26 Ekim 2008 Pazar

Přeji jsem to mohl mluvit český jazyk



Beni için için (içim içim) kışkırtan şehirdi bu. Yıllarca merak ettim, gelmeye yeltenmedim hiç. Kafamın rutubetli bir kuytusunda, sisli manzarasıyla rahat rahat kuruluydu işte... Rahatsız etmedim.

Sonunda burdayım!

Önce, yine havası ve suyu sıcak, insanları mayolu bir yere gitmekti niyetim. En büyük aday da Thailand'ın bir adasıydı. Bakar mısın, sanki benim gittiğim şehir ihya olacak!
"Aday"mış! Dilimi yiyeyim!
Prag'daki 4. gecem.

Güzel bir uçuş oldu 23 Ekim'deki OK431. Bir Boeing 737-500 ile uçtuk. 80, 90 yolcu vardı. Bunların da 20, 25 tanesi, Polis Koleji bayan buz hokeyi takımıydı. (Spor yapan çocuklara “bayan” denmesini onaylamıyorum.) Uçaktan çıkınca bindiğimiz otobüste, bu kızlardan biri önce yanıma oturdu, sonra da yerini bir yaşlı amcaya zorla verdi. Adam bu nezaketin nedenini anlamaya çalışırken; kız, takım arkadaşlarına "Ne olacak canım! Gencim, güzelim..." dedi. "Şehre gidince güzel neymiş görürsün." dedim içimden. Otobüs, 20 metre gitti ve kapının önünde durdu.
Havalimanında, pasaport polisi bana tek bir soru sormadı; şaşırdım. Çıkışta, şoförümün henüz gelmediğini anlayınca, ortalıkta dolandım. Euro'larımı Koruna'ya değiştirdim. Beş dakika sonra, doğma büyüme Praglı olduğu her halinden belli olan şoförümü, elindeki soyadımdan tanıdım. Bu da insan aklının acayip ürünlerinden: herifin teki eline üstünde benim soyadım yazan bir kağıt parçası alıyor ve ben gidip “bu benim” diyorum.

Neyse, havalimanının önündeki yolun bir bölümü, yeni Skoda Octavia`nın tanıtımı için kapatılmış. Üstüne, bir de Prag'ın akşam trafiğini koyunca, 10 dakikalık yolu, 12 dakikada aldık. Otelimin önündeki yolun da bir bölümü, Roxy'ye malzeme getiren kamyonlar nedeniyle kapalıydı. Şoför özür dileyerek, tam otelin önünde değil de, karşısındaki sokağın köşesinde indirdi.

Otel 7 katlı. Odam 7. katta. Kahvaltı 6. katta veriliyor. Odalarda sınırsız, ücretsiz, kablosuz, sorunsuz internet mevcut. Oteli bulduğum ve tuttuğum booking.com'da yazan tek şikayet havlular hakkındaydı. Gerçekten de havlular kiremit yumuşaklığında. Sorun değil ama anlatılası...

Odaya eşyaları yığdıktan sonra hemen dışarı çıktım. Eski Şehir Meydanı'na seyirttim. Gece gece fotoğrafı çekilecek bir görüntü olacağını sanmadım. Kameramı yanıma almadım. İyi etmemişim.

Resepsiyondaki elemanın anlattığı ve haritada belirttiği üzere, kaybolmanın zor olduğu caddelerden Charles Bridge'e ulaştım. Yavaşça karşıya geçip, kaleye ertesi gün gitmeyi uygun gördüğüm için, geri döndüm.

Önce, Eski Şehir Meydanı'ndaki tarihi yapılar, sonra yol boyunca gördüğüm güzel hatunlar, en son da Charles Bridge ve iki yakasındaki binalar beni sarhoş gibi yaptı. Kendimi sakinleştirdim.

Yol boyunca Irish Pub'ların, müzik kulüplerinin, mini marketlerin (burada esnaf gerçekçi, hatta alçak gönüllü; İstanbul'daki çoğu süper marketle aynı yüzölçüm ve ürün çeşidine sahip olan bir sürü marketin tabelasında "mini market" yazıyor) ve lokantaların dağılımına, fiyatlarına ve eğilimlerine dikkat kesildim.

Otelimin altındaki mini marketten, her biri farklı marka 3 kutu bira, sigara ve çerez aldım. Odama döndüm. Televizyon karşısında keyif yapıp sızdım...

