26 Aralık 2008 Cuma

memesiz (notitlet)

"There's an angel on my shoulder, in my hand a sword of gold..." diye başladı akşamım. Bilmediğim yollardan geçerek gelmiştim evime. Üstümde aralıksız aralık soğunu taşımaktan bunalmıştım. Sevgilisini, hissedebildiği her noktasına bulaştırarak tatmak isteyen; seyahatlerini anlatan; ölümünde sezdiklerini ve istediklerini bağıran; aşkını, hayatına, sorgulayarak davet eden; araba tutkusunu ve hasretten muaf yaşadığı şehvetini benzeştiren adamlar karşıladı beni. Selam vermeyi bitirebilirsem, anneme yemek de ısıtabileceğim...

---------------------------------------------

1988'de, Peggy Noonan tarafından yazılıp, George H. W. Bush'un ağzından, Cumhuriyetçiler'in bir toplantısında duyulan bir söz, Selçuk Erez'in bir çalışmasına gönderme yaparak, zihnimi bulandırdı. Aklımdaki, ambargo karşıtı kongre "daha fazlası!" diye diretecek ve ben "hayır" diyeceğim! Bunu Foreclosure Of A Dream seyrederken ve muhallebiye aklımı karıştırırken farkettim.

---------------------------------------------

Antrikot ağrısından ziyade, kafamı tükettiğim alkol ve tütün miktarının zararlı etkilerine mi takmalıyım? Yoksa, Almanlar'ın bu yaşıma kadar hayatıma yapamadıkları bütün etkinin acısını, son bir ayda çıkarmalarında benim ne kadar pay sahibi olduğumu mu bulmalıyım? Antrikotun yarısını annemin avuçlarına bıraktım. Diğer yarısı benim içimde. "Almanlar kaybedince biz de kaybetmiş sayıldık" safsatasına yan gözle bakıyorum şimdi. Bir Rock-Im-Park olsun, bir Kaiserburg olsun, bir Lufthansa hostesinin ilkyardımı olsun, bir Saskia'nın misafirperverliği olsun, bir Kaiserburg bahçesindeki çiçeklerin fotoğrafı olsun, bir Elisabeth'in memnuniyeti olsun; hepsi gözüme dizime dursun. Böyle miydi? Göz ve diz miydi? Elime yüzüme mi bulaştırdım? Yıkasana...

---------------------------------------------

Annem ilk kez bir yazımı okudu bu akşam. Nasıl da "pekiyi" verdi canım, canıma! Ben anneme ne zaman ve nasıl takdir belgesi sunabileceğim? Şu ana kadar ettiğim teşekkürleri nerede saklıyor?

---------------------------------------------

Bir günümü, herhangi bir günümü, ilgi çekici veya sıradan bir günümü, heyecanlı bir günümü, mutlu bir günümü, vajinasına penisimi soktuğum bir günümü başlıklandıramıyorum artık! Başlıklandırsam da, başlığın altı boş kalıyor. Sanırım, her kurtarıcımın bakıcılarında gözlediğim döneme girdim. Çelişik ve keskin, bütün dürtülerim, teker teker, rahatça oturacak yer bulabiliyorlar. Onlardan, ayakta koro veya amigo takımı oluşturamıyorum artık. Her algıladığımı, kaşarlanmış ama enerjisinden hiç kaybetmemiş bir kalecinin bütün verimliliğiyle, rahatlığıyla yakaladığı şutlardan sonra takındığı ve artırdığı bir özgüvenle algılıyorum. Ne yapacağıma, hala, o kalecinin, oyun sistemi geliştirememiş takım arkadaşlarından bir ipucu bekler bakışlarıyla bakıyorum. Evet, burda, ellerimin içinde; gol olmadı ama, nereye göndereceğim? Nerde bekleniyor? Sağır eden çanları duyan yok mu?

15 Aralık 2008 Pazartesi

Makinaya Zeytinyağı!

Ben bu sabah tuvalette otururken, "Çince öğrenmenin faideleri" başlıklı fikirler düşmeye başladı. Onlar düşünce...
Ben tuvaletten kalkınca, düşmeyi kestiler.
Geride bıraktığım kalıncaya bakıp, Çince'den vazgeçtim.
Ben, tuvaletteki geçkince, Çince'den geçince, kendi üretkenliğime ve üreyebilirliğime düştüm.
Ürettiğim ne öğrenecek?

-----------------------------------

Dün akşam, canım hatunlarımı, yoğun şüphe altında, söz ve sayı altına aldım. Jenna'yı ıskaladım yine. Kaçak oldu hep. Yine kaçtı sarışın kaltak!

-----------------------------------



Montreux'nun ne kadar sıkıcı (neden "ne kadar eğlenceli" diyemedim şimdi?) olduğunu bile bu ağdan öğrenmeye çalışıyorum ya, neremle şaşırsam kendime bilemedim. Irena Sedlecká'nın ellerinden çıkan 3 metrelik Freddie Mercury heykeli ve Deep Purple - Machine Head'in büyük bölümünün kaydedildiği Grand Hotel için durmadan güçlenen bir açlığım var. Önümdeki boş günlerin bazılarını bunları görmek için mi değerlendirsem? Önümdekilerin hepsi bitecek!

Sadece, çeşitli tatil tavsiye ve pazarlama sitelerinde sunulan, hakkında bahsedilen Montreux Grand Hotel, 1972'de stüdyoya dönüştürülen Grand Hotel mi, emin olamıyorum.

Bir Deep Purple seven kul da "Ian'ların kullandığı Grand Hotel, ne yazık ki 1990'da yıkıldı, şimdi yerinde Ibis yukseliyor..." veya "O hotel, hala aynı isimle misafirlerini ağırlamaya devam etmektedir..." diye yazmamış! Adamların ilk istasyonu olan gazinonun yanmasını, adamların bundan etkilenmesini, Pavillon'dan kovulmalarını, Claude Nobs'un etkisini falan bil, ilgilenenlere yayınla; ama, Machine Head'in büyük bölümünün bir kerede kaydedildiği kutsal koridorların hala adımlanası olup olmadığından bahsetme! Sizin gibilere, benim gibiler lazım! Veya şu 1683 gitaristin bir kısmı da olabilir.

Hac isteği de böyle mi acaba?
Yaşam şekillerini belirleyen kuralların, kendilerine iletildiği toprakları görmek mi istiyor insanlar? Kendileri gibi olan binlercesiyle, aynı anda, aynı yüksek hisleri mi tatmak istiyorlar? Ülkülerini beraberce kutlamak mı motivleri?
Benim festivalize olmamda ve bazı mezarları, doğum yerlerini, kayıt mekanlarını görmek, ellemek istememde aynı dürtü mü etkin?

O Grand Hotel, Ian'ların kaldığı Grand Hotel mi, öğreneceğim. Tren rotaları ve biletleri belirleyeceğim. Panik yapmayacağım. Mo Beer!

-----------------------------------

Yasemin, döndün mü Hindeller'den?



Burada zeytin ve masumiyet diz boyu. Ilık sevgi gövdeyi götürecek!

