30 Nisan 2007 Pazartesi

kazan gibi

Yazdıkça birilerini değiştirmek, eğitmek niyetinde değilim. Bu tuşlara böyle dokunmamın tek nedeni, boynumun güçsüzlüğü... Burası benim oyun alanım. Ağzımı, elimi sildiğim peçetem...
İçinde debelendiğim topluluğun, onlarca yıldır geliştiremediği özelliklerin yeni sonuçları nedeniyle; son aylarda ümitsizlik ve tepkisellik arasında düzenli seferlerle ağrıyan kafam, dünden beri daha da ağır. Acımasız olma gereğiyle karşılaştım çünkü! Nefsimi müdafaa etmek zorunda kalacağımdan artık şüphem yok. Bu da kolayca kabul edilebilecek bir bulgu değil. Dünya nüfusunun çoğunluğunun bu şartlarla benden daha küçük yaşlarda karşılaştığını düşününce, 30 yılımın rahatlığına şükrediyorum yine de...
Kuramsal önermeler, nesnel tespitler, benden kat be kat yetkinler tarafından yapılsa da; içlerinde işe gerçekten yarayacağını düşündüğüm hiç yöntem yok. Ya yine fazla detaycı ve garantici düşünüyorum, ya da yeterince detaylı düşünüyorum ve ümidimi kaybetmekte haklıyım.
Geleceğin büyük günleri beni ne kadar sarsacak diye merak ediyorum, doğal olarak.
Tepkilerimi ne kadar akıllıca şekillendirebileceğim acaba? Kimin, ne kadar faydasına olacak eylemlerim? Olacaklar mı?

---------------------------------------------------------

devam edecem

---------------------------------------------------------

Sıkıldım, vazgeçtim.

---------------------------------------------------------

Rock Am Ring fazla düzensiz ve betonlu geldi, Rock Im Park'a meyilliyim.

21 Nisan 2007 Cumartesi

Bu dünya olmamış daha...

Sabit bir ruh hali ihtiyacındayım.

İçinde olmaktan memnuniyet duymaya zorlandığım toplumun şiddete yatkın, eğitimsiz ve dünyadan bihaber üyelerinin, üzerimdeki bilinçsiz, kollektif etkisini, lehime çevirmeye çalışmaktan yoruldum.

Önemsediklerimin (şişe, köpek, insan, şarkı, resim...) aslında benden hızla uzaklaşmak eğiliminde olduklarını görüp, her defasında aynı hüsranla uğraşmaktan da bıktım. Az önce en sevdiğim şişelerden bir tane daha kırdım. Kırılmış ama dağılmamış şişeyi, çöp kutusuna koyarken önce Jenna'yı, sonra da Eskişehir mutfağını özledim. Hoş değil. Hele bu yaşta, hiç hoş değil...

Olumlu düşünemediğim zamanlarda; inanmaya inanmaya, sadece kendimi ayakta tutmak için, yalan gülümsemeler seçmekten; aptal "Herşey yoluna girecek" tavrını takınmaktan hayır görmüyorum artık. Ne yolu? Hangi yol? Ben görmüyorsam şu insan halimle; yolu, o olgular, hatta olaylar nasıl görecek? Soyut onlar!

Buraya yazamadığım şeyleri içimde tuttukça, geğiriyorum. Nelere gark oluyorum, bir bilseniz...

Düzensizlikten faydalanabilecek kadar zengin değilim. İntizama düşkün bir karakterim varken, böyle bir faydayı, zaten, parayla bile zor elde ederdim. Arkama yaslanabilmek, insana gülümseyebilmek, radyasyonsuz ekranımda konserler ve komediler seyredip rahatlamak istiyorum.

Sanıyorum, havalimanında değil de evde geçirdiğim şu yarım saat ve ona sığdırdığım hayaller, beni hakiki olumluluğa yönlendirdi.

Annemden ıspanak istemiştim. Yapmış.

Şarkı söyleyerek gideyim, ziyeret edeyim, yutayım.

Okuduğunuz için sağolun.

Aşağıdaki içimden geldi.


