30 Temmuz 2009 Perşembe

rimembırınsıs

Siz hiç "senneş" oldunuz mu?
Selahattin İçli'nin hüzzam şarkısının adı ve -şaşırtmadan- nakaratı "Sen Neşeden Haber Ver"dir. Boyum şimdikinden 1 metre daha kısa ve aklım aynıyken, ben bu şarkıyı "Senneş eden haberler" diye algılardım.
Bir gün öyle bir haber duyacağım ki, senneş olacağım sanırdım...
Ne Tuna Huş ne de Mesut Mertcan yardımcı olabilmişti bana o zamanlarda.
(Tuna Huş'un sağlığı ne durumda acaba?)
(Mesut Mertcan'ın sağlığı nasıl?)
Senneş olmayı da öğrenemedim...

----------------------------------------------

Bir de "Neşaneme" beklentim vardı.
Sanırım, doğalı 3 yıl olmuştu; Bahçelievler'de yaşıyorduk. Uzun süre şaşkınlıkla dinlediğim neşanemelerin nedenini anneme sormam ve annemin de kendi bilgisiyle cevap veremeyip, yakın çevreyi de konuya dahil etmesi, uzun bir süre, benim bilgisizlikten ve meraktan kurtulmama yardımcı olamadı. Neşaneme, her Allah'ın günü, defalarca duyuluyordu! Nasıl olurdu da kimse bilmezdi? Fazla da takmamışımdır kafama... Keşfedilecek milyonlarca şey varken...
Sonunda, bir akşam annemle Kartal'a doğru yola koyulduğumuzda okunan akşam ezanında anneme "neşaneme"yi bellettim! Ezanda duyduğum "Eşhedüenlailaheillallah"ı böyle algılamıştım. Neşaneme oydu işte! Aydınlattım anneciğimi.

----------------------------------------------

Hayatımda hiç bira içmemişken, canımın bira çektiği akşamı da anımsıyorum.
İlkokuldaydım. 3. sınıf olabilir.
Anneannemlerdeydik. Ataköy 2. kısımda. Mevsim yazdı. Balkonda yemek yiyecektik. Dedem eve gelmeden bir süre önce "ben bira istiyorum" dedim. Sert olmayan ama onamayan tepkiler aldım önce. Dedem gelince yineledim talebimi. Evdeki kadınların tersine, "anlamadım ama, küçük bir bardak içsin çocuk, ne olacak..." gibi bir tepki verdi. Birayı gidip kimin aldığını hatırlamıyorum. Bu meşrubatın beni neyiyle çektiğini de bilmiyorum. O sıcak akşamın güzel yemekleri, 1 su bardağı bira eşliğinde nasıl daha da güzel gelmişti! Dedemle paylaşmak istemiştim kahverengi şişeyi; kesin bir dille reddetmişti. İlk biramı, nedensizce ama kararlılıkla, büyük keyifle, kalabalık bir masada, güzel yemekler yerken, ailemin dibinde, doya doya içmiştim. Şişenin geri kalanını kim içmişti?

----------------------------------------------

Hatırladıkça ekleyeyim buraya...
Ev çok güzel parladı ve koktu.

28 Temmuz 2009 Salı

Bludsucker

Malumunuzdur, 20 Temmuz akşamı, Boğaz'a nazır Kuruçeşme Arena'mızda, DeepPurple'ımız seyredildi...

İstanbul'a ilk geldiklerinde, Harbiye Açık Hava Tiyatro'sunda, ardışık 2 gece, 2 konser vermişlerdi. 5 ayrı bel kemiklerinden birini, Amerikan Steve Morse ile değiştiren İngilizler'imizin o seneki 2 konserine de girmiş; varlığımdan en hoşnut olduğum saatlerden bir kaçını yaşamıştım. Ritchie Blackmore'umuz olmadan da Deep Purple şarkılarımız gayet keyif verirdi. Vermedi mi? Verdi... Cuzeppe!
Steve Morse'un Ian Gillan'a sırnaştığı Child In Time sırasında şaşırmış ve yabancılaşmıştım ama; yine de, yıllardır hayalini kurduğum gecelerden birini, iki kere, büyük zevkle yaşamıştım.