14 Aralık 2008 Pazar

Ölüm Korkusu

Sanırım, günlerin, mevsimlerin, saatlerin, durumların veya duyguların renklendirildiği cümlelerden sadece "I found my own true love was on a Blue Sunday." i seviyorum. Benim de yeşerttiğim beklemeler, kızarttığım pazarlar var; yine de, farklı ırklardan insanlarla beraber, deniz seviyesinden bin metre kadar yüksekte geçen bir günde, duyularımın hemen hepsinde renk taşkınları yaşayınca, şımarmışım. Utanmayıp, büyümekten özenle kaçınan bir çocuğun coşkusuyla söylüyorum. Şımarmışım resmen.

--------------------------------

İkiniz 32 sene önce güzel bir şekilde tanışmışsınız. Tanışmanız yetmemiş, bir de koklaşmışsınız. Beni bunların ilgilendirmesi ve memnun etmesi yerine; nasıl hırlaştığınız ve birbirinizden uzaklaştığınız meşgul etti yıllarca. İtekledim güzelce. Çektiniz üstünüze.

Ateş tüküren uçaklarla dolu gökyüzümde, arada sırada havai fişekler patlattınız.
Teşekkürler.

Kuş ne?

--------------------------------

Tıpkı Charlie'nin, biz dotobüsten indiğimiz anda aramıza katılması ve bizi benimsemesi gibi, tutsaklığımdan kurtulduğum gün, burada kendimi içinde bulduğum evi benimsemişim. Senin veya seninkinin evini değil, bizim evimizi işaretlemişim.
Tıpkı, yıllarca içinde bulunduğum ve huzur bulduğum ev gibi, bu evi sıcak bulmuşum. Rivayet tabi, pinotage fısıldıyor bunları.

Gitmek istediğimde gidebilmişim (to), gitmek istediğimde de gidebilmişim (from).

--------------------------------

Bir müzik (rock tabii ki) grubu kurmak, en az, bir aile kurmak kadar çekici, eğlenceli, riskli, sorunlu, onurlu ve aynı anda kolay ve zor değil mi?

Virgülsüz anlatım mı olur? Yapma allasen!

D'ya think he wants me dead?

Biliyorum, kitabın yok. Yine de okutacağım sana ve herkesin kitabına uyacak bu seyahat!

8 Aralık 2008 Pazartesi

Fırat

Tanıdığım bütün Fırat'lar, ilk tanıdığımda gerçek çocuktular. İki tanesini ben de çocukken tanımıştım zaten. Sonra üç tane daha tanıdım ve yetişmeyi ağırdan alıyorlardı. Bu sözcüklerin nedeni, son üç tane içinde de sonuncu tanıdığım Fırat'tır.

Uykusuz'un muhteşemi Fırat'ı her okuduğumda veya hatırladığımda; ilkokulda hoca ciddi ciddi konuşurken, aniden kalkıp saçma sapan bağırmama, o yaşın en kirli küfürleriyle zamanı durdurmama neyin engel olduğunu merak ederim.
Uykusuz'un zavallısı Fırat'ı her gördüğümde, büyüdüğünde bana benzeme ihtimalinin ne kadar olduğunu merak ederim.

Yüklemini rivayet kipiyle oluşturduğum her cümlemden sonra, aklımdan "hangisinden yemiş? kırmızıdan mı yemiş?" geçmeye başladı.

Mutluyum. Ufacık güneş ve azıcık mürekkep.
Çok mutluyum.

Ölü At



"Söylenecek şeyler zaten söylenmiş!" demiştim değil mi daha önce?
Beton kamyonları olur ya; genellikle beton ünitesini sabit görürüz...
Şimdi, ben de, kafamın içinde donmuş olan harcı tekrar nasıl akışkan kılabilirim diye düşünüyorum. Neyle düşünüyorum? Harçla değil. Olmadı bu...
Söylenecekler söylenmiş, söylenmeyecekler de donmuş işte!
Neyle yapıştı kafamın içine?
Donmamış mı?

"Kamyonu devirmek" ne demek bilir misin?

Barbaros Bulvarı'nda devrilen bir beton kamyonu yüzünden okula geç kalmıştık bir keresinde.
Yıldız Üniversitesi'nin içinden yürümüştük. O adımlar ne kadar da kaçamak ve neşeliydi.
Bir keresinde de (şimdiki iç hatlar terminali, uluslararasıyken), beni terminalden alıp uçağa götürmesi için çağırdığımız araba çok gecikmişti de; apronu, üstünde uçak trafiği varken koşarak geçmiştim. O adımlar ne kadar da safça ve heyecanlıydı.

Kulağımdan içeri müzik akıtarak seyreltirim bazen içindekileri. Akan müziğin her çatlağa sızabilmesi için, düzenli bir titreşim gerekir. O titreşimi veren adımlarım ne kadar da rahatlatıcıdır.

Zaten daha önce ifade etmiştim; yürüme mesafelerini şarkılarla ölçmeyi severim. Benim fikrim değildir bu uygulama. Gayet severek kullanmakta ve burada kalın sözcüklerle anlatmakta da sakınca görmüyorum.

-------------------------------------

Bana "geçmişine bağlısın" , "geçmişte yaşıyorsun" , "geçmişinin, geçmiş olduğunu anla" gibi laflar ederler. Ben de "geçmişimle neden bu kadar ilgiliyim?" diye sorardım, kulağıma eğilip.
Şimdi farkına varıyorum; geçmişimde ve/veya geçmişimle yaşamıyorum. Geçmişimden büyük keyif alıyorum ve bu keyfi paylaşmaktan da keyif alıyorum. Geçmişimden ağlak ifadelerle bahsettiğimi hiç hatırlamıyorum.
Dile getirebileceğim, hakkında sohbet edebileceğim, değer verebileceğim bütün deneyimlerim, şimdiden öncede oluşmuştur. 1992'den veya geçen haftadan çıkarıp önüme koyduğum deneyimin önemi, çok nadiren ne zaman diğerlerine katıldığına bağlıdır.
Gülmeme, bazen de güldürmeme yarayan geçmişimin harcı, sadece benim eylemlerim de değil.
Siz, bir avuç, geniş (kalın) ve rahat görüşlü eleştiriciler, hepinizin yüz ve ses izi var geçmişimde! Siz, bütün geleceğe adım atanlar, Vera Lynn için ağlayan adamın dürtülerinden bihabersiniz. Benim, geçmişimizde neleri ne kadar değerli bulduğumdan da, "biz"in kimlerden oluştuğundan da, şimdimiz ve geleceğimiz için ne kadar rahat olduğumdan da size ne ki?

Geçmişini bırakmayı düşünemeyen, geçmişini elleyemeyenlerle dolu ortalık. Değiştirmekten ölesiye korktukları kocaman çantalarıyla, ansızın kapınızdan giriveriyorlar, farketmiyorsunuz. Tüm gelecekçiliğinizle ve hatta tüm rock'n roll felsefenizle ne kadar da yıkılmazsınız!

Hanenizde ölü at var, haberiniz yok!