18 Nisan 2007 Çarşamba

amip

Söylenecek her söz söylenmiş; çoğunun üstüne güzel sesler bile örtülmüş.
Söyleyenler yeterince alkışlanmış...
Bu kadar geç kalmışım işte!
Beni bile, bana, benim anlatacağımdan daha iyi anlatmışlar.
Bu kadar sıradanım işte!
Kenarda değilim; sağda, solda, ortadayım.
Aradayım, üstteyim, alttayım!
Böylesine belirsizim işte!
Önde veya yüksekte değilim ama...
Bu kadarının da farkındayım canım!

Rejected by Mr.Robson

Ortaokuldaydım sanırım. Hangi sınıf olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum şimdi. Bay Bruce Robson derslerimize girmeye başlamıştı. Orta 2? Belki...
İlk derslerinden birinde, benim de devamsızlık yaptığım bir gün, bir ödev vermiş. Sabah sınıfa girdiğimde, millet canını kurtarma telaşındaydı sanki. En umursamaz, en sorumsuz insanlar bile, birilerine "essay" hakkında sorular soruyordu. Ben de ilgili, sorumluluk sahibi ama kesinlikle inek olmayanlardan birine gidip "ne ki bu?" dedim. Orda öğrendim ki, Mr.Robson fena halde ciddi bir öğretmenmiş ve şu anda kesinlikle hatırlayamayacağım bir konu üzerinde düşünüp bir "essay" yazmamızı istemiş. "Essay" nasıl yazılır ki? Tarzı olur mu? 3 senedir İngilizce öğrenmeye çalışan ergen erkek, İngilizce düşünebilir mi ki?
Denedim.
10 - 12 cümlelik bir yazı yazdım. Sandım ki "Essay" yazdım.

Ders başladı.
Bay Robson kağıtları nasıl topladı, hiç hatırlamıyorum. Çok net hatırladığım şey, masasının yanında ayakta durmuş, kağıdım hakkında yapacağı yorumu beklediğimdi. Çok rahattım. Görevimi yapmıştım. İçeriğin O'nun istediği gibi olması, veya İngilizce'yi başarılı bir şekilde kullanmış olmak gibi bir derdim yoktu. "Essay"in özünü öğrenebilecek miydim?
Yüzüme bakmadı. Kağıda 2 saniye baktı, belki de 3 saniye...
Kırmızı kalemle kağıdın tepesine "rejected" yazdı ve bana geri uzattı.
Ne demekti bu? "Reject" ne demekti? Ne yaptığımı bilmiyordum ki, nasıl karşılandığını nasıl anlayacaktım? Hele, anlamını bilmediğim bir sözcükle damgalandıktan ve bana geri uzatıldıktan sonra, ne hissedebilirdim? Başımı eğmedim ama gözlerim biraz kısıldı sanırım. Bütün sınıf, "takma kafana, geçer" dercesine bana bakıyordu. Nasıl bozulduysam...
Sırama geçince yakındaki birine "bu ne demek?" diye sordum. "reddedildi" cevabını aldım.
Bu ilk reddedilişimdi. Kağıt dertop olup gırtlağıma mı takıldı, kenarıyla boynumu kesip kafamı gövdemden mi ayırdı bilmiyorum. Omurgam eğildi biraz.
Sonra Bruce Ağa tahtaya geçip, "essay" in taşıması gereken özellikleri anlattı. Dinledim, anladım; sonra da yorumladım kendi kendime.
Ertesi haftaya bir "essay" ödevi daha verdi.
Tam bir Türk erkeği olacaktım, reddedilmenin verdiği azimle ve kabul edilme iştahıyla oturdum uzun bir yazı yazdım. Aklımdaki, kitaplardaki, sözlüklerdeki tüm İngilizce'yi kullanmaya meylettim. Beğenilecekti bu seferki!
Çok da içten yazdım. Dürüstçe, olduğum gibi...
Yine aynı kırmızı kalemden damladı kanım kağıdımın üstüne, düzenle. "Chat!" yazıyordu bu sefer. Ne? "Chat!" O ne? Bu işte! Pekiyi!
Bu sefer reddedilmemiş aşağılanmıştım. Ciddiye alınmamıştım.
Bu da ilkti.

Sanırım o zamandan beri evimde kırmızı kalem yok.