-----------------------------

Sonraki günlerde, Prag'ın eski ve yeni merkezlerinde adım atmadığım sokak sanırım kalmadı. St.Nicholas Kilisesi'nde Bach, Vivaldi ve Mozart dinledim.

Yarısı bakım için kapalı olduğu halde, dünyanın en büyük kalesindeki gezilerimi iki günde bitirebildim. İlk günkü gezimde, kendi iradem dışında yaşadığım en şaşırtıcı olay erkekler tuvaletinin kızlar tarafından basılmasıydı! Bazilikanın altındaki tuvalette, işeme sonrası yıkadığım ellerimi kurularken, tuvalete dalan 4 - 5 kıza şaşırdım. Diğer heriflerin de şaşırması ve konuk ağırlıyormuşcasına memnun gözüküp "buyur" takınmalarına da şaşırdım. Erkekler olarak kadınlar tuvaletine girmezdik(?). Şaşkın bir yüz ifadesiyle dışarı çıkınca, kadınlar tuvaletinin önünde 35 - 40 kızın kümelendiğini gördüm. İstemeden "Oha!" dedim ve bu 35 - 40 kızın 15 - 20 tanesi kahkahayı basıverdi! Ulan!

Zlatá Ulička'da arbaletle 5 atış yaptım.

Lobkowicz Sarayı'nda, ailenin ağzından dinlediğim tarihle ve koleksiyonlarındaki parçaların ihtişamıyla şaşırakestim.

664 senelik St.Vitus Katedrali'ni görmek için 37 dakika sıra bekledim. Black Sabbath'ın St.Vitus Dance'ını gülümseyerek andım...

1088 senelik St.George Bazilikası'nın köşesinden bolca sıcak köpek ve sıcak şarap aldım.

Menekşe'nin, ilk gece cep telefonumla çektiğim Charles Bridge fotoğrafına yaptığı haklı eleştiriyle, fazladan gaza geldim; bi nehirden görüntülemediğim kaldı 651 yıllık köprüyü! Üstündeki çalgıcı tayfasına vakit, algı ve bozukluk kaptırdım. 1-3-5-7-9-7-5-3-1

Eski Meydan'ın yakınındaki Seks Makinaları Müzesi'nde, insanların tarih boyunca nerelerine neler taktıklarına şaşırıp, 1921 senesinde İspanya Kralı'nın emriyle çekilmiş 2 kısa metraj porno film seyrettim.

McDonald's'ın üstünde ve kumarhanenin karşısındaki Komünizm Müzesi'nde, Çek Halkı'nın yakın geçmişine göz attım.

Ulusal Kütüphane Klementinum'da çocukluk aşkım Clémentine Dumat'ı hatırladım. Klementinum'un Aynalı Şapel'indeki fresklere şaşırdım. Gözlem kulesindeki rasat aletlerine dokunmamak için kendimi zor tuttum. Eski kütüphane odasının Amerikalı bir zengin tarafından kopyalandığını duyunca, şaşkınlığımı saniyenin 200'de birinde üzerimden attım.

Danseden Bina'ya bakıp bakıp, bunun ne kadar da Hollanda tarzı olduğunu düşündüm. Sonra öğrendim ki, Çek ve Kanadalı iki mimar tarafından yapılan ve Fred Astaire ile Ginger Rogers'ı sembolize eden yapıda, Nationale-Nederlanden konuşlanmış!

İlk gece yürüyüşümde uzaktan görüp metronoma benzettiğim şeyin, gerçekten Metronom olduğunu dibine gidince öğrendim. Kaidenin alt tarafına şablonla yapılmış Freddie Mercury imajları da ayrıca hoşuma gitti. Eskiden Stalin'in devasa ve sevimsiz heykelinin durduğu bu noktada şimdi kocaman bir metronom ve Fred'in yüzü var.

Malá Strana'nın sokaklarında avare oldum.

Berlin biletimi almak için gittiğim Hlavní nádraží'de uluslararası bilet gişesini bulana kadar canım çıktı. Benle beraber aynı yanlış sırada bekleyen yaşlı bir Amerikalı çift ve genç bir İtalyan'la yarıştım sayılır. İtalyan'ın fena acelesi vardı, yaşlı çift de fazla yavaştı... Sonunda 1'er saniye farklı hepimiz doğru gişeyi bulduk.