Yıllar sonra, İstanbul'umuza tekrar geldiklerinde, kendileri için seçilen mekan Park Orman'dı. Beni ve yüzlerce başka insanı, bir önceki sefer yeterince şaşırtamadıklarını bilen organizasyon takım taklavatı, bu seferki konser için "yemekli" ve "yemeksiz" seçenekleriyle satışa çıkardıkları biletlerle, Deep Purple'ı gazino grubu olarak da algılayabileceğimizi öğrettiler. O akşam, şimdi her detayını hatırlamadığım ama aslında gayet de önemsemem gerektiğini düşündüğüm ödünsel ve odunsal nedenlerle, ben de Deep Purple'ın sahneye çıkmasını yemeğini kıtırdatarak bekleyenlerden biri olmuştum. Sahneyle aramda insanlar değil, koca bir havuz ve bir yemek masası vardı! Elimde de bira değil, beyaz şarap! Cuzeppe!

Bu sene de uğrayacaklarını öğrendiğimde, Jon Lord'un ekipte artık olmamasından kaynaklanan bir isteksizlikle bir kaç dakika sohbet etmek zorunda kaldım. İkna etti beni sağolsun. Don Airey'den hoşnut olmayacağımdan değil; sahnede Ritchie Blackmore ve Jon Lord'suz Deep Purple görmemin, kulağımda Speed King introsuyla attığım lise adımlarımı yok edeceğini düşündüğümden, ikna oldum bu isteksizliğe... Güzel şeylerin güçlerinin korunması gerektiğini düşünüyorum. Güzel şeylerin, güzelliklerinden gelen var olma dirayetlerini kırmamak gerek. In Rock'ı tabağa koyaman! Cuzeppe! (Sen yine de, Take a little rice take a little beans / Gonna rock and roll down to New Orleans!)

Dolayısıyla, bu yaz Kuruçeşme Arena'ya gitmeme neden olmadı. Gitmedim.
(onun yerine geçen ay Amsterdam Arena'ya gitmiştim. Boğaz yoktu ama gördüğüm en havalı ve havai hatun, Rosie vardı...)

Rosie budur!

Kuruçeşme devamsızlığımdan 2 gün sonra, ofiste elime geçen Hürriyet gazetesinde şu yazıyı okudum. Deep Purple ve şu ana kadar yazdıklarımla ilgiliyseniz, siz de okuyuverin bir zahmet. Jon Lord kadroda mı, değil mi?
Haberi yazan Türkçe biliyor mu, bilmiyor mu? (Yoksa akşamdan kalmalığı 2 gün de geçse üzerinden atamıyor mu?)
Hürriyet'in editörü var mı, yok mu?
Ben neye takıyorum kafamı arkadaşım? Arakdaş olalım! Araklayalım, boşver...
----------------------------------------------
20 Haziran'da Amsterdam'a gitmemizin sıraya ilk giren nedeni, 23 Haziran'daki ACDC konseriydi. İstanbul'a döndüğümüzde kocaman bir adama "eysiiidisiii, ehem... şöyle ki..." diye anlatacağımı bilmeden durdum AmSterdam Arena'nın zemininde, ayakta. Dayanamıyorum. Fotoğrafları sunuyorum (tıklama sonucu ebadül-muazzama):


Bir mini etekli geçmez mi kardeşim yauv!



Elde patlayan Dertas biletini satmaya kasmak...


"Aman aman!" içeri koşmak! Canım ciğerim, telefona davranmış!



Dante'ye selam mı serzeniş mi?! Rosie, naber?