10 seneden fazla geçti ve Bruce Robson'la bir kere, Amsterdam'dan aynı uçakla İstanbul'a uçtuk. Schiphol'de kapıda, kendisini tekerlekli sandalyede gördüm. Üzüldüm. Yanına gidip kendimi tanıttım. Beni ne kadar etkilediğini anlattım. Teşekkür etti ama, içten değildi.

Aylar sonra, benim havalimanında çalıştığım bir gün, oğlu İstanbul'dan uğurluyordu kendisini. Oğlu Türkçe konuşuyordu. Öğretmenim olduğunu ve tüm öğrencileri üzerinde büyük etkisi olduğunu söyledim oğluna. O da teşekkür etti. Nedenini bilmiyorum. İçtendi. Yapabileceğim ne kadar jest varsa yaptım Bruce Ağa'ya. En ufak bir çekince hissetmeden, biraz da İngiliz aksanıyla süsleyerek sundum İngilizcemi.
Beni, yaşamı kabul etmeye hazırlayanlardan biri olan bu duygusuz gözüken adama teşekkür ettim.

Bunlar çok zaman önce oldu.

Etkileri her gün hissedilir.

Reddedilmek, boş konuşmalar, anlamsızlıklar; hepsi, az pişmiş hayatımın ince hamuru...

17 Nisan 2007 Salı

Kavuşak

Bisikletimle hızlanıp hızlanıp, aniden durmak zorunda kaldığım durumları seviyorum. Tıpkı, görüp hemen tanışmak; tanışıp hemen tanımak; tanıyıp hemen sevmek; sevip hemen sevişmek istenen biri gibi görüyorum bu aralar bisikletimi ve onla yaptığım gezileri. Benim dokunmadığım zamanlarda, bana yaşattığı şeyler nedeniyle kaynağı olduğu heyecanım meşgul ediyor onu. Ya da, böyle düşünmek beni avutuyor ve bu avuntunun farkında olup, sıkıcı gerçeğe dönmek istemiyorum.

Tıpkı, "Deep Kick" çalarken, son sürat indiğim itfaiye yokuşunun ortalarında, bir de pedallara asılmam ve yokuşun sonundaki kavşakta, benim umduğum ışıkların yanmaması yüzünden durmak zorunda kalmam gibi; beğenilerimin yolunda, seçimlerimin sonunda ihtimallerin kesiştiği bir kavşakta, devam etmek yerine; tek parça kalmak istiyorsam, çabucak durmam ve yön değiştirmem gerekebileceğini bile bile; gönül aşağı, kalbimin kapakçıklarını en büyük vitese almak ve an geldiğinde gözlerimi var gücümle sıkıp fren yapabilmek, dahası kaymadan durabilmek, güven hissetiriyor. Kontrolün her yol şartında elimde olduğunu hissetmek, benim için yeni.

Yıllar önce (80'lerin ortaları), her hafta aksatmadan, cuma günleri aldığım Gırgır 'da bir karikatür görmüştüm. Çizerini de hatırlayacağım ama... Emin olmadan zikretmeyeyim şimdi...
O zamanlar halkın çoğunluğu tarafından "entel" olarak adlandırılan ve hatta "entel, dantel" diye ballandırılan kesimden, veya özde gerçekten entellektüel olanların dışında, görüntüde elitleşme hevesinde olanlardan birinin, yediği feci dayağa verdiği "Oh! Oh! Birikimlerim artıyor, ne güzel! Vur! Oh!" tepkisiyle güldüren bir karikatürdü. Gerçi, entellektüel veya aydın sıfatlarını, şimdi kaç kişinin kullandığı ve "entel, dantel" alaycılığının ne kadar yok olduğu (haketti mi) çok şüpheli ama; o zamanlarda belirgin bir "entel" görüntüsü ve bazı sözleri vardı. "Olgu", "olay", "birikim", "tepkisel", "sorunsal" gibi sözcükler özellikle ve sıkça seçilirdi ki, entellektüel birikim olgusu, olayların içindeki sorunsallara tepkisel bir biçimsellikte sunulabilsin. (Ben de şaşırdım son tümceselime...) Sonradan "iştesel", "kamusel" falan da espriselleşti doğalsal olarak...
Genellikle yeşil veya toprak rengi parka veya kaban üstüne, tek omuza asılı çantalarıyl; ama o çantanın içine koymak yerine, diğer kollarının altında taşıdıkları kalın kitaplarla bu "entel"lektüseller kendilerini hemen belli ederlerdi.
Sanırım çizer de bu "birikim" takıntılarına takılmış olacak ki; "eh be kardeşim, böyle bir duruma bile, birikim adına uygarca yaklaşırsınız siz herhalde..." dercesine çizmişti.

