17 Aralık 2007 Pazartesi

Scent Of Death?

Dünya Sarı Votka Günü'nün 14. geleneksel kutlamasından henüz döndüm!
Bir tek uçabilme kabiliyetim eksik.
Hava o kadar soğuk ki, testislerim 31 yıl sonra tekrar böbreklerime kadar çekildiler.
Bu seneki kutlamada Alper ve Serhat ciğerlerimle beraberdim.
(Eve dönerken Levent'i özledim. O özleyebiliyor mu acaba?)
Serhat en kıdemli bronşcuğumdur.
Benim asıl solunumumu arkadaşlarım sayesinde yaptığımı bilmeyenler, öksürmeme neden olanlardır zaten.
Dışarda sarı votkayı kutlarken içinde olduğum kıyafetten kurtulup, Compaq'in başına oturduğumda; yanımda bir kase fındık, bir bardak koyu Ale ve yeni yakılmış bir Winston vardı. Burnuma acayip bir koku geldi.
Bu ani koku, aniden yok oldu ve beni ani rahatsızlığımla yalnız bıraktı.
Çöp gibi ama daha saf bir pisliğin kokusuydu.
Sonra, aklıma bugün yaptığım şizofreni esprisi geldi. Şimdi benim komik bulamadığım bu esprime, ofistekiler neden gülmüşlerdi, gülümsemişlerdi? En azından beni kırmayacak kadar kibar insanlarla çalıştığımı anlayarak mutlu olup, biramdan keyifli bir yudum aldım.
Sigaramdan bir nefes çekip, arkadaşlarımdan bu sinsiliğim nedeniyle özür dilemek isteyip, yeni indirdiğim Queen Tribute albümünün keyfiyle bunları yazdım...
Şimdi sigaram bitti, biram yarım.

Martin Brest'in filmi geldi aklıma: Scent Of A Woman
Büyük ihtimalle, nemli küllükte soğuyan sigara külünden gelen kokuyla ilişkilendirişim, bu filmin adını bu yazının başlığında esin malzemesi yaptı.
Sigara öldürür. Save Me'yi seyredip dinlersen, derdimi anlarsın sanırım.

Okumak da eklenebilir:

It started off so well

They said we made a perfect pair

I clothed myself in your glory and your love
How I loved you,
How I cried.....
The years of care and loyalty
Were nothing but a sham it seems
The years belie we lived a lie "I'll love you 'til I die"
Save me
Save me
Save me
I can't face this life alone
Save me
Save me
Oh... I'm naked and I'm far from home
The slate will soon be clean
I'll erase the memories,
To start again with somebody new
Was it all wasted
All that love?.....
I hang my head and I advertise
A soul for sale or rent
I have no heart, I'm cold inside
I have no real intent
Save me
Save me
Save me
I can't face this life alone
Save me
Save me
Oh... I'm naked and I'm far from home
Each night I cry,
I still believe the lie
I'll love you 'til I die

24 Kasım 2007 Cumartesi

Stunning Cunts

Geçen hafta bir akşam Horrible ile evde oturup Cunning Stunts seyrettikten 3 gece sonra, rüyamda, başka bir Metallica konserindeydim.
Bu konserde Jason gruba geri dönmüştü. Mutluydum.
Jason Newsted, yaramaz, bela çocuk ifadesiyle ve zerafetten nasibini almamış sesiyle; umursamazlık sembolümdür. Küçüklüğümden beri imrenip, kişiliğime bir türlü oturtamadığım bu "umursamazlık" aparatını, algımın büyük bölümünü kulaklık veya hoparlörlerle kısıtladığımda, omuriliğime bağlayabilen teknisyenlerden biridir bu 44 yaşındaki velet. Bu duruşu yüzünden de, rüyamdaki konserde kendisinin de olması benim sırıtmama yol açmış. Sırıta sırıta uyandım. Yatakta dikildim.
Böyle bir detayla mutlu olmak yüzünden kafam karıştı.
Zamansız bir rüya, zamansız bir sırıtma, samansız bir karışıklıktı...
Canım sigara çekti. Canım rahatlık çekti.
Çünkü her değişikliğin zamanı vardı ve bu ani değişiklik zamansızdı; dolayısıyla rahatsız ediciydi; çünkü ben rüyasında dahi "umursamaz" olamayan biriyim. Eminim ki rüyamda Adriana görmek de (eski grubuyla beraber Jason görmek kadar olmasa da), yaşattığı mutluluğun ardından bu gibi bir endişeye yol açardı.
Değişiklikler, zamanında olmaları gerektiği kadar, kabule yatkın da olmalılar.
Az önce telefonda görüştüğüm ilkokul öğretmenimin sesi ve o sesle söyledikleri, nöronlarımın 24 sene öncesiyle şimdi arasına sıkışmasına yol açtı. Zaman ve algı görecelidir; 24 senede gezegen soğumaz, evrim olmaz...
Umursarlığımın mimarlarından olan öğretmenimin telefondaki sesi, anne şefkatiyle yoğrulmuş ilgi doluydu. Sıcaklık hissettim.

Doğrusunu istersen,
....doğrusunu istemelisin...

Aslına bakarsan,
...sahtesini kabul etmezsin.

Uzun lafın kısası,
...anlamsız gelebilir.

Cesaret edemiyorum!
Çok aptalca ama, yazıya başlarken aklımda olan çekirdek konudan çok uzaklaştım. Hatırlamıyorum.
Güzel işlenecek bir malzeme gibi gelmişti. Geçişler planlamıştım... Tıkanmadılar, eminim. Kayıplar!

Herşey siyaha kaçıyor. Herşey birbirine yapışarak, içe kıvrılarak, tahriş ederek, karanlıkta kayboluyor.
Uzun düz siyah saçlar, kıvrıla kıvrıla kafa derisine hızla çekiliyor ve gözler sönüveriyor. Dolunayın aydınlattığı sokaklar, yere çöken bulutların ve siyah arabaların egzostlarından çıkan yarasaların gölgesiyle kayboluyor.
Zaman geçtikçe, parlak ve mutlu dün, saldırgan ve puslu yarın tarafından karartılıyor.
Kartopu yuvarlandıkça, topladığı karla artan kütlesi sayesinde, daha kalın kar tabakasını kaldırarak ilerliyor ve alttan yeşil çimen değil, çorak toprak gözüküyor. Kartopu artık çocukların oyuncağı değil, katili...
Gibi...

Siyah olmayanlar da soluk.
Gibi...

Şerefe!

7 Eylül 2007 Cuma

Jenna?

Az önce eve geldim.
Eve girdikten hemen hemen yarım saat sonra, çok güçlü gök gürültüsüyle beraber, bardaktan boşanırcasına yağmur başladı...
Sadece, gök gürültüsünden çok korkan kızım Jenna'yı merak ediyorum.
O nasıl hissediyor acaba şimdi? Güvende mi?
Umarım öyledir...
Masumum benim...

30 Ağustos 2007 Perşembe

Bakırköy cenderesi

Şu son tatilimde, buraya yazacak o kadar çok şey yaşadım ki, hevesim bitmiyor. Yazdıkça, yazmaya devam etme isteğim artıyor. Yine de, yorgunluğum ve ağrıyan sırtım nedeniyle, bir noktada pes ediyorum.
Korkarım, sonlara, baştan savma bir özet koyacağım.

Kendimi gergin ortam, kişi, olay ve zamanlardan kurtarmak istiyorum. Bu tür kurtuluşun en güzel yollarını veren işimin, beni en çok geren aktivitem olması ironik mi, salakça mı?

Kızılderili soykırımı yok mu?

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Güney Rahatı

* "Vatandaşlık Bilgisi" diye bir ders vardı. Bütün millet kopya çekerek geçmiş anlaşılan...
* Rock Am Ring'de sahneye çıkmak istiyorum. Sahnede ne yapacağıma çıkınca karar veririm. Büyük ihtimalle, önce, heyecandan, kısık sesle geğiririm. Duyarlar yine de tabi. Sonra dişlerimi gösteririm.
* Tolga, geçmiş olsun kardeşim. O kadar da kaba değilmiş değil mi orası...?
* Çoğunuz beğenmediniz. Ben yine de iddia ediyorum: Arctic Monkeys iyi müzik yapan, başarılı bir müzik grubu ve daha da başarılı olacaklar.
* Abdullah Abimiz'e yeni görevinde başarılar diliyorum. Terfisinde emeği olan tüm kumpanya arkadaşlarının desteğinin devam edeceğinden şüphem yok. Yakıştı be abime evelallah!!
* 20.08.07 sabahı uyanınca anlamıştım ki, denize yakın olmanın verdiği rahatlıkta bile, yataktan üzgün kalkılabiliyor. Bu sabah anladım ki, gülümseyerek uyanmak için, mutlaka deniz kenarında uyumak gerekmiyor.
* Gelelim Muğla sınırları dışında yaptığım ender güney tatillerinden birinin tasvirine...