Kuğulara olan hayranlığımı kendi kendime kabul ettirdim. Uçak görünce hissettiğim şeylerin benzerini hissediyorum. Hemen kamerama sarılıyorum. Birbirinin hemen hemen aynısı olan bir sürü kuğu resmi çektim. Kuğulardan biri, ya kamerayı yemek istedi; ya da o kadar fotoğraf çekip kendisine yemek vermedim diye kızdı... Bilmiyorum. Az kalsın kovalıyordu! Kovmakla yetindi.

İlk akşam gittiğim yerlerin havalarından pek memnun kalmadım ve 2. akşam, otelden çıkarken resepsiyondaki genç çocuğa rock bar sordum. 4 tane tarif etti. Roxy'de disko programı vardı. Vagon'da insan yoktu ve kendisi yerin altındaydı. Rock Cafe de tenha ve yerin altında çıkınca, "bu kadar Taksim anısı yeter" deyip son şansım olan Batalion'a seyirttim. Sokakla aynı seviyede olması ve içerdeki insanların gülümsemesi sayesinde tav oldum. İlk 15 - 20 dakika dev ekranda yerli bir grubun konser videosu vardı. Fena değillerdi. Tanıtıcı bir ibare çıkmadı hiç. Üçüncü biramın, buradaki son biram olacağını düşünürken, Metallica'nın 1988 Hammersmith Odeon konseri peydah oldu! 3 veya 4 bira daha içtim.

Zaten bu şehirde içtiğim biranın, yediğim gulaş ve sosisin haddi hesabı yok. Acayip renkler çıkıyo içimden...
Avrupa'nın çoğu diğer şehrindeki gibi burda da fast-food dükkanlarında bira satılıyor. Komünizm Müzesi'nin altındaki McDonald's'da, kalın hamburgerimi kağıt bardaktan bira içerek tüketirken, kulağımda Velvet Revolver'ın You Got No Right'ı vardı. Tam son yudumu alırken Scott, "funny, right here I find myself inside a paper cup" dedi... Ben de "hmmm" dedim.
Bir de ilk iki gece, burda çektiğim fotoğrafların sadece bir kısmını Facebook'a yüklemekten uykusuz kaldım. Sonunda bunları sabahları yüklemeye ve tatilde olduğumu hissetmeye kara verdim.

Şimdilik bu kadar Prag yeter.

21 Ekim 2008 Salı

Not dazed and not confused!



Çocuklar oynar, o bakar.
Alnı pencereye yapışık; ruhu, rutubetten büzüşmüş.
Gözlerinde ne bebek kalmış ne de yaş; bebekleri büyümüş, yaşlanmış.
Kuruyan kafasını cama yaslamış.
Doğduğundan beri bu evde yaşamış.
Odası değişmiş ama yeni manzarası eskisinden farklı değil; sokakta oyun oynayan çocuklar. Adlarını bildiği ama bir türlü tanıyamadığı çocuklar.
Kurallarını bildiği ama bir türlü oynayamadığı oyunlar.
Kuru kafasından geçen tüm kötülüklerin çıkış noktası, oyunlar...
Pencerenin camını hiç kıramadı.
Kesmek istedi kendini, yapamadı.
Canına, yazın açılan pencereden atlayacak kadar da kıyamadı.
Güneşin sarısına kandı.
Çocukları da kovamadı; onlarla beraber büyüdüğü yetmezmiş gibi, hepsini çok sevdi.
Çocuklar onu hiç sevmedi.
Alnının izini camdan hiç silmedi.

--------------------------------

Amsterdam'a son kaçışımda, Yener Abi'nin denetlenme heyecanını, mavi bisiklet sevincini ve Dam Meydanı savurcağı dehşetini yaşadım.
Amsterdam'a son kaçışımda, kısa bir süreliğine Ventura oldum, İtalya'dan geldim. Levent ve Derya'yla hasret giderdim, Pınar'la muhabbet edip; hepsiyle bira, Jägermeister ve sigara içtim. Sigarayı barın içinde yakıp belaya yaklaştım ama Levent uzaklaştırdı sağolsun. Güzel hayatlarına imrendim, kendilerini bir kez daha kutlarım!
Amsterdam'a son kaçışımda, güzel müzik dokümanı topladım. Led Zeppelin'i erken mi tüketmişiz hacım? Bu kudreti, damarlarımdaki asil kana, kulaklarımdan ve gözlerimden yeterince dahil edebilmiş miyim?