Ben de az önce, edindiğim kontrol kabiliyetinden bahsederken, "Zaten babanın adı Gepetto değilse, kaçınılmaz olarak tecrübe edineceksin... neye seviniyorsun su samuru?" diye kendimle dalga geçtim.

Beklemiyormuşum demek ki... Bundan sonra da, tecrübeler sonucu edindiğim yetilere şaşırmamama sevinirim. Var bir yavaşlık bende; biliyorum. Olsun.

Bisikletimi en çok bana benzediği ve ona yakıştığım için seviyorum.

"Beyaz Bisiklet" diye bir film vardı. O da galiba 80'lerdeki entellektüel sanatsal çalışmalardan biriydi... Keyif vermiş miydi bana? Kaş'ta geçiyordu galiba... İnceleyeyim.

Marjinal bulanlar olabilir ama, ayrıca, karşıdan gelen arabaların üzerine hafifçe yönelip, onların şerit değiştirmesini sağlamak da hoşuma gidiyor. Gerekli mesafeyi koruduğum sürece, kendimi de kaldırıma atabilecek kadar açılmak yetiyor. Araba şerit değiştirip önümü boşaltınca, iç rahatlığıyla, tekrar kaldırıma yaklaşıyorum. Sıkışma tehlikesini de böylece yok ediyorum.

Amsterdam'daki rahatlık yok burada. Hiç bir konuda...

Bir kere de bisikletimle gitsem oraya...

---------------------------------------------

Bugün anneme gitmeden önce Bakırköy'deki TCDD lokaline (Kemal Abi) uğradım. Çantamdaki Rolling Stone'u çıkardım. Çayımı yudumlarken sayfaları çeviriyordum. Hayranı olduğum Norah Jones'un röportajında çevirmeyi kestim. Okudum. Kendisini bu kadar beğenmekte ne kadar haklı olduğumu gördüm. Erkek arkadaşı Lee, Jones'un müzik grubunda bas gitar çalıyor. Aynı zamanda beraber yaşıyorlar ve beraber müzik yapıyorlar. "Ne kadar yararlı bir ilişki!" diye üçümüz adına da sevinirken; "Herşeyi beraber yapıyorsunuz değil mi? Ayrılmaz bir ikili misiniz?" gibi aptalca bir soruya verdiği "Biz ikimiz, aynı kişiyiz!" cevabıyla bana hayranlığımı devam ettirme gücü ve nedeni verdi! Bir ara kendisine ve Lee'ye teşekkür edeyim. Teşekkür etmeye de bisikletimle gideyim hatta...

---------------------------------------------

Hakan, yukardakiler yüzünden benle dalga geçersen; gelip o gıcır kucaküstünü burnuna sokarım canım kardeşim.

Duvarsız odadan kaçış

Hey sen! Dışardaki!
Gel buraya! Kıs sesini önce. Kendi sesini kıs!
Kafanı eğmene gerek yok. Çünkü, orada asılı bir at nalı yok.

Merak etme, kısa sürecek. Saate bak. Kolundaki gerçek, duvardaki ise yalan.

Karşıdaki pembe koltuğa otur. Ayaklarını birbirine bitiştir. Sakın açma! Ne ayaklarını, ne de ağzını... Pişman olmak için de erken ayrıca!

Algıladığın gereksiz şeylerden ve sığ kaygılarından kurtaralım önce seni:
Aşağıda bıraktığın araban artık başkasına ait! Torpido gözündekileri de kaybetmek seni buradan mahrum bırakır diye düşündük. Şu anda oturduğun koltuğun altında, açmaya çalıştığın ayaklarının arkasındaki pembe çantadalar. Bagajda sadece çöp bulduk.