13 - 14.08.07

13.08.07 akşamı iş çıkışında, aylardır dayandığım yoğunluğun içinden, seyrekliğe geçişin mümkün olduğunu idrak etmenin mutluluğu yüzümden okunuyordu sanırım. Üniformamı zevkle ofise bıraktım. Hazlı ve hızlı adımlarla havalimanının altındaki metro istasyonuna gittim. Otogara geldiğimde, laktik asitten kokteylim hazırdı. Kafam, otobüsteki yerime yerleşince hepten iyi oldu. Bu mevsimde TK'nın Antalya veya Dalaman uçaklarını denemekten vazgeçerek, daha çok gerilmekten nasıl da kurtulduğumu anımsayıp, sırıtışımı bir derece daha belirginleştirdim. Gözümün önünden, parlak güneş, dalgalar, soğuk bira dolu şişeler, deniz altı görüntüleri, bikiniler ve bikinilerin sahibi kızlar ayrı ayrı geçiyordu. Geçit resmini bölen muavinin sorusunu cevapladıktan sonra, ağzımdan akanları temizledim.
16 saat sonra (öğlen 13:00'de) Kaş otogarında durduk.
Kalkan'dan beri daha dikkatli izlediğim görüntüler beni etkisi altına almıştı. Özellikle de, masmavi suda sık aralıklarla gördüğüm kirli beyaz atıkları düşünüp, hem meraklandım hem de sinirlendim. Tatilimi kucaklamıştım, kendisiyle sevişmeme engel olamayacaktı hiçbir şey.
Önce, otobüsten inip bagaj tarafına yürürken, Kaş'ın öğlen havası sıcak nefesiyle tahriş etti beni. Bu tahrişle tahrik olmaya çalıştım ve çantamı sırtıma vuracak gücü buldum. Tatilim hala kucağımda, bana güzel gözlerle bakıyordu.
Otogardan çıkınca Çınar'ı andım. Bir hafta kadar önce Kemal Abi'nin yerinde, beni yirmi dakika esir alıp çizdiği ve neredeyse, kaldırım taşlarına kadar detayla anlattığı Kaş planı işe yarayacaktı sanırım.
Otogarla meydan arasındaki kavşakta, trafik ışıklarının fonksiyonsuzluğuna şaşırmadan; cep telefonuma baktım. GSM operatörümün müthiş hizmetiyle öğrendim ki, annem, Funda ve Antalya'da yaşayan biri tarafından aranmışım. Annemi ve Funda'yı haberdar ettikten sonra, Antalya numarasını aramanın gereksiz olduğunu, çünkü az sonra yüzyüze görüşeceğimi düşündüm. Adımlarıma devam ettim.
Gölgesiz bedenimi, doğru yerden sağa döndürüp, Kaş Camping'e yöneldim. Beynimin son sağlıklı kıvamında, Hakan'la muhabbet etmek istedim ve Kaş Devlet Hastanesi'nin önüne gelince sohbeti kestik ve yoluma devam ettim.
Kısa bir yürüyüşten sonra Sedat'la tanıştım. Selamlaşma sonrası, yüzümden akan terin de etkisiyle, duyduklarıma sakin cevap vermekte zorlandım:
- Merhaba, Burçak ben, iki hafta öne rezervasyon yaptırmıştım telefonda.
- Haaa merhaba. Biz seni çok aradık.
- Nasıl yani?
- Dün aradık hep, bu sabah da aradık.
- Dün aramadınız, telefonum hep açık ve yanımdaydı. Az önce, otobüsten inmeden on dakika önce aramışsınız. Ne oldu, odayı başkasına mı verdiniz?
- Sen Çınar'ın arkadaşısın değil mi?
- Evet...
- İşte, Çınar'ın başka bir arkadaşı, bir bayan aradı; Çınar'ın arkadaşının rezervasyonunu iptal ettiğini söyledi.
- ??????? Ne? Etmedim. Benden duymadan, bana ulaşıp teyid etmeden bunu yapamazsınız.
- Valla Selin Hanım'la konuşmuş.
- Selin Hanım'ı tanımıyorum. Ben iptal etmediğim sürece, başkasının sözüyle nasıl hareket edersiniz ki? Rezervasyon yaptırdım ve geldim.
- Seni bu gecelik bir pansiyonda yatırsak?
- Başka yere gidersem, buraya dönmem ki zaten. Ayrıca, bir hafta sonra gelecek dört arkadaşım ve Eylül'de gelecek ailem de burada kalmaz. Bence bana burada bir oda ayarlayın.
- Seni sahilde yatırsak bu gece? Battaniye veririz.
- Hadi? Yok, o da olmaz. Oda olmalı.
- Gel bi Selin Hanım'la görüşelim.
- Görüşelim.

Denize daha yakın bir konumdaki çardağın altında, bir grup insan ekranda su altı görüntülerine bakıyordu. Selin Hanım'a yaklaşan Sedat, kısık sesle bir şeyler konuşurken, ben de Selin Hanım'ın ne kadar da genç olduğunu düşünürken; masanın ötesinden biri kafasını kaldırıp "Vaaaayyyy! Naabbbeeerrrr yaaa!" diye bana seslendi. Gözlüklerimi çıkarıp tanımaya çalıştım. "Merhaba, birine benzettin herhalde?" dedim. Kel kafam ve güneş gözlüklerim yüzünden bir arkadaşına benzetmiş. "Yine de selamlar" dedim. O da selamladı.
Bu arada Selin Hanım ve Sedat'ın konuşmalarından şu sonucu çıkardım:
Gerçekten birisi gelip veya arayıp, birinin arkadaşının rezervasyonunu iptal ettirmişti ama, Çınar'la ve benle bir ilgisi yoktu; Sedat yanlış anlamıştı. Bana "Mavi"yi vereceklerdi.
Geçen kış yaptırdıkları yeni ve daha fazla konfora sahip odaları renklerle adlandırmışlardı. "Güzel insanlardan, güzel bir uygulama ve güzel bir çözüm!" diye düşündüm. Sedat'a da tedbir cümlemi sarfettim hemen: "Basit oda fiyatından kalıyorum yalnız... Fiyat farkı vermem." Anlaştık.
Oda hazırlanana kadar beklemem gerekiyordu. Rotterdam'daki Maritime Hotel geldi aklıma.
Üstümü Sedat'ın odasında değiştirip, denizin tepesindeki çardak-lokanta-kafe'ye oturdum.
Terden ve gerilimden kurtulmanın da verdiği rehavetle çöktüm sandalyeye.
"Haftasonunu Bakırköy'de geçiren Bağcılar genci" görüntüsünde biri bana yaklaşıp, ne istediğimi kötü bir İngilizce ile sordu. Dikkatimi, saçlarından ve suratını kaplayan gözlüklerinden alıp, serinletici bir içecek talebinde (Türkçe) bulunmaya çalıştım. Nedense, soğuk kapuçino önerdi. Kahve içemeyeceğimi söyledim. Kahve olmadığını, kapuçino olduğunu söyledi. Buzlu çay istedim. Limon aromalısı vardı sadece, kabul ettim. Sonra da kaşarlı tost istedim. İçine kaşardan başka bir malzeme koymalarını istemeyince şaşırdı. Şaşırmasına şaşırdım ben de...
Bir şekilde, İngilizce'yle uğraşmaktan vazgeçti. Sonra, 19 yaşında bir Eskişehirli olduğunu öğrendim. Erkek olmanın gururunu taşımaya yeni başlamıştı. İçimden, darbelerden muaf bir hayat dilerken, dışımdan gülmeye engel olamıyordum. Müziğimle başbaşa kaldım sonunda.
Etrafa bakındım. Güzel tasarlanmış bir mekana benziyordu. Sahilde iki iskele vardı. Sağdakine "Sundiving"in teknesi bağlıydı.
İnsanlar denize giriyor, soldaki iskeleden suya atlıyorlardı.
Bir saat kadar sonra Sedat gelip odanın hazır olduğunu haber verdi.
Resepsiyondan çantamı alıp Mavi'ye geçtim. Klimayı çalıştırıp, duşa girdim.
İki saat kadar uyudum sonra...
Uyanınca, önce, sahile inip denize mi girdim, yoksa çardak-lokanta-kafe'de oturup bira mı içtim, yoksa direkt siyah şortumu ve Guernica tişörtümü giyip ilçe merkezine mi yürüdüm, hatırlamıyorum.

























Akşam üzeri, ilçe merkezine yürürken, önünden geçtiğim amfitiyatro beni kendine çekti. Onca kayanın kütle çekim gücü var tabii...
Elimde kamera, altımda bez ayakkabılar, gözümde güneş gözlükleriyle beni yabancı turiste benzeten teyze "Helllooo!!" dedi.
- Merhaba teyzecim, iyi akşamlar.
- Tump! Tump!?
- Efendim teyze?
- Tump!
- Tump ne teyze?
- Mejaaa mejaaa
- Ha mezar?! Tomb!
- Görcen mi?
- Nerde ki?
- Hemen şurda. Üç tane. Gel götüreyim seni.
- Yok teyze, sağol ben kendim giderim. Hadi iyi akşamlar.
- Hmmrmımmmmhhfffff

Tiyatroda biraz resim çektikten sonra Bahadır'ı aradım. Selamlaştıkan ve kısaca konuştuktan sonra;önce bir şeyler yiyeceğimi, sonra kendisini tekrar arayacağımı söyledim. Akşam yemeğim için mekan ararken, Kaş'ı da biraz tanımış oldum. Hakan ve Çınar'ın defalarca övdüğü Hideaway'in ön girişini buldum. Sonra, Çınar'ın övdüğü Sezgin'de sulu yemek yemeye karar verdim. Vermez olaymışım.
Yemekten sonra Hideaway'e yönelip Bahadır'ı aradım. O da geldi ve oturup muhabbet ettik. Sonra eşi Özlem'in çalıştığı sergiye gittik.
İstanbul'dan fırlayarak gittikleri Kaş'ta kurdukları hayatı, beraber çok güzel sırtladıklarını gördüm. Mutlu oldum.
Hepimiz yorgunduk.
O gece erken bitti.

15.08.07

Sabah, erken uyandım ve sahilde az insan varken denizin tadını çıkarmak istedim. Sahile indiğimde, henüz kimsenin gelmediğini farketmek hoşuma gitti. Huzurumu tamamıyla tadına vararak yaşadım. Ilık ve dalgasız denizin verdiği enerjiyle, Kaş Camping'in sabah ışığında resimlerini çektim.

Şöyle ki:



















Daha sonra, üstteki mekana çıkıp kahvaltı almaya çalıştım. Bu noktada, yine Çınar'ın sempatiyle bahsettiği Şehmuz'la temas kurdum. Selam almayan, cevaplarını pintice veren bir adam olmasını, sabah mahmurluğuyla açıklamaya çalıştım kendime.
Kahvaltı masamdan Meis'e dalıp, müziğin tadını çıkardım.
Bütün gün sahilde uzanıp gölgelendim. Denizde dibe bağlı sörf tahtasına çıkıp güneşlendiğim de oldu. Genelde karada, yere paralel ve tüketimden uzak şekilde Gündüz Vassaf okudum.
Akşam, duş alıp, üstümü değiştirmek için odama gitmeden önce, Şehmuz'a uğrayıp öğlen yediklerimin ücretini ödemek istedim.
Sabah ne aldığımı sordu. Kahvaltı aldığımı ama, kahvaltının oda ücretime dahil olduğunu söyledim. Şaşırdı. Ödeyip çıktım.
Akşam yemeğini, bu sefer Bahadır'ın önerdiği "Kaşım" da yedim ve memnun kaldım.
Yemekten sonra, önceki akşam yeterince bakamadığım fotoğraflara bakabilmek ve sohbet etmek için Özlem'in çalıştığı sergiye gittim.
Kaş ahalisi, bu sergi için eski fotoğraflarını vermiş. Geçen iki yüzyıldan da kareler vardı.
Bülent Ecevit'in, Deniz Baykal'ın son derece mütevazı ortamlarda konuşurken çekilmiş pozları, hayatı boyunca kılıç balıklarıyla uğraşmış balıkçı amcanın gençliği, Kaş'ın yavaş yavaş nasıl imar edildiği ilgimi çekti.
Bahadır'ın da katılmasıyla, balkonda tatlı bir sohbet ettik.
Sonra erkek erkeğe dışarı çıktık. Bahadır'ın bazı arkadaşları katıldı bize. Efendi'ye gittik, balkonda efendi efendi oturduk. Alt kattan gelen berbat canlı müzik bizi kaçırdı ordan. Bahadır'ın arkadaşlarından birinin köpeğiyle hayli içli dışlı olduk.
Sonra, kampa dönüp yattım ben.