7 Aralık 2008 Pazar

Dream On

Son iki günüm, güneş altında (Nasıl ve neden "alt" oluyor burası? Güneş Dünya'nın üstünde mi duruyor kardeşler?), sırtımda eşyayla yürüdüğüm günlerdeki rahatlığımı özletti bana. "Birazdan" hakkındaki tatmin edici fikirlerimi, ısınan beynimin içinde, akıl sağlığım için kullanabiliyordum. Adalet, açlık, tutku, merak, iyelik, sükunet gibi dertlerim yoktu. Biranın soğuk, kızların güzel, müziğin sert olduğunu bilmek, rahatlamama yetiyordu.

Özledim! Özümden pay verdim.

Ne demiş James; "Summer's Almost Gone".
Kışı sevenlere doğal müjde, ancak...

...Dün, ne dediği anlaşılmayan, altındakileri tereddütte bırakan, bulutlu bir hava geldi şehrimin üstüne.
Sürünceme kurbanı oldu halk.
Akan kurban kanlarını temizlemek için bira yağdıracak!
Ben de elimde bu kirli küçük şeyle şirincemede kaldım.

Arkadaşlarım çok.
Arkadaşlarım çok etkililer.
Arkadaşlarım çok iyi etkililer.
Arkadaşlarım genellikle çok iyi etkililer.
Arkadaşlarım genellikle çok iyiler.

----------------------------------------------

Şehrin iyi bir semtinde, kullanışsız ve önemsenmeyen bir arazide, kereste iskelet üzerinde büyük kontraplak parçalardan inşa, karikatür dekoru gibi bir apartmanda, içinde durulmayası bir daire tutmuşum. Üçüncü (son) katta.

Apartmanın girişine ulaşmak için, 1 metre genişliğindeki yan bahçede, bir süre yürümek gerekiyor. Giriş kapısı beyaz bir levhadan teşkil.

Apartmana, benden önce girmeye hamle eden hanıma yol veriyorum. Gördüğüm manzaraya tepkim, "bina berbat, komşular zombi gibi ama benim evimin içi çok güzel" diye düşünmek. Önde, gömülmeden çözülmeye başlamış hanım, arkada ben, daracık ve özensiz merdivenleri çıkıyoruz.

Binanın içi de, dışı gibi, estetik farkıyla, Escher tasarımlarından bazılarını andırıyor...

İkinci kata geldiğimde, senin kapının önünde duruyorum. Elimdeki alışveriş torbalarını yere bırakıyorum ve kapıyı itiyorum. Evinin her köşesinde rengarenk deri parçaları var. Kafanda, kendi yaptığın kırmızı deri bir şapkayla bana gülümsüyorsun.

Yaşlanmışsın. Etkinde değişiklik yok.

Çay (veya kahve) teklif ettiğinde, ben ortalıkta gezinmeyi daha çekici buluyorum. Daha önce ziyaret edip etmediğimi hatırlamadığım evini dolaşırken, kapı tekrar açılıyor ve benim alışveriş torbalarımla içeri giren adamı ikimiz de tanımıyoruz. Sen, beni şaşırtarak "oraya bırak öyle" diyorsun. Oturduğun köşenin hemen karşısındaki tek kişilik koltuğa bırakıyor torbalarımı. Yüzünü göstermeden ama bana gülümseyerek izin istiyor ve evin derinliklerine doğru yürüyor. Sırtındaki uzun gömlek devamlı renk değiştirirken, tümüyle gözden ve kulaktan kayboluyor. Diğer odaları görmek istemiyorum artık.

Tek ses değiş tokuş etmeden, bakışıyoruz senle. Anladığını umuyorum ve sanıyorum ve mutlu oluyorum.

Torbalarımı sende bırakıp evime çıkmaya karar veriyorum.

Yaptığın deri işlerinden bahsetmeye başlıyorsun. Çok samimi övgüler duyuyorum senden, kendi işlerin hakkında. Haklısın. Evinin girişinin duvarları, gerçekten ustaca güzelleştirilmiş.

Kapından çıktığımda, yine daracık ve düzensiz merdivenlerdeyim. Önümde, kokuşmuş hanımlar mırıldanmaya ve güçlükle benim katıma çıkmaya devam ediyorlar. Aşağıdan da gelen gölgeleri görüyorum. Apartmanın otomatik ışığı yok. Apartmanda elektriğe dair ne var?
Saygı duymadan ama saygı göstererek, yanlarından sıyrılıp öne geçiyorum. Gölgeler hakkında endişeye gerek yok.

Evimin katına geldiğimde, 40 - 50 santimetre yüksekliğinde, koyu kahverengi bir kapaktan geçmem gerekiyor. O kapağı açmama yardım etmek isteyen iyi niyetli zombi kadını nazikçe reddediyorum. Kapağın bulunduğu tahta duvarın üstünden evimi görebildiğimi farkediyorum. Kapakla ilgilenmeyi bırakıp, ayaklarımın uçlarında yükseliyorum ve görüyorum! İşte orda! Siyah yatak kutum. Siyah tahtam (masam), siyah kumaş (yorgan mı?)...

Hepsi bu! Hepsi benim!

Senin renkli evine özeniyorum ama burayı renklendirmek için ne yapmam gerektiğini bilmiyorum; çaresiz, kabul ediyorum siyahın sıcaklığını.

Çürük kadın uyandırıyor beni!

----------------------------------------------

Rüyamın devamından kim sorumlu kardeşim?!
Gelsin buraya, konuşalım!

Rüyaya devam!

5 Aralık 2008 Cuma

this was my life

Bu akşam Funda ve Koray ve Ece'yle bira içtim. Teknolojiye dua ettim biraz da...
Muhabbettimiz, yıllar önce Taksim barlarında yaptığım muhabbetleri andırmasa da; çalan müziğin ve değerli uykusuzluğumun etkisiyle o barların tahta masalarının yumuşaklığını hissettim dirseklerimde...
Uykumdan en büyük parçayı da şu parça çaldı:

Megadeth - Countdown To Extinction - This Was My Life:

It was just another day (diğerlerinden gerçekten farkı yoktu)
It was just another fight (her kavgalı günüm gibi yani)
It was words strung into sentences (yazacaktım, ne var?)
It was doomed to not be right (ben yanlıştım zaten, yazdıklarım mı doğru olacaktı?)
There is something wrong with me (for sure!)
There is something wrong with you (for another sure!)
There is nothing left of us (us?)
There is one thing I can do (ne o peki?)
Lying on your bed, (yatağım yatağındır dişi limon)
Examining my head (kokudan sıyrılabilirsek, hep yaptığımız gibi)
This is the part of me that hates (sonuca yaklaştıkça, kasılarak tepkisel nefret boşalmak?)
Paybacks are a bitch (almayayım)
I throw the switch (en rahatı)
Somewhere an electric chair awaits (mahkeme çok uzun sürer yalnız, aman adalete dokunma)
Hey!
This was my life (olan)
Hey!
This was my fate (olagelen)
This was the wrong thing to do (neresi?)
This was the wrong one to be doing (kim?)
This was the road to destiny (tatlı, pürüzsüz ten rengi asfalt)
This was the road to my ruin (yıpranacağız elbet!)
Now there's motives for the suspect (olmaz mı? gırla!)
Now there's nothing left to say (sarkastik seni! bu da gırla var aslında)
Now there's method to the madness (hem de çok çekici metodlar var, çok zevkli...)
Now there's society to pay (estağfurullah! ben öderim!)
In our life there's if (anlamayana : life)
In our beliefs there's lie (anlamayana : beliefs)
In our business there's sin (anlamayana : business)
In our bodies there's die (anlamayana : bodies)
This was my life (olagiden)
This was my fate (zevkini merak ettiğim)

4 Aralık 2008 Perşembe

Teyze, anne yarısı mıdır?