Sus! Biliyorum, "onlar çöp değil!" Sus! Dinle...
Burda yeterince değişirsen, arabaya ihtiyacın olmadığını; ulaşım için çok daha güvenli araçlar kullanabilecek yetkinlikte olduğunu anlayacaksın. Kendin için çalıştır organlarını şimdi. Sakince...

Ne demiş atalarınız, "öfkeyle kalkan, zararla oturur", değil mi?

Dinliyor musun? Anlıyor musun?

Güzel. Şimdi, yanılgılarını düzeltelim...

----------------------------------------------

Pire! Takıl şunun peşine. Sınır tanımadan zıplamasın uçaklara!
Kuruka! Sen de koluma ve dilime masaj yap lütfen. 22 dakikadır herifin kulağından düşmemek için uğraşıyorum. Yorulmuşum. Sana nasıl baktı, gördün mü?

-----------------------------------------------

Sevdin demek burayı; tekrar geldiğine ve rahat gözüktüğüne göre...
Üzgünüm, Kuruka sana cevap veremez. İzole oldu O. Sen ettin.

Güle güle!

16 Nisan 2007 Pazartesi

kaleye atılan toplar kaale alınası mı?

Bu sabah suratım asıktı, çünkü 14 saattir sırtım kasık.
Kasıklar siper.
Gümüş kaşıklar süper!

Göbekte göğüs göğüse çarpışıyor kalbin ve penisin silahlı kuvvetleri!

Penis, kalbin menzilinden çıkmayı öğrendiği için; ağıtlar düzülmüyor artık dizlerde. Uzaktan, uzun menzilli ama güdümsüz silahlarla vuruyor göğüsteki kaleyi ve eski medeniyetin müttefikleri olan gözleri ve kulakları. Kontrolü ele alma mücadelesi hiç bu kadar belirgin çatışmalara neden olmamıştı.
Bu beyin beyin takımı, takımı ele alıp; tehlikenin kalpten uzakta kalmasını başarmıştı genelde. Elde kalan savaş atıklarından bıktı artık.

Göbeğin ve dahi sırtın, bu savaşta bunca zarar görmesi, hep bir avuç avuç için. Sıcak bir avuçla kastedileni, iki taraf da farklı değerlendirme ihtirasında olsa da, kaynak aynı. Kaynağın değeri ise ne kadar izafi... Anlamayan, güçlü karar organları!

Beyin takımı da takmıyor artık beyi, beyin koalisyon takıntısını. Beye müktedir beyin lazım. Beyin avcunu ısıtmak lazım.

Neyse ki, kalp, penise giden tüm hammadde akışını kesmeyi istese de; böyle bir kısıtlama nedeniyle çıkacak bir vücut savaşından çekiniyor.

10 Nisan 2007 Salı

rock am ring mi, roskilde mi, ikisi de mi?

Aman Allah! Bu ne yaman karar anı böyle!

Rock Am Ring'de Velvet Revolver var, Machine Head var, Type O Negative var, Wolfmother var, Arctic Monkeys var, Smashing Pumpkins var, Slayer var, Megadeth (kıçıma benzedi gerçi artık) var... var oğlu var!
Roskilde'de de Red Hot Chili Peppers, uçsuz bucaksız çayır çimen var!

Anlaşıldı! İkisi de!

Saçlarımı özledim şimdi bak!

Yürrüüü beee!!!

9 Nisan 2007 Pazartesi

tek kişilik denizaltı ve roka gibi denizatı

Bugün çok yorucu geçti. İşim hırpaladı beni.
Eve geldiğimde çok susamıştım. Ofiste yediğim fast-food ürünü yüzünden sanırım. Bir bardak suyu, müzik (kanatlı taşıtım) eşliğinde içerken hissettiğim rahatlığa, dün geceden beri ihtiyacım olduğunu anladım.