16.08.07

Bir öncekinden tek farkı, bulduğum şezlongun konumu olan bu gün de dinlenceyle geçti.
Akşam üzeri, acıkınca, Eskişehirli ergen elemandan iki tane çizburger istedim. İkisini de benim yemeye niyetli olmama şaşırdı. Şaşkınlık cümlelerini bitirememişti ki, Şehmuz araya girdi ve siparişleri adisyona yazmak için müdahil sorular sordu:
"Nedir? Çizburger mi? İki tane mi? Sana mı?"
Müşteriliğimden utanmak üzereydim. "İki tane almayayım mı?!" dedim.
20 dakika kadar sonra çiğ köfteli çizburgerlerim geldi. Hesabımı ödemek istediğimde, Şehmuz, henüz alışamadığım sorusunu tekrar sordu: "Sizin sabah ne vardı?"
Kahvaltımın oda ücretime dahil olduğunu tekrar hatırlattım.

Çizburgerlerim bitince, masama yaklaşan genç bir tatilci "oturabilir miyim?" dedi.
Kabul ettim.
Sıkıntıdan, konuşacak adam arıyordu.
Benden 7 yaş küçüktü ama muhabet edilebilen bir insandı. O akşam sağa sola gittik; Bahadır da katıldı bize ve Mavi Bar'da müzik dinledik.
Mavi'nin DJ'i Beyoğlu'ndan tanıdığım bir eleman çıktı. Kısa süre de onla muhabbet ettim. Sonra tuvalete girdim.
Tuvaletin girişinin üstüne asılmış resim daha sonra dikkatimi çekecekti.
Stevie Ray Vaughan'dan Little Wing duymak istedik.
Duyduk, dinledik, mest olduk.
Mavi'den çıkınca, Bahadır yorgun olduğu için eve gitti.
Hideaway'e uğradık ve ben ev yapımı buzlu çay içtim. Yeterince serinleyince kampa döndük. Ertesi sabah Meis'e gitmeyi kafaya koymuştum.

17.08.07

David Gilmour'un son albümü On An Island'a ilham kaynağı olup, albümün açılış şarkısına da adını veren ada Castellorizo'ya gitmek için sabah erken kalktım. Limana yürürken, amfitiyatronun yakınlarında durup, Meis'in ve kampın resimlerini, sabah ışığında, çektim.

Şöyle ki:



















Bir seyahat acentasının işlettiği Meis Express saat 10:00'da kalkıyordu. Pasaport ve yurtdışına çıkış haracı işlemleri için 09:00 gibi adamların kapısında belirdim. Biletim, ücretim halledildikten sonra sahile yakın bir çay bahçesinde tost yiyip çay içtim. Bir de, gidip rahat bir çift sandalet aldım.
Saat 10:00'da limana varıp, tekneye bindim. Üst katta, en önde, tentenin altına yattım.
Demir almadan önce, yolcu manifestosu tamamlandı, çoğunluğu İtalyan olan yolculara su ikram edildi.
Yüzüstü uzanmış, limanın görüntüsüne kapılmışken Bakırköy TCDD Emekliler Lokali'nden tanıdığım Mesut Abi'yi gördüm teknenin burnunda. Ayaküstü sohbet ettik. Sevindim.
Sonra, Kaş limanındaki yetersizliğin neden olduğu karmaşayı gülümseyerek seyrettim. Birbirine çarpmamak için ileri geri defalarca manevra yapan tekneler ve karışan demirler, halatlar, yol bekleyenler, bana Atatürk Havalimanı'ndaki yer trafiğini anımsattı.

Şöyle ki:



















Sıra bize gelince, yavaş yavaş çıktık limandan ve 2 deniz mili ötedeki Meis'e yöneldik. Yolda, Kaş Camping'in de önünden geçtik doğal olarak.

Şöyle ki:



















Meis'e yaklaştıkça merakım artıyordu. Önceki akşam Hideaway'de bulduğum Castellorizo kitabından öğrendiklerimle, kafamda bir resim canlandırmaya çalışmıştım. Örtüşecekler miydi?
Zamanında 12000 nüfusu olan bu adada hayat şimdi nasıldı? Her türlü ihtiyacını Türkiye'den karşılaması daha ekonomik ve kolay olan bu adada insanlar nasıldı?
Tekneden iner inmez, beklediğimden daha az canlı bir yere geldiğimi anladım. Öğleye yaklaşmasına rağmen, bu mevsimin bu saatinde ortalıkta bu kadar az insan olmamalıydı. Ya da olmalıydı da, ben alışmalıydım.

Önce limanı turladım.


















Sonra ara sokaklardan yükselmeye başladım.
Evlerin tasarımı, ilkokul öğrencilerinin resimlerinden çıkmış gibiydi. Gayet estetik.
Sokaklarda, tek tük insan gördüm. Hepsi de "kalimera" diye selamladı anında.
Aralarda bir yerde bir avluda takıldım kaldım:



















Başıma geçen güneşi çıkarmak için limana döndüm ve bir tur daha attıktan sonra, yaşlı bir amcanın işlettiği kafeye oturdum. Gayet düzgün İngilizce konuşan bu adam, bütün yiyecekleri kendisinin ürettiğini söyledi. Ben de karışık meyvalı bir turta ve buzlu çay istedim. Tükettikten sonra tuvalete girdim ve elimi yıkarken sabunun markasına dikkat ettim: "Lux - Sıvı El Sabunu"! Şaşırmamalıydım. Hemen her türlü alışverişlerini Kaş'ta yaptıkları için, burada Türk Lirası bile geçiyordu. Ürünlerden ve servisten ve sohbetten gayet memnun kalıp, teşekkürlerimi esirgemeden, yürümeye koyuldum tekrar.

Bu sefer, adanın kuzey tarafına, limanın doğusuna doğru yürümek istedim. Burnu dönüp arkadaki Mandraki Koyu'na ulaşacaktım. Limanın girişindeki eski caminin yanından sağa doğru kıvrılan taş yolu takip ettikçe, güneşle yüzleşiyordum. Yamacın yanından, maviye baka baka yürürken bazı görüntüler beni mest etti.

Şöyle ki:



















Daha da arkaya geçip, Mandraki Koyu'na ulaştım. Niyetim, denize girmekti ama burada suyun sığlığı nedeniyle mümkün olmadı.





Mandraki Koyu'ndan dönerken, bir teyze bana "Italiano?!" diyerek geldi. Ben de İngilizce, İtalyan olmadığımı söyledim. Yol sordu. Az önce geçtiğim inşaat sahasının arkasında kalan yolu ve limana giden yolu tarif ettim. Bir Yunan adasında, bir İtalyan kadına, İngilizce yol tarif eden bir Türk erkeğiydim artık. Sırtım yere gelmezdi...
Acilen serinlemem gerekiyordu. Saatlerdir güneş altında ısınmıştım. Çantamdaki içme suyunu kafama döktüm ve az önce gördüğüm kayalıklara inen merdivenlere kadar yürüdüm.
20 - 30 basamakla aşağı indim, tişörtümü ve çantamı basamaklardan birine koyup suya atladım.
Burnu dönen hafif akıntı sayesinde, burada yüzmek çok eğlenceliydi. Tepede süren tadilatın gürültüsü bile müzik gibi geliyordu.
Bir süre sonra merdivenlerden inen güzel bir kız gördüm. Suya girmeye pek hevesli gözükmüyordu. Eğilip ne kadar derin olduğuna bakıyordu ve çekiniyordu.
Kıyıya yaklaşıp, atlamaya yeterince derin olduğunu söyledim ama anlayıp anlamadığını anlamadım. Hiç söz söylemeden, aval aval suya bakmaya devam etti. Ben de tekrar uzaklaştım kıyıdan. Su çok rahatlatıcıydı.
Bir kaç dakika sonra sol ayağıma kramp girdi. Acısı dayanılmaz değildi ama yine de kıyıya yaklaştım. Etkisi artınca kıyıya çıkıp kayalara bastım ve geçti. Biraz daha durup dinlendim ve kafatasımda biriken suların çıkmasına en iğrenç şekilde izin verdim. Oturduğum basamakların iki yanındaki kayalara baktım. Tarihi düşündüm. Olası bir depremde ezilerek mi boğularak mı ölürdüm acaba?
Sonra tekrar suya atladım. Limana ve adanın ilerisinde duran küçük adacıklara baka baka keyiflendim ve serinledim.
Aklıma David Gilmour geldi. Acaba o burada ne yaşamıştı, ne hissetmişti?
Kıyıya çıkınca, Ozan'ı aradım. Burada da Turkcell gayet rahat çekiyordu. Kendisine gayet güzel şeyler anlatacakken, sesindeki bunalmışlık beni tekrar suya itti.

Sudan son çıkışımda, mayomu kurusuyla değiştirdim ve soğuk bir şeyler tüketmek ve teknenin kalkışını kaçırmamak için limana döndüm. Teknenin önünden geçerken, çantamı gelişte uzandığım yere bırakmayı akıl ettim; ayrıca havlumu da astım.

Bu sefer suratsız bir hatunun servis yaptığı bir kafeye oturdum ve karışık meyvalı yoğurt istedim. Yoğurt kabıyla birlikte, üzerinde "Greek Honey" yazan iki küçük kutucuk geldi. "Hadi bakalım" deyip balı da kattım kaba. Kutuda kalan azıcık balı da dilimle test ettim. Dünyanın pek çok yerindeki bal çeşitleriyle aynıymış gibi geldi.

Yurt dışına çıkıp da "Free shop" a uğramamak olur mu?!
Teknenin durduğu yerin hemen yanındaki Duty-Free tabelasının altından girdim on metrekarelik dükkana. Bahadır ve Özlem'in sipariş ettikleri sigaradan yoktu. Southern Comfort SPL'dekinden 1 € ucuzdu. İlgi çekecek bir ürün göremedim.

Vakti gelince tekneye binip ülkeme geri döndüm.

Kaş limanına varınca, Mesut Abi'yle teknede muhabbet ettik. Muhabbetimiz, pasaportlarımızın kontrolden dönmesini beklerken de sürdü. Kaş'a nasıl ve neden yerleştiğini, neler yaptığını, Kaş'ın yapısını anlattı bana. Bazı yerleri tavsiye etti. Pasaportlarımızı aldıktan sonra da motoruyla kampa bıraktı. Ertesi gün Kaçkarlar'a gidecekti. Umarım sağlam ve mutlu şekilde dönmüştür.

18.08.07


Sabah uyanınca, sakin sakin, tuzlu büyük suya gittim. İçine girdim. İçinde, sağa sola hareket ettim, ilerledim, geriledim, aşağı baktım... Sonra, sakin sakin dışına çıktım ve kahvaltımı istedim. Kahvaltıma eşlik etmeyen tavuk yumurtasını kovalamadımsa da, avladım denebilir. Şehmuz ve Bağcılar profiline sahip Eskişehirli ergen erkek, nedense, kolesterol seviyemi benden fazla düşünüyorlardı sanırım.