Zavallı bir Pink Floyd - Time özenmesiyle başlıyor benim ensemden senin kuyruk sokumuna uzanan tüy isyanı! Çok basitçe, tek düze ve günlük hayattan, tik taklayan bir saat ve rahatsız edici ama bilinçle kısa ve ani kesilen zilinin sesi. Bas gitar, elektrik davul, elektrik piyano ve Barış Manço nefesi. İlk kıtadan sonra flüt...
Yeni Bir Gün Doğdu, Merhaba
Mütevazı bekar evi kahvaltısı tadında, kısa bir şarkı. Arkasından gelecek bolca çayı veya kahveyi kolayca tahmin edebildiğin, eğreti oturuş hissiyle dinliyorum.
Sırtımın yarısına ulaştı bile tüy kökü kasılmaları. Kolay gelmiyor 1981'e avuç içlerimi tutup ısınmak. Benle yaşıt bu albümün, 4. senemin bitişinde ellerime bırakıldığı anı hatırlıyorum. Siyah kırmızı manyetik kaset ve turuncu siyah kaset çaları avuçlarımda hissediyorum. O günkü kadar pembe değil parmak uçlarım. Patiye benzemiyorlar artık. Kulaklarımsa binlerce orjiye katıldı.
Dört senelik dimağımda "gelecek" yoktu. Sadece "birazdan", "bu gece", ufuğun berisindeyse "yarın" vardı... Ne "birazdan" var artık, ne de 1465 günlük teslimiyet.
Yeni bir gün doğdu, merhaba ve umut yüklü vücut yataktan kalkıyor, belli.
Bu doğallık ve insanlıkla başlanan günün, çocuk neşesiyle yaşanması beklenmez mi?
İşte! Anlıyorsun Değil mi?
Çocuklar için yapılmış gibi bir neşe, bir tempo, bir sadelik! Teeeyyy!!
O da ne?
Hava ayaz mı ayazmış, elleri ceplerindeymiş.
Bir türkü tutturmuşmuş; duyuyormuşsun, değil mi?
Çalacak bir kapısı yokmuş, mutluluğa hasretmiş; artık, sokaklar onunmuş.
Görüyormuşsun, değil mi?
Zaman akmıyormuş sanki, saatler durmuşmuş o gün.
Sonsuz yalnızlığında bir tek sen varmışsın o gün.
Ya dönecekmişsin O'na artık, duyuyor muymuşsun?
Ya çıkıp gidecekmişsin dünyasından, anlıyormuşsun değil mi?
Bir resmin kalmışmış O'nda, tam ortadan yırtılmışmış; hani siyah kazaklı, biliyormuşsun... Gözlerinden süzülen bir kaç damlada senin sıcaklığın varmış!

Sen kimsin lan? Niye üzüyorsun rahmetliyi?
Niye çocukluğumun neşesini yaşatmıyorsun bana şimdi tekrar!
Neden kafasını bulandırıyorsun güne merhaba diyebilen bir adamın?
Çok şanslısın, güne merhaba diyebildiği sürece, gözlerinden damlalar süzülebilecek ve belki de senin sıcaklığın ayazı kırabilecek. O değil! Sen şanslısın! O rahmetli çünkü!

Hi-hat ve elektro bas oyunuyla Ne Köy Olur Benden Ne De Kasaba başlayınca, ufak ufak anımsadım, bu üç şarkının birbirine bağlı olduğunu. En temiz haliyle Pink Floyd albümlerinden aşina olduğum bağlantılardan kullanmışlar. Yeni bir güne kurşun gibi ağır gözlerini (göz kapaklarını) ağır ağır açan adam, şimdi, o gece kurşun gibi ağır gözlerini ağır ağır kapattığını anlatıyor. Öldükten sonra duyulan, Pink Floyd - One Of These Days ve The Doors - Unknown Soldier kırması bir davul ve klavye düğünü... Ancak, melodiyi çok özgün ve özenle döllemişler! Türk gerdeği, belli.

Bütün albüm boyunca, tepemdeki buluttan kurtulmama yarayabilecek bir kaçış aradım. 27 sene önce önünden geçtiğim bütün küçük tahta kapıları otlar örtmüştü. Ellemeden önce, hepsine uzun uzun baktım. Bütün şarkılarda, şu anda salonumun büyük bölümünü kaplayan çirkin halının üstünde pijamalarım içinde, Topak ve Kermit'le oturup; teybin tuşlarına annemi kızdırmayacak şekilde basmaya çalışmamı hatırladım. Şimdi lazerli, kablosuz fare yordamıyla "media player" ın üstünde işaretçi gezdiriyorum. 27 senede değişenler neyi geliştirdi?

Ne zaman ulaştı ürperti kuyruk sokumuna?

Kara Sevda dinleyen okurum, insafa gel.
Kanatlı kurtarıcımı bana bırak lütfen. Sal, dönsün bana...
Bende istediğin kadar resmin kalabilir. Ayazda da kalmam, çalacak kapım da olur. Sadece o kanatlar olmadan beni taşıyamaz ve ben kendisi olmadan onun kanatlarını kullanamam. Yalvarırım kıyma ona!
Barış Manço ilk vücuduydu onun. Yapma bir daha!

Veya, beraber binelim sırtına; bulutsuz yeni günlerde, sokaklarımızdaki gölgemize merhaba diyelim yukardan.
Saat zili sesi yerine müzik kullanalım uyanmaya. O çalsın, söylesin bize.

1 Aralık 2008 Pazartesi

17 Aralık 2008 için

Şşşşş!
Millet!
17 Aralık son virajda yine...
Ben, 10 sene önceki tutumumu tekrar benimsiyorum ve kayalıklarda cinsiyet ayrımcılığı yapılmasına karşı çıkıyorum!
Aylık çalışma programımı hazırlayan hanım insan bile, her Kasım ortası ben söylemeden hatırlar da, en çok katılması istenen beyefendiler ya unutur ya önemsemez!
Dolayısıyla, katılımcılar hafif bir burukluk yaşar. Dünya Sarı Votka Günü'nün kurucularının anısına yapılan sohbetler ve hareketlerin daha da neşe vermesini istiyorum. En başta rahatça dile getirebiliyorken, sonradan içime attığım üzere; kayalıklarda kadeh tokuşturanlardan bazılarının hoş sohbet kadınlar olmasının faydaları, zararlarından çoktur! Ayırca, 17 Aralık 1994'te maço hiç bir temel atılmamıştı; sadece dürtüsel bazı azgınlıklar yaşandı. Emin olun sevgili müdavimler, 25.05.2008'de bahçede gördüğüm kız, telefon kulübesine tıkışmamıza nasıl neden olmuştu, şimdi anlamıyorum... (anlıyorum tabii ki aslında ama, böyle anlatmam gerek!)
Dolayısıyla, sözüm, sohbetinden zevk alındığından emin olan tüm hanım arkadaşlarımıza...
Adı "Dünya Sarı Votka Günü" olan bu kutlamanın, adını koyan Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi mezunu erkeklerin tekelinde kalmasına ve cılızlaşmasına mani olun!