Sonra, son zamanlarda yakın arkadaşlarımın "sen fena kaptırdın bu Incubus'a..." diye takılmalarının nedeni olanlardan birine baktım.
MP3 listesinde sırası gelen şarkı, "Love Hurts" idi. Sözlerini okudum.
"One man submarine" metaforuna takıldım. O anda, geçen hafta yazdığım Trieste geldi aklıma.
İşte, bu benzerlik nedeniyle arkadaşlarımın tepkisini çekecek kadar kapıldım bu heriflerin müziğine.
Yıllardır dinlediklerim içinde, çok daha yetkin ve başarılı müzisyenler tabii ki var; çok daha etkileyici şarkılar, albümler dinledim elbet. Beni daha uzaklara ve hiç bilmediğim yerlere taşıyanlar da oldu.
Incubus'un farkı, benim en çok keyif aldığım metaforları, anlatım tekniklerini, benim tarzımda ama benden daha ustaca kullanan birine (Brandon Boyd) ilk kez rastlamamın, kendi üzerimdeki etkisindendir. Sayesinde, kendi mahallemde, son sürat ve en emniyetli şekilde; her seferinde son teknolojiyle güncellenmiş, yenilenmiş bir araçla dolaşıyorum.

Yüzeyde kalan sarı (Yellow Submarine) güzelliklerden Eva Herzigova emekli oldu!

Bir de, çok değil ama, müzik yapamıyor olmaktan şikayetçiyim. Merak edenlere...

8 Nisan 2007 Pazar

Aynayı tamir edecektim

Çok içtim yine... Kafamı omuzlarımın arasında taşıyorum, üstünde değil. Çok uzakta içtim yine... Adımlarımı ellerimle atıyorum, bacaklarımla değil. Çok para harcadım yine... Evdeki para ağacını iyi ki dikmişim.
Yolumu bulmam zor bu kafayla. Kapıyı, elimde adımlarımla açamam. Omuzlarım da kafamla dolu. Göt üstü gireceğim yine eve.
Bakamadan, göremeden; karıncaları bile inciterek çıktım bunca katı.
İşte kapımın önündeyim.
Kanlı kesiğin üstüne, boynuma sabitlemeden bıraktığım kafamı, kapının vizöründen içeri bakabileceğim şekilde koyabilmeliyim. Sıcak ve kanla ıslanmış et bir süre yerinde tutar. Kapının önünde, adım atmama gerek yokmuş ama denge için ellerimi oynatacağım sanırım. Yoksa kafam düşecek. Kirli saçla temiz yastığa yatılmaz.

Ters koy da, kıçınla kapıya vurabilesin.

Doğru!
İçerden ışık geliyor!

Kim ola ki?

Bu halde savaşamam.

Belki savaşman gerekmez.

Göt üstü içeri düşünce, yuvarlanan kafamı vücuduma doğru iteleyip, kendini tanıtır nazikçe değil mi? Bunca içki ve yolun üstüne, belki, yorulan omuzlarıma masaj bile yapar... Deli misin sen?

Hayır sarhoş ve yorgunum sadece. Anlıyorsundur...

Bunca merdiven çıkıp yerin 2 kat dibine nasıl ulaşıyorum?

Adımların normal olsaydı böyle olmazdı.

Vuruyorum.

Gazla!

Ses çıksın diye mi?

Vur be!

-------------------

Kimsin?

Saçlarıma bakıyorum.

Ne yapıyorsun?

İkizimin ikiziyim.

Neden burdasın?

Neden olmayayım?

Neden burdasın?

Neden olmayayım?

Neden burdasın?

Neden olmayayım?

Neden burdasın?

Neden olmayayım?

-------------------

Sobayı sen mi yaktın?

Söndüreyim mi?

Hayır. Işıkların neden bir sönüyor bir yanıyor?

Bunu sorma işte!!

Keşke sormadan önce uyarsaydın. Artık cevap bekliyorum.

Saçlarımı düzeltirken, kırılanlar gözlerime kaçtı da... Temassızlık oluyor arada...

Hmmm... Nasıl saçmış onlar öyle? Dışarı gelen ışık aynadan mı yansıyordu?

Olabilir ama aynan fena halde parçalanmış ve yerinde kalan parçalar da çok kirli.

Biliyorum. Sadece görmem gereken yerleri görmeme yarıyor. Fazlasını istemiyorum.

Öyle mi?

Neden şaşırdın?

Ben de işim bitince, aynayı tamir edecektim.

Gerek yok. Boynuma bak!

Berbat!!

Karpuz mu kesseydim?! Popom acıyor zaten...

6 Nisan 2007 Cuma

Trieste

Batiskaf istemedim hiç. Varsa yoksa uçaklar, benim için...