Yumurtamı sinirle ısırıp, yutabileceğim kadar parçalayınca, rahatça yuttum. Sindirmeye bile başlamışımdır o ara...

Hakan'ın "honolulu" dediği sazdan şemsiyelerden birinin altına serildim yine. Bu sefer iki şezlong kapladım yalnız. Öğleden sonra varacak olan Funda'ya, Kalkan'da durduklarında bana haber vermesini tembihlemiştim. Bu haberi alabilmem için, cep telefonumu MP3 çalarımdan daha iyi duymalıydım. Bu amaca uygun bir ayarlama yaptım tabii ki. Şekil şemal yaptım da denebilir.

Öğlen civarında haberdar edildim ve şezlongların tecavüze uğramayacağından emin olarak kamptan çıkıp ilçe merkezine yürüdüm. Otogara tırmandım. Çok terledim. Otobüs firmasının ofisinde ferahlama niyetim tek gücümdü. Çünkü hava çok sıcaktı.

13:00 civarı otobüs geldi ve Funda o otobüsten şöyle indi:




Elindeki yastığı görünce, sakin ve kendime ait, erkek tatil günlerim, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti. Artık bir hatunla tatil yapacaktım. Arkadaşım da olsa o bir hatundu. Yıllardır bunu bize hissetirmese de, Funda erkek değildi! Katlanacaktım, arkadaşım için...

Kampa gittik ve Funda kendine tuzlu suda ve soğuk birada geldi. Sonra hep uyudu.


(güncellenecek)

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Ben burayı sevmiyorum, orayı seviyorum!

Beyoncé'nin kıçı kadar bir mekanda yaptığım tatilden yeni döndüm.
Tatilimden, yerini benzettiğim şeyden alabileceğim kadar keyif aldım.
Döner dönmez gırtlağıma kadar girdiğim iş ve şehir temposu nedeniyle; şimdi sizi resim ve hikayelerden mahrum bırakıyorum.
Sıkı durun lakin!
"Tump tump"tan, yumurtaya, İngiltere'deki ruhsattan, Castellorizo'ya anlatacaklarım var.
Unutmam inşallah.
Ha! Bir de, Adriana'ya ulaşabilme imkanı hayalini nasıl ıskaladığımı anlatacağım.

Sevgiler tabi!

12 Ağustos 2007 Pazar

brighton rock

Karanlık bir kişilik. En yakınları bile bilmez, ışığa duyduğu açlığı.
Master Of Puppets'dan bihaber, çoğu beğenisi.
Hayatını hızla tüketiyor.
Rüyaları ezik.
Adını hatırlamayacaklar.
Böyle karanlık bir güne doğmamıştı. Hatta ilk beş yılı, sonraki beş yılından daha aydınlıktı. Kararma ivmesini o buldu ve uyguladı.
Şimdi en güzel denizin, en güzel körfezinde ışık peşinde uzanıyor kumlara.
Bulutlar hayat yüklü ne var ki... Bildiği hayat, istediği hayatı gölgeliyor, yazık...
Siyah saç o yüzden favorisi. Parlayanlarla ne yapacağını bilemez.
Kazdığı temelleri pislikle dolduranlara direndi uzun süre. Kazacak yer bulamıyor artık. Kazacak değil, basacak yer bile bulamıyor.
Uçmak için fazlasıyla ağır ve hantal artık. Uçanların arkasından, eskiden olsa, imrenerek ve övgü sözleri söyleyerek bakardı. Artık küfrediyor, kendisini buraya sabitledikleri için.
Evi yok; "eve hoşgeldin" diyeni de.
Kendisine hitap zor. "Git!" diyor anında.
Evi yok; her yere gidebilen o, huzurla gidemiyor.
Koruduklarından zarar gördüğünü anlatmaya başlayıp, beşinci sözcükte yoruluyor.
Merhamet için yalvarışlarını duymak istediklerini seviyor.
Özlediklerini, kendisine yaklaştıramayacağını pişmanlıkla itiraf ediyor.
Kararmış bir insan. Benzersiz bir parlaklıkta!
Uykuya düşkünleşmiş.
Çamura saplanan ayaklarla gidemediği yerlere, rüyalarında uçuyor.
Kendisinden kuşkusu yok. Nerede, neden, nasıl olduğunu çok iyi biliyor. Kim olduğunun da farkında. Gerekenleri hiç kestirememiş. Hazırlıklı olamayacağını da öğrenmiş. Geçmişine dair tek bir sorusu yok.
Şimdisi, geleceğini sorgulamakla gelecek oluveriyor, saniyeler içinde. Bundan vazgeçememiş.
Yüzünü çabucak ve uzun süreliğine unutuyorlar. Silik bir ifadesi var.
Yaratılışında şahit bulundurmadıysa, ölünce de işi zor zavallının.
Geleceğinde nereye kadar iz sürdü acaba?

-------------------------------------------------

Ben derim ki, keşke Bach'a veya Mozart'a Metallica'nın yorumladığı Breadfan'i dinletebilsek!

-------------------------------------------------

Atatürk Havalimanı'nı anlatmak istiyorum, uzun uzun... Yorgunum. Orada yoruldum hem de ve zaten!

-------------------------------------------------

NaCl'li H2O kütlesi kenarı!

25 Temmuz 2007 Çarşamba

ayrılık

O, bir heykeldi. Arkadan gördüğüm ilk sabah, başı havada, dimdik yürüyordu. Hepimiz gibiydi ama daha umutlu gözüküyordu. Kısa saçlarının altında, ensesi parlıyordu. Bu parlaklığı Fatma'ya gösterdim ve heyecanıma ortak ettim.
Gözlerinin rengini belleğime yazacak kadar zaman geçirdim kendisiyle ama O, bana tek renk göstermedi. Değişmeyen tek şey ensesinin parlaklığıydı. Ta ki, karanlıkta huzur bulacağını sanana kadar. Bense, sadece ışıklı yerlerde çalıştım.
Bu seçimi oniki sene önce yaptı. Şansıma şükrederim hala; ensesini ise unutamadım.

Bu, bir müzik parçasıydı. Geçen ay dolmuşta duydum ve kaydetmeye çalıştım. Bu sefer parlayan, benim MP3 çalarımın ışığıydı. Çok beğendi bu ışığı. Başucumda duran dizüstü bilgisayarın ekranı ve tıkırtıları da mest etti kendisini.
O'na elimi değdirdiğimde aldığım tepkiler, ruhumu besledi beş dakikalığına. Şarkının biteceğini biliyordum ama, geri alıp tekrar dinlemekti niyetim. Dördüncü tekrardan sonra, dolmuştaki herkesin sevdiği bu şarkıyı çok da beğenmediğimi anladım. Geçen hafta dolmuşlara bıraktım, zevkle gezsin diye...

22 Temmuz 2007 Pazar

vahşi

* Müslüm Gürses'i kutlarım.
* Seçim sonucu nedeniyle, kendimi kutlarım!
* Kurtulmak istediğim tencereyi ocağın üstünde unutturan bilinç altımı kutlarım.
* Tutkusunu yetkinliğiyle zenginleştirmek için durmadan çalışan; olumsuz etkilere kapalı, gerçek sanatçı Malik Bulut'u kutlarım.
* Bana önce işimde, sonra arkadaşlarımla, en sonunda da evimde huzur veren bu pazar gününü kutlarım.
* Beni kendisinin bir parçası olarak kabul etmeyen her sistemi kutlarım.
* Açık fikirliliği namussuzluktan ayırabilenleri kutlarım.
* Uçakları için seçtiği güzel boya düzeni için firmam KLM'i kutlarım.
* Komik tartışmalara neden olsa da, şefkat patlaması nedeniyle Funda'yı kutlarım.
* Duygusallıkları ve idealleri için yaşamaları ve ütopyaya yönelik hareketlerinden dolayı, 60 (68) kuşağının değişmemiş üyelerini kutlarım.
* Türkiye şu andakinden çok daha az vahim bir durumdayken, ilkokullarda yüzlerce çocuğa zorla bağırtılan "...varlığım Türk varlığına armağan olsun..." cümlesinin doğru şeklini hissederek yaşamış ve çalışmış; kendisini ve arkadaşlarını ve eylemlerini suçlayanlara karşı aklını acele çalıştırıp, başından sonuna doğru ve haklı bir ifade ortaya koymuş; sağda solda mız mız ağlayan bizlere en güzel örnek olabilecekken, sadece ikona dönüştürdüğümüz; 25 yaşındayken şeytani devleri korkutabilen ve bu korkunun yol açtığı öfkeyle yüzleşmekten haklı gurur duyan Deniz Gezmiş'i ve arkadaşlarını kutlarım. O'nun en içten, en mantıklı, en cesur hali için; 35 senede ülkenin nasıl değiştiğini görmek için; gerçek vatanseverliği tadamayacağınızı anlamak için; Atatürk'ün muhatap aldığı gençliğin örneğini görmek için; lütfen, bunu okuyun.
* Dün gece tartışırken, Amerikan sistemini vahşi bulduğunu söyleyen Hakan'ı, her zaman doğru bildiğince davrandığı ve konuştuğu için kutlarım.

18 Temmuz 2007 Çarşamba

gabargözünt

* LCD ekranlar nasıl çalışıyor?
* Dimes'in "Kırmızı Meyvalar Suyu"na azıcık votka katınca, Covent Garden'ı özledim. Bunu bir de Smirnoff Raspberry Twist ile denemeli.
* Dikkat ettim de, bir yerlere doğum tarihimi yazarken, rakamların duruşundan hoşlanıyorum. Deli miyim neyim? Burcumu seviyorum ya, ondan sanırım. Delice!
* Transformers'ı merak ettim. Seyir de edeyim.
* History Channel'da eski savaşları, medeniyetlerin ve kültürlerin çarpışmasını, eski silahları ve teknikleri işleyen; Türkçe seslendirmeleri hatalarla dolu belgeselleri seyretmeyi seviyorum. Age of Empires oynayasım geliyor seyrettikçe... Bir de, Selçuklu, Osmanlı, Moğol istilaları, savaşları, çarpışmaları konu olsa...
* Adrese dayalı nüfus kayıt sistemi varmış. Geçen sene saymışlar bizi. Ben sayılmamışım.
4 Ağustos itibariyle, resmi işlemler için muhtardan ikametgah alınmayacakmış da; kimlik numaramıza bakınca, adresimiz çıkacakmış.
Bu veri tabanını düzenleyen devlet, "Oy kullanacaklar kaleye mum diksin" şeklinde davrandığı için çok insan oy veremeyecek.
Devlet insanlardan oluşuyor bu arada. Transformers'dakiler gibi bir yapı değil yani... Devleti oluşturan bu insanların bir bölümü demiş ki "Bu veri tabanında kimlik numarası ve adresiyle yer almayanlar, kallavi para cezası ödesin!"
* Kaş nasıl ki?
* İyilik yap, iyilik bul.
* İyilik yap, denize at.
* Denize atla, iyilik bul.
* Deniz atı iyidir.
* Deniz atı bulursan denize at, iyilik yapmış olursun.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

tik tak tik tak tik (troklebade)

40 olmadan önce yapmak istediklerim:

* St. Maarten'de bir hafta geçirmek: İlk gün, pistin ucunda, kumsala sevgilimle uzanıp, üstümüzden geçen KLM B747'sini sarmaş dolaş kutlamak; ikinci gün aynı uçağı, denizde karşılamak; üçüncü ve dördüncü günlerde denizde ve kumsalda ayrı ayrı karşılamak; beşinci gün karşılama takımına başka insanlar eklemek; altıncı gün sevgilimle barışma çabalarıma, inen uçağın altında devam etmek; yedinci gün Amsterdam'a tek başıma dönmek.