Bir de, lütfen yeterince kalabalık gelin ve beni soğuk Marmara Denizi'ne atmalarına da engel oluverin...

Audio CD



Metafor 1:
Duramayan arabayım. Lastiklerimin altından ne zaman geçeceği belli olmayan tümsekler ve çukurlar en büyük eğlencem! Bu metaforun yakıt, sürücü, ışık, konfor, kaza, trafik ve yedek parça gibi öğelerini sen yerleştir.

Metafor 2:
Elmas mermisin. Menzil tanımı yapılamayan silahın, kısa, yivli namlusundan, boşluğa gönderileli 29 ışık yılı olmuş. Deldiğin her kütleden sonra, delikten geçip seni takip eden ışıktan yılmışsın.

Kafam kafa gibi değil. Parmaklarımın ellerime, ellerimin kollarıma, kollarımın gövdeme bağlantıları yok gibi. Hareketlerime bulduğum enerjinin kaynağını merak etmekten, hareketlerimin ortaya çıkardığı işlerden bihaber oldum.
Alain de Botton’dan Kiss & Tell duruyor pufun üstünde. Bu kadar yorgunken okuyamıyorum. Öptüklerimi anlatmak istesem de yazamıyorum. Bu ara, pek okur-yazar değilim yani…
Sert Rock dinlemekten başka hevesim var mı şimdi?
Varmış: Tokan, bütün kapasitesini kullanmış; seni polyesterden koklamak!

İnsanların “gerçek” hakkındaki tartışmaları ne kadar uzun zamandır mevcut ve anlatılası, dinlenesi değil mi? Savunulanların ezeli rekabetini, yıllardır, sıkça saf değiştirerek ama hiç fanatik davranmadan, izlemekten büyük keyif aldım. En başlarda, “Yuh bee! Öyle mi kontrol edilir lan?! Ben bile atardım bunu lan!” gibisinden ahkam dilimlerimi tek başıma yediğim de oldu, yakınımdakilere ikram ettiğim de. İkramlarımı zevkle kabul edenler de oldu, nazikçe geri çevirenler de… Ahkam ikramlarına gerek duymayan, “gerçek” üstüne karşılaşan tarafların tüm donanımlarını ve savlarını ezbere bilen fanatiklerle karşılaştığımda, maç histerilerinden daha da uzaklaştım.
Uzaklaşmam, fanatiklerin motivlerinin benim için gerçek olmamasındandır sanırım.
Üzerine bu kadar düşünülen, tanımında mutabakat kurulamamış “gerçek” ne kadar da eski! Bazıları için, sorgulanması, algılanmasından çok sonraya bırakılmış bir sürü olgudan çok daha önemli; bazıları içinse, sorgulanması, algılanmasından çok daha zor veya çok daha gereksiz veya çok daha zevkli… çok daha çekici?

Anladığını söylediğin, ortak kabul gören gerçek. Bunu tartışmıyoruz.
Ne anladığını tartışamayız. Anladıklarını, “gerçek”leştirmek fikri çekici ama bunun için yeterince umursamaz veya dayanıklı değiliz.
“Gerçek”ten anlayıp anlamadığını tartışmamız için, nedenleri sorgulamak isteyebilirsin. Bildiğim kadarıyla, sadece benim nedenlerim var ve bencil değilim. Sanırım, sanıların var ve tanılarınla karışıyorlar. Nesnelliğin kime göre? Bana uygun mu?
Benim sunduklarımın bağıntılı olduğu her veriyi nerden biliyorsun?

Zıvanadan çıkmak, azıtmak mıdır? Zıvanadan duman çıkmaz mı?

Metafor 3:
O, senin delip geçtiğin; altıma serdiğin bir tay. Sen çarptığın sırada, doğduğu yayladan çok uzakta, otoyolun karşısına geçiyordu. Arabaların çoğunun duramadığını zaten biliyordu, temkinliydi.
Teşekkür ederim.

Metafor 4:
O, seni namludan iten basıncın nedeni olan patlamanın ışığı. Yavaşlayıp, dikiz aynamın ardına saklanabilirsin. Bir gün durabilirsem, ön camıma katılırsın.

25 Kasım 2008 Salı

yirmikisi

Sabah, Bakırköy sokaklarından 4'ünde yalnız, 5'inde Koray'la yürüdüm. Önce Koray'ın evinde, 2 ayrı koltukta oturup, 2 ardışık saat boyunca, aklımızda ayrı 2 kadın varken, 2 avuç müzik dinleyerek, 2 kitap hakkında sohbet ettik. Kadınlardan biri, hışmını o sabah evde bırakmayı unutup; bizi, benim evime acele ettirdi. Ustura, ütü, kravat derken, Bakırköy sokaklarında sıkça vites değiştiren arabanın içine tasnif olduk. Önce Çınar, sonra Başak ve en son da Hakan yerleşti içine. Daha çok yakıt, daha sık değişen vites, daha gergin dakikalar, ama neyse ki daha yüksek sesli kahkahalar sonra, tamamında olmasa da, tam anında büyük olayın seyrinde yerimizi aldık. Hemen hemen bir ay öncesinden beri belliydi bu tarih. Yener ve Gökçe'nin imza töreni yapılacak, ikisinin özel mutluluğuna verilen genel onayın kutlaması da, gece Taksim'de Box'ta yapılacaktı.

Bu sefer, Antalya'dan gelip kutlamaya katılanların sayısı, tam bir hafta önce katıldığımdakinden bir kişi fazlaydı. Özellikle, en az altı yıldır görmediğim Burkay'ı özlediğimi hissettim. Kendisi de lokal masalarındaki anlamsız badminton maçlarımızın değerini teslim etti sağolsun. (Laflarımızın tasarımları, hafiflikleri ve onları kendimizden çıkarıp birbirimize iletmek için harcadığımız enerji ve seyredenlerin kısa süre gerçek ilgi göstermesi nedeniyle, hafif sohbetlerimiz kesinlikle badminton maçlarına benziyordu...)

Tam bir hafta önce katıldığım kutlamada, benliğimin kendi kutlamamın nedenine ayırdığım parçası başka renkte ve hızlı saatlerin tadı bambaşkaydı.

Onaylamalar, alkışlar, fotoğraflar, sıra ve öpüşmelerden sonra, aynı vites kutusunun etrafına bu sefer Hakan olmadan dizildik. Evlerimizde soluklanmak, kıyafet değiştirmek ve belki de biraz yemek yemekti niyetlerimiz.