Denememi tavsiye ettiler. Tecrübe edinmenin ve yaşamdan keyif almanın kestirme yollarını, başkalarının önerileriyle de bulabileceğimi farkedeli ne kadar oldu acaba? Fazla direnmeden, bir sene para biriktirip, hiç eşya satmaya veya devretmeye gerek duymadan, borç almadan; üstelik gayet namuslu emeğimle, mütevazi bir batiskaf aldım. Elbette, içinde tatmin edici bir ses sistemi var. Oturmam için ufacık bir koltuğu olduğunu görünce, ne kadar ekonomik bir seçim yaptığımı daha iyi anladım. Yıllarca çeşitli taşıtlara ve bunların bakımlarına harcadıklarımı düşündüm. Hiç birinden etmediğim tasarruflar için bir kez daha gurur duydum. Bisikletime gülümsedim uzaktan ve yağının kokusunu içime çektim tekrar. Kulaklıklarımı taktım ve mırıldanarak batiskafa girdim.

Yola koyulur koyulmaz, benliğimin, algıladıklarımı olumsuz yorumlayan tarafı mesaiye başladı. Tek kolu kesik çocuk, değişen basıncın da etkisiyle, olumsuz çıkarımları bertaraf etmek için daha çok mesai yaptı. Sağolsunlar, benden hiç çözüm beklemeden, kendi aralarında hesaplaştılar. Hala da kendi sistemleriyle çalışıp, kendi işlerini sergiliyorlar. Olgunlaştılar artık. Küçücük, hastalıklı ve hüzünlü kabinde oturmuş, uçsuz bucaksız denizin ucundaki uçlu ama bucaksız boğazdan geçerken düşündüm: "Suratını camdan, gözlerini dışardan ayırma oğlum. Yakıt, basınç, derinlik göstergeleri sapasağlam çalışıyor ama bu son seyahatin. O halde kaygıdan kaçın, yolunun tadını çıkar. Yoksa burdan pestilin çıkar." Telkinde başarısız, mantıkta yavaş, derinde çok soğuktum. Bu bir denemeydi. Dedim ya, aslolan hava yolculuğu...

Yine de, derinler yükseklerden çok daha fazla rengi, daha geniş alanlarda, daha sık ve daha cömertçe sunuyor.

Bu sefer derinden giderken, yükseklerden gördüğüm koyu mavilikleri hala kucaklayamıyor olmanın ezikliğini yaşamaktan korktum. Bu korkum çok kısa sürdü. Çünkü, ölümüm gibi bu da değiştiremeyeceğim bir şey ve aslında, bu yoksunluğun bana özel olması anlamlı. "Anlamsız" kadar zavallılık ifade eden bir sıfat var mı? Anlamlarsa ne kadar çeşitli ve değişken! İşte, bu derinlikte, benim gibi tecrübesiz bir yolcu için, her şey ne kadar öngörülemez... Bu engin basınç dünyasında, belirsiz renk ve ses darbeleri, benim istediğim uzunlukta ve yoğunlukta sanat eserleri gibiler. Algılayanın ürettiği eserler. Denetleyeni, uzmanı, eleştireni, yereni yok. Alkışlayan da sadece benim. Koltuğumdan yayılan şaklamalar, sadece batiskafımın bir karış kalınlığındaki duvarlarıyla mı sınırlanıyor; yoksa denizdeki balıklar ve belki, hatta, kıyıdaki deniz kızları da duyuyorlar mı onları?

Şimdi, aşağıda gördüğüm ışıkları merak ediyorum. O kadar parlaklar ki! Görmemeye imkan yok. Belki suyun üstünden ve belki yükseklerden bile görülebiliyorlardır. Bu, bir şehir olmalı. Suyun altında olduğu için, kolay ulaşılamıyor sanırım. Ne boğaz çıkışında, ne de yakın mesafede bir tabelası var. Rastlamak ne güzel. Yaklaştıkça ışıkları daha çok parlıyor; gözlerimi yormuyor, bakışlarımı da bırakmıyor. Yaklaştıkça, derinlik de arttığı için dönüş hakkında şüphe duyuyorum. Işıklar, sakinleştirip cezbederken; çevremdeki suyun basıncı taşıtımı test ediyor. Dolayısıyla, seçimlerimi de bu derinlikte sınamış oluyorum.
Kulaklarım, müzikte farklı sesler duymaya devam etseler de; zihnim pek oralı değil artık. Çeşitliliği, bu su altı medeniyetinin yapısını inceleyerek; şimdilik, sadece gözlerimle kutluyorum. Sanırım, derinleştikçe azalması gereken sıcaklık, ışıkların etkisiyle artmaya başladı. Uçaklarım gibi mavi olmaya başlamasından korktuğum tenim şimdi kırmızı sanırım; emin değilim, aynam yok...