* En az Adriana Lima kadar güzel bir, hatta bir kaç hatunla sevişmek.

* Büyük Kanyon'u ve Petra'yı doya doya gezmek.

* Beni genelde çok neşeli, devamlı espriler ve geyik muhabbeti yapan halimle tanıyanlara, bu halimin, aslında, engin sıkıntımdan kaynaklandığını anlatmak.

* Sakinleşmek.

* İstediğim dövmeleri, istediğim şekilde yaptırmak.

50 olmadan önce yapmak istediklerim:

* Evlenmek ve çocuk sahibi olmak.

* Klasik sanat eserlerinin büyük bölümünü görmüş, dinlemiş, okumuş, seyretmiş olmak.

* Yemek yapma yeteneğimi büyük ölçüde geliştirmek ve dinlenmek için, zevkle, muhteşem yemekler yapabilmek.

* Bir chopper sahibi olmak.

* Ege veya Batı Akdeniz kıyısında, bahçeli bir ev sahibi olmak.

60 olmadan önce yapmak istediklerim:

* Çocuğumla gurur duymak.

* Kullanımdaki uçakların çoğuyla uçmak.

15 Temmuz 2007 Pazar

iyi davran lan!

Merhaba!

13 Temmuz akşamı, Elif ve Kerem evlendiler. Nikaha üç avuç BAAL mezunu olarak katıldık. Çok eğlendik. Çok kutladık karı kocayı. Çok sevindik. Çok hopladık. Bazılarımız çok içti. Dönüşte taksiciyle çok komik pazarlık yaptı. Elif'le Kerem çok tatlılardı. Çok yoruldular sanki. Çekilen görüntüleri seyretmek istiyorum. Hep beraber etsek keşke seyir.
Ben çok neşeliydim. Çok geyik yaptım. İyi ettim. Bazılarımız çok içip, çok sallandı. Ertesi sabah bozuldular, bizle vakit geçiremediler. Bazımız tamir olup, Bursa'ya döndü.


Merhaba!

Bu akşam, Migros'a gidip; bir sürü şey aldım. Aldıklarımın üçte birini Migros Club kartımda biriken puanlarla, üçte birini kredi kartımda biriken puanlarla, üçte birini de nakitle ödemek niyetindeydim. Migros Club kartımın puanlarını kullanmama yarayacak çeki bastırmak için makinamsıya gittiğimde, Migros'un bana Vole denemem için kıyak yapmaya hazırlandığını gördüm. Önyargı göstermedim, Vole kuponumu da aldım. Canım sıkılıp, kollarım da ağrımaya başlayınca kasalara yöneldim. En kısa sürede ödememi yapıp, yeraltındaki sentetik pazardan çıkmak niyetiyle, en uygun kasayı aradım uykulu gözlerimle.
(Uykulu gözlerim, uykuluydu; çünkü, Elif ve Kerem'in nikahından hemen sonra işe gittim. Bütün gece çalışıp, sabah eve geldiğimde, üniformamı çıkarmaya zor katlanıp, hemen yattım. Dört saat sonra uyanıp arkadaşlarımla tekrar buluşup, hasreti daha da azaltmak için, yanlış yapılanmış şehrimin orta yerine gittim. Orada, hasret gidermeye yarayacak insanlarla buluşamadım ama akşam da erken sayılabilecek bir saatte eve döndüm. Hakan'la video klipler seyrettik. Hakan evine gitti. Ben de gece geç saate kadar oturup, yattım. Sabah yine işe gittim. Çok yoruldum işte. Uykum geldi, gözlerime çöreklendi.)
Masum bakışlı, şirin gülüşlü, düz siyah saçlı bir kasiyerin önünde; az şeyli (alışveriş metası) bir müşteri vardı. "İşte hayalimdeki kasa!" diye düşünüp, gülümseyerek; metal çerçeveli, siyah, hareketli banta yöneldim. Bant karşılık vermedi.
Kısa süre sonra, banta koyduğum şeylerim için ödeme yapma sırası bana geldi. "Merhaba!" dedim. Migros Club kartımla beraber, indirim çekimi ve Vole kuponumu da uzattım kasiyere. Kasiyer, zayıf bir karşılık verdi.
Arkamdan gelen acayip bakışlı müşteri, henüz benim şeylerim kasiyere doğru harekete başlamamışken, iki kucak dolusu tuvalet kağıdı, kağıt havlu ve peçeteyi banta sığdırmaya çalıştı. Üstüste koyduğu selüloz öbekleri, acayip bakışlı adamın, acayip kafalı bir adam olduğunu düşünmem için bana ilk nedeni verdi.
Kasiyerimin, aldığım zerzavatları tartmadan önce, hemen her birinin kodlarını yan kasadaki arkadaşına sorması; kendisinin eğitimden yeni çıktığını, henüz acemi olduğunu düşünmem için bana ilk nedeni verdi. Acayip mimikli adam da aldı o nedenden biraz.
Tüm şeylerimi barkod tarayıcısından geçiren kasiyerimden, kendisine verdiğim kredi kartımı kullanıp; indirim kuponunun marifetinden sonra kalan miktardan, bonuslarımı da düşmesini rica ettim. POS makinası ve kasa aletinin bağlantısı için vermesi gereken komutların sırasını karıştırdı sanırım. Yine arkadaşından yardım istedi. Bu arada ben, kasiyerimin kendini baskı altında hissetmemesi için, orayla hiç ilgilenmiyor gibi gözükmeye çalıştım. Arkamdaki acayip nefesli adam, acayip hareketli adama dönüştü ve önce el hareketleriyle, sıkıntısını belirtmeye çalıştı. Sonra, hışımla arkamdan geçip, müşteri ilişkileri/danışma masasına gitti ve oradaki görevliye "kasaya işi bilmeyen birini koymuşsunuz; gelin yardım edin" gibi şeyleri, öfkeyle söyledi. Acayip hırslı adama karşı, kıçımla geçişi kapadım. Zaten beşten fazla insanın karşısında, işi çabuk ve doğru olarak bitiremediği için sıkılan kasiyerimin daha da üzülmesini istemiyordum. Yazıktı.
Aklımdan "sen yaptığın her işi annenin karnında öğrendin de mi çıktın be adam?! kız uğraşıyo işte, niye baskı yaratıyorsun lan?! laynn?!!" diye geçirdim.
Yardıma gelen arkadaşı sayesinde, benim de komplikeleştirdiğim ödeme sürecini, tamamladı kızcağız. Kartımı ve fişimi alıp bel çantama koyarken; acayip kaygılı adam, tecrübeli kurtarıcıya "benim ödemem sırasında da burda kalır mısınız? şimdi bi hata falan olmasın..." dedi. Aklımdan "bok!" diye geçirdim.
Kasiyerime kolaylıklar ve şans dileyip, paketleri taşımaya başladım ve eve geldim.
Yürürken ve salata yaparken, acayip adamı ve kasiyerimin tedirginliğini unuttum.
Salatayı yerken, kasiyerimin utancını hatırladım. Sonra da bunları yazdım.
Uyumam lazım.

Merhaba!

14 Temmuz 2007 Cumartesi

qui resté


Ağaç, rüzgardan şikayetçi:

"Benliğim tomurcuksuz, sabit, tomruğa yakın...
Gördüğümde, yapraklarımı, dallarımı küle çeviren kadınlar, yok oldular;
dokunduğum anda unufak olan taşların tozları da uzaklara savruluyor.
Tekne olup, ıslanmak; uzaklaşmak istiyorum bu köklerden.
Bunun için de balta lazım, testere lazım; korkunç!"

Ahşap kaya olur mu?

6 Temmuz 2007 Cuma

daha fazla istemiyorum

Dün öğlen, Keşan'a bağlı Yayla'dan (Saros Körfezi'nde) Bakırköy'e döndüm. Daha kısa kalmayı isteyerek gittiğim yerde, yedi günlük güneş, deniz ve huzur kürü, omuzlarımı yumuşatmaya yetmedi ama; yüz kaslarımın, elmacık kemiklerimin üstüne doğru yoğunlaşmayı kestiklerini söyleyebilirim.
Hele ki, dün akşam Harbiye'de, yıllar sonra tekrar kanlı canlı gördüğüm Robert Plant'in moralime olumlu etkisini anlatmaya kalksam; hızla geri otururum sanırım. Tekrar, binlerce teşekkür ederim Zeynep!

Konser hakkında söyleyebileceklerim:

* Strange Sensation gayet yetkin adamlardan (doğal olarak) kurulu.

* Robert Plant'in tarifime ihtiyacı yok. Yalnız, son yıllarda çok keyif alarak yaptığı müzikteki doğu etkisi, beni çok da mutlu etmiyor. No Quarter'ın içerdiği yorumlar, gayet keyifli ve her dinleyişimde heyecan duyduğum yenilikler olmasına rağmen; saygıdeğer ustanın son işlerine verdiğim tepki, ne yazık ki, "Ben senden Rock ve Blues duymak istiyorum..." idi.
Gerçi, şarkılar ve ses O'nun; üretme keyfi de... İstemeyen dinlemesin kardeşim.

* Sahnede, tavandan sarkan dört, iki kenarda birer sehpa üzerinde, toplam altı fener; arkalarda yakılan ve sahnenin önüne kadar gelen kokusuyla ambiansı tamamlayan tütsü vardı.

* Başlarda seyirci (biz) hayal kırıklığı yarattı(k). Solo kariyerini (özellikle son yıllarını) pek takip etmediğimizi, Robert Plant'e şarkılarda mimikler veya alkışlarla bile katıl(a)mayarak gösterdik. Led Zeppelin'le yaşadığı başarılı yılların iki katından fazla süren solo kariyerinde, Led Zeppelin'le yaptıklarının ötesine geçmeyi dert etmiyordur umarım.

* Yazarken Tony Blair'i anımsadığını söylediği şarkı için yaptığı açıklama gayet eğlenceliydi.