--------------------------------

Ortaokul yıllarımda kendimi ve paramı ve vaktimi çokça kaptırdığım bilardo salonlarında, oyuna başlamadan önce, seçtiğimiz ıstakaların düz olup olmadığını anlamak için yaptığımız bir hareket vardı. İşlevi gereği, mümkün olduğunca düz olduğuna inandığımız masaya ıstakayı yatırıp, avcumuzun içiyle yuvarlardık. Istaka rahatça dönüp bir kaç tur atarsa, yeterince düz (düzgün) demekti. Yok, yalpalayıp, masa üstünde gürültüyle dönerse bombeli olduğunu anlardık.

Bazı insanların kişilikleri için de böyle basit bir sınama usulü ihtiyacındayım. Kişileri yere yatırıp yuvarlamak da güzel bir nostalji olabilirdi ancak, görünen bombeler kılavuz istemiyor...

12 Ekim 2008 Pazar

Raporlama

Sonunda kafatasımın dehlizlerindeki mikroorganizmaların isyanı bastırıldı.
Sinir ötesi operasyonlarımda bol miktarda tükettiğim kağıt mendiller, hala evimde şer yuvaları halinde çöp kutularında. Öp kuytularda!
Sol göz, sol kulak, alın yarısı, ense, boyun, çene yarısı ve sol şakak ağrılarım da geçti sayılır. Oh be gibi!

Paul Simon'ın Graceland'inden Diamonds On The Soles Of Her Shoes'un klibini yayınladı şimdi VH1! Neşe bastı!

Bülent Üstün en iyi "Gittin gideli bebek"ini bu hafta sundu sanırım! Özellikle gırtlak mikserine bayıldım. Bu da kendisiyle yapılan bir röportajdır.

Ford Fiesta sahipleri darılmasın ama bence pek iyi bir ürün değil kendisi...

Babaannem, halam, amcam ve annem "senin evlenme yaşın geldi artık" benzeri önermelerle bezeli önerilere başlar gibi oldular; ben de "Adriana Lima geldi de hayır mı dedik?" dedim. 5 dakika sonra da "evlenmek ve mutlu olmak çok zor artık, haklısın..." benzeri önermelerle aklımın hakkını teslim ettiler!

Bu arada, Adriana, anla artık!

Benden sana hayır yok...

5 Ekim 2008 Pazar

Kırığım


Burada değilim. Çünkü burası, senin bunları okuduğun yer ve üstelik, o kadar eminim ki yanında olmadığımdan şu anda! Kim olduğunun hiç önemi yok...

Aslında, bunları yazdığım yerde olduğumu bile hissetmiyorum.

(Tek istediğim kuru fasülye veya tas kebabı şimdi! Sonra da uyurum sanırım. Yürümek de güzel olabilirdi ama ne yeterince ışık var ne de motivasyon.)

Tabii ki hissedemem kendimi. Derdimi dökecek umman bulamayacağımı anladım ve kendi kendime bile gereksizce takındığım ciddiyetin baskısıyla, işi aptalca esprilere döküyorum. Gülen yok, yine de tanımı bu; "espri" !

Ne ayağımdaki acıyı ne de kıçımın kaşıntısını hissetmek, beni bana gerçek yapıyor.

Suratıma bakıp, ne yapacağını soran elemanlara verdiğim otomatik cevaplar sayesinde işimi ifa edebiliyorum ama işe yarar hissetmeyi unuttum uzun süredir.

Tatillerimde uzanıp rahatladığım deniz kenarları, tanıştığım insanlar, dinlediğim şarkılar ve okuduğum yazılar, beni hep aynı yönteme yönlendiriyor. "You'll never walk alone" değil!

Bazılarınızın tatilleri bitti; bazılarımızın tatili zaten yoktu.
Ölenler de oldu ve bazıları doğamadı...
Büyürken kafalarına sıkışıp kalanlarla beraber; vücutları ruhlarına bol gelenlerin, seneleri (alkol veya terle) destek yapmayı yeğlediklerini de gördük.
Tatile önden çıkan bazılarınız, katillere de arka çıktınız. Bilmeden sanırım.
Bildiğimi sanmazdınız.

Size dönüp zırvaladıkça, kendi kuyumdan uzaklaşabiliyorum.
Kuyum, kanatlı kurtarıcımın sesini emiyor, tüylerini bozuyor...

Kimseye "sen de kimsin?!" yok artık.