başlayan ve "Vurma lan!" diye biten müdahalemden çıkardığı dersle uygarlaşmış, eski ilkel halinden pişman bile olmuştur.