* Led Zeppelin şarkılarının başlamasıyla havaya giren seyirciye (bize) "Exxxxxtraordinary! Not you! Us!" dedi. Haklıydı. Yine de mütevazı davrandı ve özür dileyip, espriye ihtiyacı olduğunu söyledi.

* Başka bir şarkının introsu için de, eline beyaz küçük bir Hi-Fi teyp aldı ve play tuşuna bastı. G.W.Bush'un "anlamak ve bilmek" üzerine muhteşem konuşmasını yayınladı. Sonra şarkıya girdi... (konuşmanın metnini bulursam, bağlantı koyacağım)

* Led Zeppelin şarkılarının bu ekiple yorumlanması da beni gayet tatmin etti. Yalnız, Gallow's Pole'u çok insanın bilmemesine hayret yetiştiremedim.

* Bir ara, iki şarkı arasındaki sessizlikte, kendini "Raaaabbbııırrrrtttttt!!!" diye yırtan hatuna "Yes, mother?" diye cevap vermesi, çok etkileyiciydi. Herkes güldü.

* Bisten hemen önce, Plant hariç bütün grup elemanları yerlerini almışken, sahneye biri kıvırcık siyah saçlı ve fazlasıyla hızlı, diğeri daha yavaş hareket eden, gayet genç iki seyirci fırladı. İlk fırlayan, benim Cedric Bixler-Zavala'ya benzettiğim, mikrofona yapışıp; çok, ama çok kısa sürede anlaşılması zor bir şeyler bağırma ve seyircilerin arasına sağ salim dönebilme (geri atlayarak) şansını buldu. Arkasından gelen ekürisi o kadar şanslı değildi ve dertop edilip sahne arkasına taşındı. Plant, yılların tecrübesiyle sakin davrandı. Çok yakınında olan bu komediden hiç etkilenmedi ve mikrofona gelip, grubundaki elemanları teker teker tanıttı. Çocukların zararsızlığını ve güvenlikteki gediğin fazlasıyla kapatıldığını farketti sanırım.

* Sahneyi son kez terketmeden önce, bütün grup olarak öne gelip eğilerek defalarca selam verdiler. Seyircilerin (bizim) de ayakta alkışlamayı kesmememiz üzerine, Plant sahneyi terketmekte zorlandı. "See you soon!" dedi. "How soon?" dedim. Duymadı galiba.
Elini kalbinin üzerine bir kez daha koyarak, tekrar selam verdi ve "kusura bakmayın gitmem lazım... kasmayın" der gibi bakıp, arkasını döndü ve gitti.



22 Haziran 2007 Cuma

reklamların estirdikleri

- Uçakta telefon açmak veya ekmek kızartma makinasında sıkışan ekmeği metal çatalla kurtarmak istersem, OK marka prezervatif kullanacağım. Hatta, belki, aynı desteği, E5'te karşıdan karşıya geçmek veya Yeşilköy'de denize girmek için de kullanabilirim. Durex nerelerde işe yarıyor acaba?

- Önce, eve Beko ankastre ürünleri uygulatacağım. Sonra, gayet ortalama bir kızı eve getirip, bu Beko ürünlerini kullanırken, saniye saniye güzelleşmesini seyredeceğim. İsterse kalır.

- Kalırsa, evdeki Beko ankastre cihazları, Siemens ankastre cihazlarla değiştirtip; her yemeği ayrı kıyafet veya önlükle, oyun oynar gibi yapmasını sağlayacağım. Böylece sıkılmayacak.

- Yeni Ford Mondeo'lar yollarda çoğalmadan, satacak balon ayarlamalıyım. Herkes kapış kapış alacak çünkü...

19 Haziran 2007 Salı

Acayip bir kadın

Dün geceki uykuma başlamadan önce, Deep Purple videosu edinmeye başladım. Amacım, özellikle ikinci kadro (Mark 2) videosu bulmaktı. Buldum. 1972 tarihli bir konser kaydının yarısı, gece 00:00'da uyandığımda, önizleme için hazırdı. Balkabağına veya başka bir sebzeye dönüşmemesini umarak (E-mule ile arayıp bulduğum bazı "nadide" müzik kayıtlarının, dikkat ve tepki çekmemesi için, dosya adı değiştirilerek saklanmış pornografik kayıt olduğunu, çoğu zaman üzülerek tecrübe ettim. Her pornografik emeğe karşı değilim.) "preview" seçeneğine dokundum.

Kalite gayet tatmin ediciydi. Görüntünün siyah-beyaz olması, ayrıca heyecanlandırdı. Sabah 08:30'da eve geri döndüğümde, video hazırdı. Yatağa uzandım ve seyretmeye ve dinlemeye başladım.

İkinci dakikadan sonra ses ve görüntü senkronizasyonunda çok da rahatsız etmeyen bir kayma başladı ama, dosya kendini daha sonra topladı.

Ian Gillan, "Strange Kind Of Woman"a başlamalarından önce, şarkının hikayesini anlattı ve ben çok şaşırdım. Şarkıda anlatılan hikaye gerçekmiş!

Aklımda, bir fahişeyi sevebilen bir adamın yaşayacağı trajedinin nerelere varabileceğine dair merak ve Amsterdam anılarıyla bezenmiş bir kısa hikaye yazma fikriyle uyumaya çalıştım. Evimin karşısındaki inşaatın bir türlü alışamadığım gürültüsü yüzünden, rüyalara ulaşmam uzun sürdü.
14:30 civarı uyandığımda, içimde Fireball dinleme ve bisiklete binme isteği vardı.
Fireball isteğimi dışarı çıkarıp, makinaya CD soktum. Özellikle aşağıdaki sözleri mırıldanmaya başladığımda, keyfim evin tavanını sıyırıyordu!

Havanın bunaltıcılığı nedeniyle, pedal isteğimi içimde bir süre daha tutmaya karar verdim.

Bir küçük Ataköy turu iyi gelecek akşama, akşamıma...





Deep Purple - Anyone's Daughter

Well I stood under your bedroom window
Throwing up a brick
No one came I threw one more
That really did the trick
Your daddy came and banged my head
He said what kind of man
Is this that's hanging 'round my girl
And threw me in the car
You're a farmer's daughter
You're a farmer's daughter
Why do I always get
The kinda girl I didn't oughta get
I won't get no more eggs and water
Now I've laid the farmer's daughter


Imagine I was a full-grown man
And I could talk just right
Could I come and see you here
And do this every night
Wham! The door comes crashing down
Your daddy's face all pale
Says come with me you hairy bum
I'll put you in my jail
You're a judge's daughter
You're a judge's daughter
Why do I always get
The kinda girl I didn't oughta get
Now I'm getting jail and torture
'Cause I made the judge's daughter
(yes I did, it was nice)


It seems they're screaming law and order
When I go with anyone's daughter
Woman I should like some peace
And daddy hold your tongue
I think you're gonna die of fright
When I tell you what I've done
I can hear your tales and lies
You say I'm dumb and scraggy
But man this dumb and scraggy is
Your daughter's baby's daddy
She's a lucky daughter
Such a lucky daughter
Why did I always get
The kinda girl I didn't wanna get
Now I've got what I always fought for
'Cause I've married a rich man's daughter
(what do you think of that?)



14 Haziran 2007 Perşembe

fuel

You're my final dream of independence.
You're so blue, yet so warm.
I can't keep my eyes from your shimmering vision.
Aware, that you'll be blinding and merciful when I'm in you.
I, in return promise to be as much gentle as I've never been before.
Doubtless, you've already coloured thousands of souls. Will you please save some scent for me too?
My nostrils will lead me through the maze of my skills.
My skills will lead me through the haze of my curiosity.
So let me control your throttle, we'll both enjoy our rides the most, when I keep it wide open.
You'll see, if you have eyes.
Your pressure sensors shall tell not to slow.
Do you dare?
I do...
I squeeze you.
You prevent my palms from sweating.
Good.
Go.

13 Haziran 2007 Çarşamba

12 Haziran 2007 Salı

sanıyorum

Bizim uygarlığımızda, ne kadar da kırılganız. Toplumlarımızı üzerlerine oturttukları asıl mekanizmaları görmeden de, dayanıklılık kazanamıyoruz. Hayatını veya hayatları kurtarmaya gerçekten çalışmayanlar için, bir hakaret, ölüm anı terörü hissettirebiliyor.
Dakikalar, hatta saniyeler sonrasının belirsizliğini nasıl da unutmuşuz.
Alacak kaç nefesi kaldığını merak eden insanlar, tek parça kalıp, bu meraklarını bertaraf edebilirken; biz nasıl da binlerce parçaya ayrılıp, çevremizdekilerin ayaklarına batabiliyoruz!
Kuzey kutbuna yakın yerleşimlerde veya Afganistan'ın dağlarında, insanlar depresyonlarıyla nasıl mücadele ediyorlar acaba?

Zaten, bütün bu zihinsel ürünler, sanatsal kaygılar, doğayla çelişen kültürel yapılar, beton binalar, bölge planlamaları ve internet, Yunan şehirlerinde başlayan uygarlığın sonuçları! Dile sadece yalamak için ihtiyacı olan insanoğluna etkileri de gayet mutsuz edici...

--------------------------------

Uyurken dedim ki:

I possess various craft of my own. I did not handcraft them. I wish I could. I envy people who become legends with their determination and achievements.
I am unable to write songs...
Still, I own countless songs.
I experience the liberty to be transported to various locations inside them, mostly when I wish to; seldomly when I feel I should. I can't imagine any other escape that can better free and warm my soul than those.
Most of these single seated craft of mine are dependent on technology, artistic developments, energy and time.
Sometimes I ask to be carried to undiscovered, uninhabited places in fancy primitive times.
I am a skilled passenger and the captain navigates well!

11 Haziran 2007 Pazartesi

sandıktan çıkanlar

Az önce eski bir harddiski karıştırıp, diplerinde bir yerlerde, "unused" klasörünü, onun da içinde aşağıdaki yazıları buldum.
Ne kadar affaladım anlatamam. Anlatmak isterim ama, başaramam.