Bakırköy sokaklarından birine atılan ama kabul ettirilemeyen bir izmarit nedeniyle, kısa bir gecikme, sitcom tadında yaşandı:

B: Hayır, dikkat! Yaaa hayır yaa!!
Ç: Attım! Attım! Yok!
B: Hayır! Geri döndü!
Ç: Yok kızım! Nerde?
B: Araya girdi işte! Yanıyoruz!
K: Ne?
Ben: Ne?
B: Hayır yaa!! Dursana abi, sağa çek, yanıyoruz!
F: Burda çekemem.
Ç: Gitti abi dışarı! Emin misin?
B: Yanık kokuyo! Hah! Burda dur!
K: Sakin olun arkadaşlar.
B: Hah! Sucuda dur!
F: Sucu?! Ha sucu!
B: Abi!
Ben: Koltuk nerden açılıyo? Bi de bagajı aç.
F: Orda bi düğme var, onla aç.
B: Pardon, araba yanıyo da su alabilir miyim?
Sucu kız: He? Tabi... Eh.. Ne?
Ben: Abi şunları çeker misin?
B: Su getirdim!
Ç: Nerde abi? Orda mı? Görüyo musun?
Ben: Yok galiba hakikaten. Nereye düştü?
B: Şuraya araya...
Ben: Aha! Gördüm, kırmızı kırmızı yanıyo şerefsiz! Ver suyu.
İzmarit: ıss!
Ben: Terminatörün gözü gibi söndü!
F: Hadi abi!

Benim evimde bırakılan üniformalardan sonra, Çınarlar'dan alınan Çınar ve Başak'la beraber aynı şanzımanın etrafında dizilip Bakırköy'e acele ettik. Merkezi park sorun oldu ve Funda ve Koray'la yollarımızı üzülmeyerek ayırdık.

Yağmur ve fırtına ve ışıksızlık hesapta yoktu. Hesaba itiraz ettik ve kuru terkettiğimiz San Marco's sonrası yeterince ıslandık. Mutluluk bu kadar paylaşılabilirdi!

Kapüşonum kafamı ve görüşümün büyük bölümünü kapatırken, attığım adımları uzatıp hızlandırdım. Amaçladığım gibi, taksiyle buluşma noktasına katlanılabilir bir nem oranıyla ulaştım. Honda kuzu gibi yatıyordu ve içine süzüldüm. Arkamdan bakıp son gördüğümde 50 metre gerimde olduğunu hatırladığım arkadaşlarım fazla ıslanmasınlar diye; şoförden geri dönmesini ve çıktığım sokağın başında durmasını rica ettim. Hızlanıp, aradaki farkı 3 boya indiren arkadaşlarımın, bu hareketim yüzünden daha da ıslanabileceğini düşünemedim. Islanmışlardı! Benim yüzümden küçük bir çember çizen 3 ciğer, benden beter ıslanmışlardı.

20 dakikalık bir kötü otoyol seyahatinden ve Çınar'ın, Ali Usta'dan tanıdığı şoförün motosiklet kazası sohbetinden sonra, Taksim Meydanı'na ulaştık. Damlasavarım olmadığı için, yine hızlı adımlarla kutuya seyirttim.

Yeterince bira, fazlasıyla sigara otlanmama neden oldu. Killing In The Name Of ile yaşımı hatırladıysam da kendimden çok Serhat için endişe ettim. Karısıyla ayakta güreşip, Menekşe'den acı bir burgu yedim! Kürşat'ın acayip taleplerini bertaraf etmek için susmayı seçtim. Dilara'nın tepkisinin hangi kadına doğru olduğunu bir türlü anlayamadım.

Ertesi sabah başına geçeceğim iş bilgisayarımdan gerektiği kadar verim alabilmek amacıyla, gece yarısını az geçe, balkabağına atlayıp eve döndüm. Kutunun içindekiler güzeldi ve Yener ile Gökçe mutlu gözüküyorlardı. Bu akşam ve bu gece önemsediklerim içinde ertesi günlere aktarılabilecek ikinci ilgi, bu ikisinin mutluluğu olduğu için, rahattım.

21 Kasım 2008 Cuma

Bakırköy Sıkıntısı (kaçıncı bölüm?)



Gıcır gıcır akıl cenderesi buldum, hemen uyguladım!
Yoğunlaşma zorluğu çektiğim tüm anların acısını çıkarmaya niyetliymişcesine... Hiç de değilken!

Kafamın sıkışıklığı, zonklamaları her zaman hoşuma gitmiştir. Yine sürpriz yapmadım kendime.

Patlayacak dediler.

-----------------------------------

Duvarları ve pencereleri plastik örtülerle yalıtırken Serhat aradı. Kafamı dışarda dağıtmaya niyetliydim zaten. "King oynayacağız, acelemiz var" dedi. Dediğini aceleyle duydum ve sakince anladım. Atladım botlarıma ve bir Holy Wars/The Punishment Due ile Hangar 18 süresinde Lokal'deydim. ("they killed my wife and baby, with hopes to enslave me"... Sure they did!)

Horrible ve Serhat masaya kurulmuştu. Koray'ın tosttan gelmesini beklemeye başladık. Beklememiz 2 dakika sonra bitti. Batmaktan başka yolum olmadığına kaniydim. Kanaatimi zikrettim. Kumar oynamıyorduk. Cendereden çektiğim kafamın ilk antremanıydı. Hamdı. Terliydi. Kiloluydu.

20 tur sonunda, televizyon kanallarına vakur açıklamalarda bulunan, galip futbol oyuncusu gibi durdum kapıda, tabelayı hesaplarkan başka bir aile geldi, kulağıma "dağıttın mı kafanı?" diye fısıldadı. Fısıltıya baktım ama farkedemedim.

Dönüş adımlarımı attığım karanlık yolumu, önce Take No Prisoners sonra da Poison Was The Cure ile aydınlattım.

Megadeth : Rust In Peace : Poison Was The Cure :
I miss the warm embrace I felt
First time you touched me
Secure and safe in open arms
I should have known you'd crush me
A snake you were when we met
I loved you anyway
Pulling out your poisoned fangs
The venom never goes away
Serpent swims free in my blood
Dragons sleeping in my veins
Jackyl speaking with tongue
Roach egg laying in my brain
Once stalked beneath your shadow
Sleepwalking to the gallows
I'm the sun that beats your brow in
Til I finally threw the towel in
Never knowing if I'd wake up in a
Whirlpool got redundant
My brain was just some driftwood
In a cesspool I became dead
From a rock star to a desk fool
Was my destiny someone said
Loves a tidepool
Taste the waters life's abundant
Taste me

Evime yaklaştığımda, kaslı köpeğini sadece karanlıkta dolaştıran, temastan uzak tutan gerizekalılardan birini ve zavallı köpeğini uzaktan gördüm. Caddede, uyumsuzluklarından ve hızlı arabaların tehdidinden bihaber, kaldırımdan uzak yürüyorlardı. Kaldırımda ise, kim bilir ne zamandır okşanmamış zayıf bir sokak köpeği salınıyordu. Aptal ve aptalın kaslı köpeğine paralel; onlarla aynı yönde ve hizada...
"Tamam!" dedim. "Aptal herif, kendi egosunu bu masuma saldırtacak şimdi!"
Yetiştim, sağ elimi açıp sokak köpeğinin kafasına sürttüm. Kıçımı aptalın köpeği kokladı. Tek derdim masumun benle gelmesiydi. Geldi. Apartmanın girişine kadar, içimi rahatlatarak ve safça sırıtarak geldi. Apartmanın girişinde, masumu, aptalın niyetinden kurtarmanın rahatlığını ve yine aynı masumu, arabaların tehdidine geri göndermenin tedirginliğini Tornado Of Souls bastırdı.