Son derece panikletici bir durumdayım değil mi? Neden bu ışıklardan gözlerimi alamıyorum? Çınlayan kulaklarımı neden müzikle rahatlatmak istemiyorum?
Burada akıntı, kontrolü kaybetme riski de getirmedi. Artık, taşıtımın kumanda aletlerini, ellerimi acıtana kadar sıkı tutmama gerek yok. Bu kadar hafif ve keyifli bir hidrolik kumanda tecrübe etmemiştim. Işıklar sayesinde, görüş sıkıntım da yok. Yavaş, keyifle ve arkadaşça yaklaşacağım bu yerleşkeye. Yöneticilerini bulacağım. Batiskafımı sabitleyebileceğim bir alan vermelerini çok isterim.
Bir saniye!
Işıkların tam ortasında bir batık var! Etrafında yüzlerce küçük ışık kaynağı...
Yalnız, batığı tamir mi ediyorlar; parçalarına mı ayırıyorlar, anlamıyorum.
Ne yapıyorlarsa çok meşguller! Merakımı gidermek için yaklaşmam saygısızlık olur, arkadaşça değil.
Bu yolculuğumun, dahası taşıtımın nedeni merakım değil mi?
Batık neden bu durumda?
O çalışanlar kimler?
Şehre asıl parlaklığını veren ışıklar, hiç bitmeyen işlerin belirtisi mi?
Bu şehir yeni mi kurulmuş?
Sakinleri, misafirlere nasıl davranıyor; dahası misafir istiyorlar mı?
Ya göçmenler hakkında tutumları nedir?
Çalışkan ve zararsız göçmenleri kendilerine layık görmezler mi?

Soru sordukça, derine yönelen batiskafımın duvarlarından sesler gelmeye başladı. Sorularım ve cevaplarım, dışarıdaki suyun ağırlığından daha güçlü bir iç basınca neden oluyorlar. Yolculuk, bu şehrin güzel ışıklarını görünce anlam bulmuştu. Anlamsızca gözlerimi kapatıp, sığlara yönelmek istemiyorum. Batiskafımın parçalanıp, et ve kemiklerimin aşağıdaki batıkla uğraşan şehir sakinlerine ulaşmadan, buradaki yırtıcı balıklara yem olmasını da istemiyorum. Bu mükemmel yerleşim tasarımının devam etmesini istiyorum.

Beni hangi müzik düşünmekten alıkoyar şimdi? Yellow Submarine değil! O sığlarda gezer çünkü, belki suya bile indirilmez.

Biliyorum, düşünmeyi bıraktığım için yine üşüyorum. Şehrin sesleri geliyor şimdi. Müziği kıstım. İçinde seyahat ettiğim şeyin ne olduğunu bilmiyorlar. Onların kullandığı taşıtlardan çok farklı çünkü. Merak mı ediyorlar sadece? Merak ediyorlar mı? Meraklarının mı savunmalarının mı daha etkin olduğunu merak ediyorum. Savunmak? Güzelliğin korunmasını istiyorum ben de... Şehri benimserim ve belki beraber savunabiliriz. Tehdit nerede? Hayır hayır! Ben değilim.

Burada, baskın renkler yükseklerdekilerden daha koyu ve bu yüzden belirgin ışıklar daha parlak ve çeşitli renklerde. Siyaha çalan bir mavi hakim. Mavinin yeşille kesiştiği kayalardan ışıklar fışkırıyor. Işıklar o kadar sık ki ortam gayet sıcak. Bu derinliğe ulaşabilenler için kusursuz kazanç bu manzara.