----------------------------------------------
Kocamustafapaşa'ya artık ben de "Paşa" diyorum. Dolmuş yönü bu... Ne yapayım?
Geçen gün Taksim'den bindiğim bir "Paşa" dolmuşunda, en arka sıraya oturdum. Ortadaki 2,5'tan 3 kişilik koltuğu başkalarına terketmiş olmanın rahatıyla, kafamı cama dayadım ve evimin yolunu seyretmeye başladım. Yolumun üstünde ama ilginç kılıklı ve jestli adamın arkasında olmak, camı yastık eylememe engel oldu.
Tarlabaşı'nın sonlarına doğru, el eden iki ecnebi hatunu almak için sağa yanaşan dolmuşumuz, bence, zaten, hakikaten dolmuştu. Hatun da olsalar, hatunluklarına ecnebilik de katmış olsalar; düldülümüzün dülger kafalı dümencisinin kendilerini nereye sığdırmayı düşündüğünü anlayamadım. Önümdeki ilginç kılıklı adam, ilginç jestlerine büyük bir tane eklemenin bizde bırakacağı şaşkınlığı pek de umursamıyor gibi, cep telefonunda konuşmaya devam ederek, şoförün sağındaki 1,5'tan 2 kişilik oturma grubuna transfer etti kendini. Böylece, 4 ecnebi hatun popo lobuna yer açıldı ve hiç dialog kurulmadan, anında kullanıldı.
İlginç kılıklı adama teşekkür eden olmadı. Ne dülger ne de ecneboklar teşekkür etti ilginç efendiye. Efendi, efendice oturdu ve yoluna devam etti...
Teşekkürsüz insan olmasın!
O dolmuş, el cerrahisi ve mikro cerrahi hastanesinin yanından geçiyor! İnsan vücuduna mikro düzeyde müdahale edebilen insanlar ve teknoloji varken, kıymet yok eden mikroplar kalmasın!

----------------------------------------------

Taksim - Şişhane arası 3 dakikaymış! Hadi ordan! Trenin harekete başladığı ve durduğu anların arası 3 dakika! Seferlerin arası 15 dakika. Biri gittiğinde istasyona varırsan, oluyor mu sana 18 dakika?! Oluyor! Allah için, bu sıcakta serinlemek için ideal. Paşa'dan, sevgilinle öğle yemeği için çıkmış, Mecidiyeköy'e seyirtiyorsan; dolmuştan Şişhane'de inip, Taksim Meydanı'na kadar olan mesafeyi az insan ve az ısıyla, rahatça almak için gayet uygun. Hele ki hatun acele etmeni beklemiyor ve gerektirmiyorsa daha da rahat oluveriyor o 18 dakika. Üstüne de trenin tasarımının iç açıcılığını ekleyince daha bir müzikli geçiyor. Taksim-Şişhane arası çalışan trenleri Hyundai yapmış. Beni de onlar yapmış olabilir mi? (Pardon anne, pardon baba... "kötü espri" benim göbek adımdır... siz koymadınız ama öyle...)
Trenlerin koltukları mavi. Gök mavisi. KLM mavisi. Türkuaz kuzeni mavi. Deli değil, çok akıllı bir mavi...
Trenlerin koltukları, birbirlerine bakan sıralar halinde, pencere kenarlarına yerleştirilmiş.
Trenlerin, ayaktaki yolcuları güvenle ayakta tutan, sap-kulp-askı-tutamakları (adı neyse artık...) da aynı düzgün maviden. Vagon başına oturan sayısı 3'ü 5'i geçmediği için, o sap-kulp-askı-tutamaklar da insansız, kirsiz, sabit...
Trenlerin vagonlarının birbirlerine kapısız ve geniş bağlantıları var. Körüklü otobüslerde olduğu gibi. Böylece, bu tenha trenin içinde bir uçta durup, diğer ucunu, kesintisizce ve mavi boncuklarla süslenmiş gibi görmek mümkün.
----------------------------------------------
"Doğru Tercih Haftası" yazan bir pankart gördüm bir de...
Kim neyi tercih ederken bu kadar dikkat göstermek ve enerji harcamak zorunda ki böyle bir pazar doğmuş?
Ben ne yaptım? Beni kim sattı?
----------------------------------------------
Çakma istavrit paketi beklerken içtiğim sigara için özür dilerim...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

kemik al

O acayip G3 tek oyuncağımken, anneme telefonda "Her ay benim için Kemik alır mısın?" demiştim. Annem de bu ricamı, zamansızca söylediğim anlamsız cümlelerden biri sanmış... Oysa, asker olduğum İzmir ve Balıkesir ilçelerinde, "Kemik" isimli mizah dergisi bulunmadığı için, anamın ocağına düşmüştüm. Ana ocağı, evet...