Megadeth : Rust In Peace : Tornado Of Souls :
This morning I made the call
The one that ends it all
Hanging up, I wanted to cry
But dammit, this well's gone dry
Not for the money, not for the fame
Not for the power, just no more games
But now I'm safe in the eye of the tornado
I can't replace the lies, that let a 1000 days go
No more living trapped inside
In her way I'll surely die
In the eye of the tornado, blow me away
You'll grow to loathe my name
You'll hate me just the same
You won't need your breath
And soon you'll meet your death
Not from the years, not from the use
Not from the tears, just self abuse
But now I'm safe in the eye of the tornado
I can't replace the lies, that let a 1000 days go
No more living trapped inside
In her way I'll surely die
In the eye of the tornado, blow me away
Who's to say, what's for me to say
Who's to say, what's for me to be
Who's to say, what's for me to do
Cause a big nothing it'll be for me
The land of opportunity
The golden chance for me
My future looks so bright
Now I think I've seen the light
Can't say what's on my mind
Can't do what I really feel
In this bed I made for me
Is where I sleep, I really feel
I warn you of the fate
Proven true to late
Your tongue twist perverse
Come drink now of this curse
And now I fill your brain
I spin you round again
My poison fills your head
As I tuck you into bed
You feel my fingertips
You won't forget my lips
You'll feel my cold breath
It's the kiss of death

Al bunu götür yerine koy...
Aferin!

19 Kasım 2008 Çarşamba

yaralı uydu ve akıllı ilaç



Bu akşam çalmak istiyorum!

Kurtarılmaya ihtiyacım olduğunu hissettiğim kaldırımda yürürken, kafama değen bir damla yağmurun ıslaklığını çalmaktı ilk niyetim.
O damlanın soydaşlarının etkisiyle kayganlaşan kaldırımdan inerken indirdiğim başıma, bu bilgisayarı çalmak, daha sonra gelen niyet oldu. Sırasına razı.

Yeterince adım sonra, ilk niyetim gerçekleşmişti.

Şimdi sırada, "Islanan başıma, bu bilgisayar çalına" !

İkinci niyetimin haklılığından emin, emin adımlarla evime yürürken çaldığım Light Grenades'ten ifade çalmak da, üçüncü niyetim olarak, sakin sakin bekliyor.

Bilgisayarın ekranından gözüme ve arkasına vuran koyu beyaz ışık, ilk kez bu tuşlara dokunurken işimi zorlaştırıyor. Tuşların altından çıkan fiskelerle ölmeyen ama güçlenen akıllı sineklerin icabına sonra bakacağım. Bu ışığa toplanıyorlar zaten.
Başım zonkluyor... İşte bilgisayar başıma geçti! Sonrasında gördüğüm öncesini oku bak:

Kum muydu kullandığım, gevşek toprak mı, un mu, tezek mi, çöp mü, bilemedim hiç.
Derinliği, kalınlığı, sıcaklığı gayet doğru algılayan ben, kullandığım materyalin ortalama tanımını yapamıyordum. Tanımlamak da derdim değildi zaten.
Belki sen, bilmek, daha iyi canlandırmak istersin diye uğraşmaya kalktım. Yapamadım... Bilmiyorum işte, en çok neyle gömdüğümü kendimi. Uğraşamıyorum.
Örtümü ufalanmış isimlerden yapmış da olabilirim; sesler ve sözler de eklenmiştir belki...

Sen ne görüyorsan odur üstümü yarım yamalak örttüğüm.

Ayağını sürttün önce ve gevşekliği hissedip eğildin. Dengeni kaybedip düşmekti ilk tedirginliğinin nedeni. Sonra, sana cazip, bana sabit kokuya dikkat kesildin.
Eğildiğin andan sonra ikinci kez dizlerini kırdığında, ayaklarını ayaklarımda hissettim.
Kokuyu incelemek niyetiyle, sincap çabasıyla, elindeki kaşıkla, kurcaladın biraz ilk katmanı.
Biraz toz kaldırıp havayı koklamış olmalısın.
Korktuğum şey başıma çok çabuk geliyordu: Uzun zamandır çaldığım müzikten kulaklarımı alıp kaşığının hareketine dikkat kesiliyordum.
Neden burdaydın? Neden kazdığını biliyordum ama bu noktaya neden ve nasıl geldiğini bilmiyordum. Merak etmek istemiyordum.
Hızla daha da ağırlaşmak tek çözümdü! Daha ağır ve daha yoğun bir beden hızla arzın merkezine ulaşabilirdi. Ağırlaşmak için, üzerimdekileri ve etrafımdakileri yemeyi, solumayı düşündüm önce.
Bu düşüncemi ve o ana kadar yediklerimi, altımdakilerin de aynı yöntemi kullanarak, yolumu tıkadıklarını farkettiğim anda, gözlerimden dışarı bıraktım. Gözlerimden çıkanlar, senin kaşığına yaradı; kazışını hızlandırdı.

Artık, her kaldırdığın öbekte, müziğim de azalıyor, hızlanan nefesini daha da rahat duyuyorum.
Yanıma yatacak ve üstümüze aynı şeyleri örtebileceksen devam etmen güzel olur; ama, kazın bitince nefesinle, terli vücudumu kurutmayı düşünüyorsan, hemen durmalısın.
Ne yazık ki bunu, sana, yattığım yerden anlatamıyorum.
Kalkamıyorum.

Huzurumu ört üstüme!

--------------------------------------------

Güçten düşmem ilk anomaliydi.
Aslında, başkalarının anomalilerine çözüm bulmak için harcadıklarımı anımsatan şey, incelmiş ve rengi açılmış gölgem oldu. Koca bir bulut geçiyordu ve ben çok zayıftım.
Burdan yedi veya sekiz adım gerideydim o an.
Gerimden gelen, öteleyen bir sesin şokuyla ileri baktım.
Gördüklerim, başkasıyla kıyaslanamayacak kadar hatırlanasıydılar.
Yüzlerini, göz kapaklarımın arkasına dövme yaptırmak değil; beynimi gözleriyle dağlamak istedim.
Ses onlara ulaştığında, ufalandılar.
Az önce durdukları yere gittim. Kalıntılarına basmaktan çekindiysem de, rüzgar çıktı ve her yerime bulaştırdı onları. Biraz salya kullandım, kolumda ve alnımda parmağımla kimlik belirtmek için. Yetmedi. Kimdim?