Bakalım:

BAAL Giriş

02.03.2002 (18:10)

1988-1995 yılları arasında, hayatımın en güzel 7 sonbaharını, kışını ve ilkbaharını Beşiktaş'ın ve Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'nin orasında burasında geçirdim. Doğal olarak, bu 7 yılın son 2-3 tanesi, en zevkli olanlarıydı. Çünkü, daha önceleri, büyüklerimizin yaptığını gördüğümüz ama yapmaya cesaret edemediğimiz şeyler, bizim için de savsaklanmayacak görevler halini bu son senelerde aldı. Hemen hemen her birimiz, kendi "başkaldırı" anlayışı, özgüveni ve kişisel ihtiyaçları ve dürtüleri tarafından, ayrı birer itaatsiz eğlence manyağına bu son senelerde dönüştük. Tabii ki hepimizi bekleyen ÖSS ve ÖYS (o zamanlar, aynı kaba etmeleri dışında bir ortaklıkları yoktu) çelmeleri, aramızdan bazı yıldızların, erkenden (daha lise 1'de), test kitaplarının arasına doğru kaymasına neden olmadı değil; ama kendini boşvermişliğin dalgalarına bırakanlarımız da vardı tabi. Şimdiki yaşayışıma bakıp hayret ediyorum: "Elimde şimdi daha çok şey olduğu halde, niye o zamanlarda olduğumdan daha az mutluyum?" diye... Burada, soruma cevap veren tüm "olgunlar" kendilerini daha bir özel hissetsin lütfen, alimler sizi! Neyse... Sultanlık yıllarım, tarafımdan bir daha yaşanamayacak oldukları için en özelleri ve o yıllarda edindiğim bazı anılar, hatırlanma frekansları en yüksek olanları.Mevcut sayısını yıldan yıla yükseltmek için uğraştığımız "Sarı Votka Günü" toplantılarımız var bir de... Okul yıllarımı "okul yıllarım" yapanlar sağolsun...
Sokak Kahvesi'nde kahvaltı ve sigara ve satranç. Öğle yemeği için okula gitmek. Çardak'ta king. Ortaköy'de şarap. Okul çatısında sigara ve votka. Karda veya yağmurda yürüyüş. Boş sınıflarda partiler. Gözlerim yaşardı... öf be öf!!

(güncel not: Hala, hayatımın en güzel zamanları olarak BAAL yıllarını anarım.
Eylemlerimizin, üretkenliğimizin ve dünyaya katkımızın benzerlikleri bağlamında olmasa da, şeklen bir Crazy Diamond'ımız var. Bilse, kendiyle gurur duyar... O'nu da sevgiyle anıyorum.)

---------------------------------------

hepimiz ayrıldık

01.06.2002 (17:13)

Önce Çınar, sonra ben ve şimdi, en son da Tolga, Hakan'a katıldık. Tekrar 4 yalnız erkeğiz. Haydi beraber Taksim'e gidip deli gibi içelim. Aslında ben, daha önce hiç yapmadığımız abuk eğlenceleri deneyelim istiyorum ama emin değilim. Hem diğer arkadaşlarımın isteyip istemediğini bilmiyorum, hem de ben böyle bir teklifi kendilerine sunsam ne cevap alacağım hakkında fikrim yok. İşin beter yanı, hangi fikri sunacağımı bile düşünmedim. Sanırım tek istediğim, eskiden arada sırada yaşadığımız ortak yalnızlıktan şimdi yıllar sonra tekrar şikayet(?) ederken bir yandan da neşe depolamak. Neşe mi? O kim? Bu bi işaret mi? Oha! Hadi kankalar... Uygun adım marş!

(güncel not: Hah haaaaa hhaaahhaa haaa!!)

--------------------------------------------

Bum-ear-angle

28.01.2004 (23:50)

Comfortably Numb ile icime dogru aglardim; eskiden deliklerim yoktu, sizmazdi disari. Simdi Whiskey In The Jar bile çalsam, annemin dizleri agriyor...
Kucukken, Bakirkoy'deki odamda oturup, kalemimle Alkmaar sokaklarina otobus resimleri cizer, resimlerdeki otobuslerin uzerine de siir reklami kondururdum. Siirler yoktu. Filmi olmayan fragmanlar gibi dusun...
Gencken yurudugum kaldirimlarin taslari yuvarlak, yumusak ve kaygandi. Hep duserdim. Hep cabuk kalkardim. Kafam ve gogus kafesim yara izi doludur. Somebody To Love antiseptik olduydu uzun sureyle. Bazen Megadeth, Ginseng etkisi yapardi; kosardim. Hizla dusunce daha da beter yaralanirdim. "Olsun" du... Kaldirimdan indirime gecmeyecektim.
(Tum sembolizasyona ve sinyalizasyona ara verile; Metallica'ya 1988, Megadeth'e 1989 yillarinda estirilen esinler ve urunleri, "...And Justice For All" ve "Rust In Peace" albuklerinden cok etkilendigim belirtile. Rahatlana...)
365'lik düzenle tespit edilen abonelik sistemlerinden en iletken olani, siyah ağaçtan imal yeşil taşlarla suslu asami (m3u) elime biraktiginda, agirligindan degil ama heyecandan yere vurdum dibini. O anda Gulf Stream'e kapildim ve urkekler iskelesinde cesaret filosu kurmanin anlamsiz olacagini dusundum. Urkekler iskelesi, korkaklar limanindaydi. Korkaklar limani, mayinli sehirdeydi. Hala oyle. Mayinli sehire, kaldirimlarla ilgilenmeye mi gitmistim? Ya da mutemadiyen kayip, dusup sakatlanmaktansa, esasli bi patlamaya sahit ve belki de sehit olmak isime daha mi cok gelirdi?
Kim bilir? Ben degil. Simdi de degil.
Mayinli sehirde, detektor olarak Black Sabbath ve RHCP - One Hot Minute kullandim. Genelde ice dogru calisan goz yasi torbalarim mesanemle birlesti. Kaldirimda yururken, walkmanimden, erkeklerin yazdigi, kadin sarkicilarin soyledigi sarkilari dinledikce kolay denge buldugumu farkettim. Sonra, asami yere dik degil de paralel tutup yon gostermesini rica ettim. Beni bu apartmana getirdi. Simdi hangi zili calacagimi bilmiyorum. O kadar sefil durumdayim ki, camlardan bana sepet uzatan abartman sakinleri, kapici olmadigimi anlayip korkarak iceri kaciyorlar. Biri gelip dogru zili gostersin lutfen. Yoksa "Otherwise"i mirildanarak caddenin karsisina gececegim. Karsidaki kebapcida karisik kebap ve 1000 porsiyon coban salata yemeyi ve cisimi yapmayi dusunebilirim. Apartmanin dis cephesi ve dogramalari akil birakirsa tabi...(Sembol manyagi ettim 3 odayi ve son 60 dakikayi, son 10 yil icin! Led Zeppelin'in Ten Years Gone'i aklima gelirken, tek duydugum Boomkat'in Wreckoning'i! Just to release some nerve-load... or you may choose to "Enjoy The Silence")

------------------------------------------

usand them

31.01.2004 (02:11)

Ne yaptığınızı bilirler. Ne düşündüğün hakkında dedikodu yaparak ilerlerler. Yerinde sayıyor olman ve belki de hatta saklanman onları gülümsetir. Sebeplerin şarkıya ve içkiye göre değişebileceği akıllarına gelmez. Önemsiz olduklarını bilseler toplanırlar mı? Ruhları hortum yaratmaz ki! Huzur içinde çürümeyi bilenler okusun şarkının sözlerini. Hortumun gözünde güvendesindir. Ağlamak istediğini ama kuyunun kuruduğunu bilmezler. Sadece kendini eğlendirdiğini bilseler, kendi sözlerinin anlamsız olduğunu anlasalar, bütün ışıkları söndürürler. Yine de ne yaptığınızı bilirler. Nedenini de bildiklerini zannederler ama sağlama yapma gereği hissetmezler. Tıpkı, sizin, yataktan kalkma gereği hissetmediğiniz gibi... Parmak uçlarınızı hissetmeleri, dudaklarınızı unutamamaları, soğuk nefesinizle ürpermeleri önemli değildir. Önemli olan, izin verdiğiniz yanılgıyı bilmemenizdir.

(güncel not: Fena Megadeth esinlenmesi olmuş)

--------------------------------------------

17 Aralık

02.02.2004 (01:09)

1993'ün Aralık ayında bir gün, Yavuz "sarı votka" diye bir şeyden bahsetti. "İçine limon parçaları ve çekilmemiş karabiber taneleri salınmış votka, buzdolabına uzunca bir süre benimsetilip, keyif kaygısız içilebiliyormuş" tu... "E, yapalım o zaman!" dedik. 17 aralık günü, fikir ebesi Yavuz, ürünü okula getirdi. Önce pinpon masasında, birer kapak attık, onayladık. Bu lezzet bir kaç kişiyle paylaşılmalıydı. Sonunda Beşiktaş'tan Eminönü'ye, ordan da Bakırköy'e geldiğimizde 4-5 kişiydik. Tekelden yaptığımız takviyelerle, sahildeki kayalıklara kurulup içmeye başladık. En sonunda sarı votkayı da bitirdiğimizde, biribirlerimizi decoderlarla anlayacak kadar ağız kaymasına ve dil sürçmesine uğruyorduk. Yaşadığım en eğlenceli sarhoşluklardan biriydi. Aslında hepimizin akıllarının V kayışları kopmak üzereydi ama çok da keyifliydik. Alkol cesaret verir ya, okulun en cazibeli hatunlarından birini arayıp aşklarımızı ilan etmek için postaneye kadar gittik, jeton aldık (o zamanki cep telefonları jetonla çalışıyordu). Jetonları yere düşürdük; jetonları almak için teker teker eğilip teker teker yerde kaldık; sonra hep beraber kalkıp, önce mevzu konusu hatunun eline değme şerefine ulaşmış bir arkadaştan hedef numarayı istedik. Yüzsüz değildik, aşıktık. Ama telefondaki arkadaşa göre aynı zamanda sarhoştuk da. "İyi, biz de okulda konuşuruz kendisiyle." diye avunup evlere dağıldık.Okula bir daha gittiğimizde, Bakırköy'deki kayaların basenlerimizi ne kadar rahat ettirdiği, sarı votkanın lezzetçi bir yayılma politikası geliştirmesi gerektiği, bu eğlencenin her yıl toplanarak tekrar edilmesinin iyi olacağı, o kızın aslında o kadar da güzel olmadığı konularında mutabık kaldık. Daha sonraki yıllarda yapılan toplantılarda eklenen bazı kararlar ve uygulamalar, 17 Aralık davranışlarını geliştirdi. İlk seremonideki şekliyle hazırlanmış bir şişe sarı votka, her ne kadar makbul olanı ise de, votkaya hazır limon suyu karıştırmak da kabul edildi. Kimi zamanlar, sert doğa koşullarına dayanamayan arkadaşlar tarafından, kutlama mekanının kapalı bir alana taşınması veya tarihin sıcak aylardan birinin 17'sine alınması fikirleri ortaya atıldı; ama olayın özüne uymayan bu öneriler reddedildi. Bayan arkadaşlarımızın bu toplantılara dahil edilmemesi kuralı, yine aktivitenin ruhunda derin yaralar açılmasını önlemek düşüncesiyle kabul gördü. 17 Aralık kutlamalarına hatunların katılması, arkadaşların çoğunluğu tarafından ne kadar sert tepkilerle karşılandıysa ve ben, bazı seneler ortama hatun dahil etmekle suçlandıysam da bu iddiaların asılsızlığını ve o bayanların sahile benim davetlerim olmadan geldiklerini beyan ederim. Bayanlar baymayın!.. Geçen sene (2003), 17 Aralık akşamı, Bakırköy sahilindeki kayalar ağlamış. Benim ve Serhat'ın yeşiller içinde tatil yapıyor olmamız nedeniyle, BAAL ruhunu eskiciye satmış olan arkadaşlarımız, aldıkları parayla evde çay içmişler. Bu sene de 17 Aralık tarihi gelecek! Bu sene de denizler soğuyacak. Marmara bu sene de pis olacak! Denize atem tutmayam ben sizi... Dalgaya katam ben sizi... Hainler!