Bundan çok yıllar önce, İngilizce'deki "chemical" sözcüğü de bana "kemiksel, kemikle ilgili olan" anlamını çağrıştırmıştı. Sözcük ve ben, beraberce, "kemiğe dair bir anlam" çağırmıştık. Gelmemişti. Anlamlı gelmişti oysa... Yanlışmış...
Sonradan, "alchemy", "chemistry", "mystery" gibi hısımlarıyla tanışınca, İngilizce'nin beklediğim gibi bir lisan olmadığına, tüm anlam açlığımı doyuramayacığına; aksine, daha da acıktıracağına kani olmuştum. Şimdi en az 2 dil gerekiyor...
----------------------------------------------------
Yazın, vücuduma değen suyun rahatlatıcı etkisi arttığından, o suya temas halinde kalmak için kullandığım yöntemlerin sayısı da artıyor. En basiti, duştan uzun süre çıkmamak tabii ki! Günlük hareketlerin ve gereklerin zorlamasıyla duştan çıktıktan sonra, kurulanmamak da fayda gösteriyor. Bazen de, duşta ve civarında temizlik yapmak gibi, görsel ve hijyenik işlevleri de olan hareketler seçiyorum. Kah elime ayağıma değen kir ve kimyasallardan kurtulmak, kah süngeri veya fırçayı rahatlatmak, kah üstünde çalıştığım bölgenin temiz halini görmek, kah sakarlığımdan, bol bol suyu, sık sık, kah kah, kendimin ve banyonun sağına soluna döküyorum. Temizleme seansı bitince, temizlenme seansı başlıyor, ne güzel!



Az önce yeni evimin banyosunu taşındığımdan beri üçüncü, yerleştiğimden beri de ikinci kez temizledim. "Duşuma kabin"imin kapısını oluşturan, 2'si sürgülü 1'i sabit, 3 plakanın eklem ve yalıtım nahiyelerine; atık, pis, kaka su giderinin vücut bulduğu bölgenin girinti, oyuntu ve bakteri dehlizlerine; hacet çanağının içine ve kendisinin banyo zeminine tatbik edildiği yerde, ışık ve insan gözünden uzak kalan çirkin renklere, 3 ayrı kimyasalla saldırdım. Ördek boyunlu şişesi nedeniyle, akla gelen ilk tanımla markalandırılan tuvalet ördeği "Toilet Duck" ın yeşil ve katlanılabilir kokulu sıvısını gözümü kırpmadan boca ettim. Üstüne de fırça ve süngerle pekiştirme basıncı uyguladım. Tuvalet çanağının gördüğüm ve görmediğim yerlerinde parlamalar gözlendi. Elime alıp, hunharca kullandığım ikinci kimyasal, "süper kir ve yağ sökücü" özelliğiyle gönüllerde taht kuran silitbenkti. Adını nasıl oluşturduklarını merak etmekten kendimi 1 dakikada alabildiğim bu ilgi çekici ürünün şişesinin içindeki öz, renksiz ve dert verici bir kokuya sahip. Duşum için yapılan kabinin zemin, duvar köşeleri, oynar ve yalıtır unsurlarında biriken koyu renkli parçaları savuşturmak için şişenin ağzındaki sabit tıpayı yukarı doğru çekip, deliklerini işler hale getirdim. Bu sefer gözümü kırpmadan değil, sağ gözümü kapayıp, sol gözümü kısarak, şişeyi düşmanlara doğrulttum ve sıktım. Üzerlerinden, diş fırçası ve bulaşık süngerinin sert tarafıyla geçtiğim pisçiklerin, bağlı oldukları satıhlardan sökülmeleri ve silitbenkin görevini tamamlaması içinse üçüncü kimyasala ihtiyacım vardı. SU! "Oh!" hissiyle her yere su saldım. Çok rahatladım. Küçük siyah ve gri parçacıklar yolculuklarına devam ederken, ben de gıcır duşum ve serin suyumla huzurlanıyordum. Silitbenkin kokusundan bir kaç dakika içinde kurtuldum ve verdiğim mücadelenin sonucuna gururla bakmak için gözlerimi sağda solda gezdirdim. Sonra, suya verdim kendimi...
Duştan çıkınca, ellerimde sıradışı bir his farkettim. Ellerim, küçük parçacıklarla kaplıymış gibi hissediyordum. Uzun süre suya temas eden el ve ayak derilerinin osmozu gibi değildi. Osmoz da vardı ama farklı bir pütür, farklı bir hıtır hissediyordum. Bilinçsizce, elimi sabunla yıkama çözümüne sarıldım. Sabunlanan avuçlarımda daha da farklı bir püsür peydah oldu. Suyla durulayınca, normal ve beklendik ve alışıldık osmoz buruşukluğumla huzur buldum. Pütür, hıtır, püsür kalmayıverdi. Kimyasallarla barıştım da giyindim... Gür lepiska saçlarımı ıslak koyverdim.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ünleme gel hanım

Herşeye karşı Çarşı'nın son icraatinde, dev nükte buldum! Akıllarına sağlık! Ne güzel yerde lise okumuşum da haberim yokmuş! Kafayı ebleklere takarsam olmaz tabii!