(güncel not: Serhat ve ben, askerden döndüğümüzden beri, 17 Aralık tekrar canlandı! Sadece, bu sene Levent'in yokluğu içimizi burktu. Bakalım bu sene ne olacak. Tolga çocuğunu getirecek mi?)

----------------------------------------

Ufal(a)ma

15.02.2004 (21:38)

Büyük şeylerden vazgeçeli ne kadar oldu? Büyük umutlarım benden kaçalı yirmi mevsim oluyor. Büyük hayaller, hala, uzaktan el sallıyorlar; görüyorum. Avuçlarımı ısıtan kalıntıları hissedilirse, fazla uzaklaşmış olamazlar. Ne var ki, takibe gerek yok. Artık çakılın, incinin, patlamış mısırın, kan damlasının farkındayım. Gülümsemek ister misin? Şunu oku: Onlar da beni biliyorlar. İstiridyeyi ben açtım, mısırı ben ısıttım ve kanayan benim burnum ama suçu başkasının işlemiş olabileceği söyleniyor. Üstüme kalsa bile, yaşamadığım küçük sonbahara saysınlar.
Kazandığım ilk poker oyununda anladım. Kaybetmek ve kazanma ümidimin olmaması beni ertesi güne hazırlıyordu. O kadar dünü koyacak yerim kalmayınca, kağıt değiştirmemeye başladım. Bugünün ve yarının kağıtları da işaretliydi. Kazanılan ilk el, rahatça uyuşuk kalacağımı müjdelemedi.

-----------------------------------------------

Soft Parade

Dün gece, en sersem halimle yola çıkıp, müzik dinlemeye başladığımda, uyuya kalmak istemiyordum. Yatağım, düz bir otoyol değil, virajlı bir dağ yoluydu, Sakar Geçidi gibi; odam, 75. Yıl Selatin Tüneli. Varlığım, ufak bir kazaya dayanamazdı ki...
Uyandığımda, geçidin sonundaydım; tüneli ve bütün o virajları sağ salim geçmiştim. Gördüğüm rüyanın arkasından, ötesinden gelenlerin varlığı benim dayanıksız varlığımla beraber hissediliyordu. Hissettirerek ellerimi direksiyondan çektim. Hissederek ellerimi gözlerime götürdüm. Ovdum, kaşıdım, zorladım, acıttım gözlerimi. Sağ ayağımın tabanı hem fren hem de gaz pedalını itiyordu. Hislerim sağlamdı. Kuşku, virajlarda olabilirdi. Reflekslerimi hatırlamıyorum. Ne kuşku, ne de reflekslerim kendilerinden eminmiş, bana gözükmediler. Hislerime güvenince, çektim ellerimi gözlerimden. Öne, yola baktım. Beyaz çikolatadan asfalt, insan kanından şerit çizgileri gördüm.
Gösterge paneline baktım. Hararet göstergesi tam ortayı, devir sayacı yedi bini, hız göstergesi de yeni beni işaret ediyordu. Kurtarıcının direksiyonundaki ışık göz kırptı. Arkama yaslandım. Tekrar uyumuşum. Rüyamda, neyi kontrol etsem?

-----------------------------------------

Bir kaç tane daha var ama, onları göstermek istemiyorum...
Ne acayip oluyorum ben bazen...

10 Haziran 2007 Pazar

tesadüf (electric funeral)

Önce Cliff Burton'ı okudum... Hayatını, ölümünü, etkilerini...
Sonra, Youtube'da, anısına, öldüğü noktaya dikilen taşın açılış görüntülerini buldum.
Video yüklemeye başladığı anda; binlerce şarkı içinde, sadece "...And Justice For All" albümünden teşkil Metallica seçkisinden, Dyers Eve çalmaya başladı.
Çok şaşırdım. To Live Is To Die çalsaydı herhalde daha da şaşırırdım.

(Stephen King'in yazdığı dizinin o bölümünde Cliff Burton da var mıydı annem?)

Cream, yeniden!

Dün tanıştığım biri bana, yalnız yaşamanın zorluklarının ne hissettirdiğini sordu. Ben de, yalnız yaşamanın kolaylıklarının, zorluklarından daha çok şey hissettirdiğini söyledim. Yalnızca kendimden sorumlu olmaktan aldığım tad, yalınlığın kokusunu örtüyor.
Takısızlık güzel aslında. Her yere sığabiliyorum.
Mariko Mori'nin şu anda Groningermuseum'da sergilenen Wave UFO projesini görmek istediğimde, sadece kendi seyahatimi düşünüyor olmaktan memnunum.
Bu "yalnızlığın getirdiği rahatlık" kalkanını başka bir kalkanı korumak veya gizlemek için tutmuş değilim. Öyle bir kalkan yok elimde zaten. Hatta, asıl kontrolsüz kalkan nedeniyle, Funda'nın tavsiyesinin ne kadar yerinde olduğunu da biliyorum. Az önce de dediğim gibi, yalınlığın bir kokusu var... Çok da güzel değil. Doğru deodorantı ve tütsüyü bulmak önemli.

Nürnberg'den geldiğimde aldığım Southern Comfort az önce bitti.

Yarın gidiyor ama önemli değil; ben, şimdilik, dünyanın tepesinde oturuyorum.

8 Haziran 2007 Cuma

bu sefer kendimden fazlasına ihtiyacım var... Yok!

Dün gece biriyle (sanki) konuşurken, yapmak istediğim şeyleri sıralamam gerekti (no geek).
Bu akşam, dünyayı (sanki) yukardan detaylı gösteren yazılımı kullanarak, hayallerimden birine (sanki) yaklaşıp, (sanki) yakından baktım.
Sonra, kendime gerçekten söz verdim. Herkesin, "pahalı" olduğunu söylediği Sint Maarten'e gidip, yaşamak istediğim anları, hakikaten kısıntısız yaşayacağım!

Hayatımın ne kadar olduğunu bilmiyorum. Kendimden fazlasına, kendi kendime ve gerçekten sadece kendimle sahip olacağım!
Eğer Amsterdam'dan kalkan, bir B747 değilse, bekleyeceğim! B747 ile gideceğim Sint Maarten'e!
Sanki olmayacak!
Tıpkı Anthony Kiedis'in dediği gibi: Denediklerim, yükselmek için; bu sefer kendimden fazlası lazım; yoldan denize ve göğe adım atacağım! Başka bir harikanın altında heyecan yaşayacağım! Herşey, o anda, kar kadar beyaz olacak! Sarılmam gerekmiyor! Ölürken sarılmayacağım çünkü!

Paha nedir? En pahalısı benim hayatım değil mi?

Uzak! Uçak! Deniz!
Kuşkuya ne gerek?
Benden fazlasına ne gerek?

7 Haziran 2007 Perşembe

oku

Bugün, beyazlığın hayalinden kurtulmak için şunu okudum:

Thirty-eight dishonest tricks which are commonly used in argument, with the methods of overcoming them

Sonra "oohhh" dedim...

6 Haziran 2007 Çarşamba

signal them with my lighter

Cuma günlerini sevmeye, ben de herkes gibi, ilkokuldayken başladım. Ancak, benimki, hafta sonu rahatlığına kavuşmak heyecanına eklenmiş Gırgır heyecanıydı. Daha sonra dergi değişti, Avni oldu. Oğuz Aral nur içinde yatsın. Yıllar sonra, "Aksi İhtiyar'ın" Cihangir Parkı'na heykeli dikildiğinde çok da mutlu olmuştum.
Cuma günleri, sabahçıysam, öğlen okul dönüşü; öğlenciysem, okula gitmeden önce sabah bakkala gider Gırgır alırdım. Eve gelir, heyecanla dergiyi yere koyar, başına uzanır okurdum. Ne mutluluktu o!
Çok çocuğun çizgi romanlardan aldığı hazzı, ben ilkokuldan önce tüketmiştim. Gırgır'ın, ertesi haftayı merakla bekleten garip öyküleriyle Galip Tekin'i; dimağımı gıdıklayan En Kahraman Rıdvan'ıyla Bülent Arabacıoğlu'su; en prensipli geri Muhlis Bey'iyle Latif Demirci'si ve Behiç Pek'i vardı... Rıdvan'ın uzayda geçen maceralarından birinde gördüğüm silahı Lego'larımla yapmış ve haftalarca evde sağa sola ateş etmiştim. Yıllar sonra, Muhlis Bey'in şekersizliğe bulduğu çözümden etkilenip, çayıma baklava şerbeti katmıştım.
Sonraları mizah dergileri, Gırgır ve Avni mayasıyla Hıbır, Limon gibi evrilerek çoğaldı ve keyif ve kimlik yoğunluğu azaldı.
Gırgır'ın başında, dirseklerimin üstünde geçirdiğim dakikaları şimdi hatırlatansa bir şarkı oldu:
Incubus'un Stellar'ı!
Galip Tekin'in öykülerinden birinde, bir çocuğun odasının altında bir yaratık yaşıyordu. Çocuk odasında yalnız kalmaktan hem korkuyordu; hem de yaratığa duyduğu merak sayesinde bu korkunun üstesinden gelebiliyordu. Hatta, odanın zeminindeki delikten iletişim kuruyorlardı. Çocuk ergenlik çağına geldiğinde, ilk cinsel deneyimini de bu yaratıkla yaşıyordu. Galip Tekin'in, uzaylılar tarafından kaçırılan ve üzerinde çeşitli denemeler yapılan insanlar hakkında anlattığı bir sürü hikayesi var zaten. Bunların hemen hepsini okumuş biri olarak; hayatımın çoğu evresinde, uzaylılarla yaşanacak deneyimler hakkında fantastik düşüncelerim olmuştur.
Hatta, bu dünyada tanıdığım karşı cins üyelerinin, benzer noktalarda tolere edilemeyen rahatsızlıklar verdiğini anladığımdan beri, dünya dışı karşı cinsleri daha da merak etmiyor değilim. Oturduğum evleri de, önünde veya çevresinde genişçe bir boş alanı olanlardan seçmemin de nedeni budur. Beyaz UFO'lu prensesim gelir bir gün elbet!

5 Haziran 2007 Salı

Parktaki Kaya

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.