Evime, denizden, köfte kokusu geliyor! Saat 00:01!
Daha da ünlem işareti kullanmak istiyorum! Zararsız! Ünlemem!



Ne güzel, gecenin bu vaktinde, "rakı-peynir-Carl Sagan'lı Youtube" ritüelime köfte kokusu ve sahil yolu trafiği sesi katılması! Ne güzel! (Teşekkürlerim masanın ucunda, alıver...)

Peynir bitti, uykum başladı!

Carl Sagan'ın yapımında çalıştığı ve bizzat sunduğu Cosmos'u çocukken seyretmiştim. Benim kişisel seyahatimde, "insanlığın evrendeki yeri"ne uğramak, yetişkinliğim için planlanmış! Çocukken, sayılara ve diğer somut verilere daha çok odaklanmışım. "Biraz daha okuyayım..." dedim. Ufak varlığımıza, Sezen Aksu - Freddie Mercury düeti tarzıyla, yüksek değer verip; aynı zamanda, zorla, alçak gönüllü de olmayı istedim. Amazon'dan Cosmos'un DVD setini bulmak da nasipmiş...

Aniden, kafama, Taksim Meydanı'nda yürürken, kulaklıkla dinlediğim müzik yüzünden, kimliğimi kontrol etmekle görevlendirilen polisin sesini duymama ihtimalim çarptı. Kurşun gibi ağır ama neyse ki çok daha yavaş bu ihtimal nedeniyle, okumaktan da yazmaktan da cayacak gibiyim!

Banliyö trenlerinde görev yapan özel güvenlik elemanlarının bellerinde tabanca var. Tapança değil, tabanca! Aklıma gelen soruların farkında olan var mı? Aynı soruları soran var mı? Cevabı olan?
"Evet efendim, arkadaş sordu valla! Ben öylesine şey etmiştim..." diyerek, muhatap statüsünden kurtulmak istediğim kurum hangisi acaba?

Avukatımdan, gelişme haberi geldi. Hukuki dilde, uygulamadaki dayanaklar ve sebepler silsilesini doğruca anlatan avukatım, hukuk kararlarında mantığa aykırılığın nedenini anlatabilecek mi bilmiyorum. Hakkım sandığım hakkımı almak niyetiyle, avukatıma söz söyletebilmem için bir masraf daha karşılamam gerekiyor! İç yollardan önce iç kaynaklar tükenecek böyle giderse!

Bilgi Edinme Hakkı Kanunu'nu biliyor musun?

Youtube'da Scientology reklamı görmek, rüyada ak sakallı, transvesteksüel, sarı kıvırcık saçlı, Japon zencisi dede görmek gibi mi ne? Bir de güzelce bir kızın resmini kullanmışlar... Anlamadım ki... Misyonerlik bannerlara mı kaldı?

Bazı sabahlar burnundan soluyan deli adam olurken, bazı sabahlar da burnumdan nefes alamıyorum!
Nostrilojiye nazalım değsin! Böyle sinir, hiç kullanışlı değil!
Nörondan enerji üretirim!
Anksiyete santralleri kurmak lazım!
Kaygı nakil hatları da gayet şehir trafiğinden oluşturulabilir!
Öfkeni aktar bir kamyonete, yollarda dağıtılsın bütün gün!
Daracık sokaklarda öfkeli boğadan kaçanlar geldi şimdi gözümün önüne. Zodiac!
Kardiyak!
Ellediğim taksiden can havliyle kaçan insanların kalp atışlarını, Alan Parson'vari bir emekle kaydetsem. Müzik olsa... Dinleyemem ki! Tedirgin olurum!
Kendi kalbimin sesi hepsini bastırır mı? Bastırır! Estirir de ada yeli estirir...

Duş!
Suya gel hanım!