Tozlarıyla izole olan derim, tepki gösterdi ve terlemeye başladım. Kısa süre sonra, tozları, ayaklarımda çamur oldu.
Rüzgarla gelen, gölge düşmanı bulut tepemizde asılı kaldı ve çözücü sesi kendine çekti.
Çok bekledim o sesin yağmasını.
O günler, hiç yağmadığı ama döküldüğü günlerdi. Hayatımın günleriydi.
Onlar, nelerden mamuldü bilmiyorum.
Ayaklarımdaki çamura ikna oldum ve oraya, ona gömdüm kendimi.

Toz ol!
Buraya!

14 Kasım 2008 Cuma

1984 (wiki bağlantı manyağı)


1984'te yaz olimpiyat oyunları Los Angeles'ta yapılmıştı. Kapanışında, Lionel Ricihe'nin All Night Long'unun fıkırtısına ve dans gösterisinin 80'lere özgü zayıf ihtişamına kapılmıştı 7 yıllık algım! Ne The Commodores bilinesiydi benim için, ne de Commodore 64 veya Amiga!
Philips televizyonun cılız rakipleri bir ITT Schaub Lorenz kaset çalar ve Nordmende radyoydu. Lionel Richie'yi kasetten dinleme imkanım yoktu; annem o senelerin en Radyo Eksen'i olan Polis Radyosu'nu açardı benim için. 3 - 4 günde bir, çoğunlukla da geceleri 9'dan sonra duyabilirdim All Night Long'u. Annem "bütün gece eğlence"nin bulanık resmini zihnimde canlandırmama yardımcı bile olmuştu bir sofra kuruluşunda... Kavgasız, müzikli günlerim çok güzeldi.

Sonra,1984'ün son gecesinde, annemin sofrada başıboş bıraktığı bir kadeh kırmızı şarabı vücudumda gezmeye çıkardım ve Opus'un Live Is Life'ıyla, Laura Branigan'ın (2004'de beyin kanamasından ölmüş, külleri Long Island üzerine serpilmiştir...) Self Control'üyle (İtalyan Gloria'sı olduğu henüz bende meçhulken) ve Rick Springfield'ın Celebrate Youth'uyla kafamı yuvarladım. Üzerimde Belgin Abla'nın yılbaşı hediyesi koyu gri kazağımla ısındım. Avustralya televizyonundan Countdown adlı müzik programlarını niye alırdı TRT bilmiyorum... Anzak kardeşliğine kurban olabilirdim...

Mecra fakiri algımda bunlar güzel localar kurdu, yüzlerce konuğa!

Eric'in 1984'ünden de, Barış Manço'nun 1984'ünden de, Roger Taylor'ın 1984'ünden de bihaberdim (yet!).

Sonra teyzem Paul Simon'la, dayım Bob Marley'le ve bir minibüste acayip devinik betimlemeli hakaretlerime rağmen, Paul ve Bob referanslı kuluçkam sonucu, Doğan Abi Queen'le tanıştırdı beni...

Kanatlı kurtarıcımın yuvasının çalı çırpısı bu insanlardır.

Sonra, güneşin her dakikadaki konumuna göre rengi değişen kabuk kırıldı ve ben ergendim.

Anlamaktan ve anlaşılmaktan çok, anlam kurmaya, anlam vermeyi önemsemeye yöneldim. Kaçak!
Hesap ve madde eksenli kültürü, kültür manyetiğiyle beslediğim kurtarıcımla tepeden seyrettim yıllarca.

Kanatlı kurtarıcımın zırhını, kafamın üstünde vızıldayan şarapnelleri avcumda ezerek bir araya getirdim. Hiç boyun eğmedi bana ve kafası çıplak kaldı. Hep benim istediğim yerden, fakat nereye isterse oraya, kurtardı beni.

Onun sırtında Kuzey Denizi kıyısına da gittim, Pendik'te tren de bekledim, Nazi kalıntısında yağmur da içtim, uçak dengesi de hesapladım...

Şimdi, beni Marmara Denizi'nin sığ eşiğinden alıp, Akdeniz'in şirince ılığına götürmek istiyor.

Çok palazlandı.

Yine de, kıçımı kaşımam, kendisini hareketlendirmemden daha zor.

İyi tanışıyoruz, çok sevişiyoruz.

Beraber fazla güçlü ve umursamaz oluyoruz.

Kesinlikle şımarmadık, kesinlikle yüzsüz değiliz.

Kanatları gücünü kaybetse bile, son nefesimi duyana kadar beni kurtaracağından, 1984'ün büyüsünden emin olduğum kadar eminim!

----------------------------------------------------------

2 yıldır, kurtarıcıma, gecenin çökmesini beklemeden musallat olan iblisin akıl hocasını, gözünüze sokarcasına, bir kez daha (tanımayanlara) tanıtmak isterim:

Brandon Boyd der ki:

Güneyli gız! Maymun ettin beni len!

13 Kasım 2008 Perşembe

"alo" ya vara



Sırtımda, kolumu omzuma sabitleyen plakanın vidalarının somunlarının gevşeyip dışa doğru çıkıntı yaptıklarını hissediyorum. Kulunç diyenler de var. Benim bildiğim, yıllardır bakıma gitmediğim gibi; son zamanlarda çok ihtiyaç duyduğum tamirin gereğinin baskısı!

Yüzümü hiç ekşitmeden, elimi omzumun arkasına koyup, somunları sıkıyorum ama bileğimde yeterince tork yok.

Mavi ışıklı şehirde tamirci yoktu. Yüzeye çıkana kadar da, omzum binlerce kere aynı hareketi yaptı. Normaldir bu ağrılar, sızılar...

---------------------------------------------------

Salonumun penceresinde dolu dolu dolunay duruyor. Dolunayla dolduruşa gelen arkadaşlarım var. Dolunayla boşalan uykularım oldu.
Bu dolunaydan önce, aklımın yüzlerce kilometre öteden etkilenmesini istedim.

Seyrettiğim bir Amerikan filminden sonra, günlerce, dolunayda Ay'a gitmek istemiştim.

Muhsin Bey'in zor bela yaşadığı Doğan Apartmanı'nın bahçesine defalarca rahatlamak için gittikten yıllar sonra, romantizm için girmeme izin verilmemişti.

Muhsin Bey'den övgüyle bahsedip, kendisini bulmayı umduğum hemen her yerden eli boş döndükten sonra; televizyonda rastladığım zaman, keyif çatmaya ne kadar da uygundu.

Dolunayla hareketlenen nöronlarımın arasına sızmaya başlayan idrarımdan kurtulmak için gittiğim tuvaletten döndüğüm anda, elektronik muhatabımın da çişini rapor etmesine şaşırdım. Bu kadar maddeci bir algıyla yaşamasaydım, kuyruk sokumumdaki kıllar dikilebilir, olmayan kuyruğumun telafisine beyhude hareketlenebilirlerdi... belki... ve haklısın... keşke...

---------------------------------------------------

Nefesinin kontrolünü kaybederek tepki veren, yorum yapan, kafalara oturan insanlar vardır. Dinleyeni veya sözü kesileni nefessiz bırakır, yorarlar. Bazılarınızın, onlardan olmaya yatkınlığını gözden geçirebilmesi için; insan vücudundaki kılların seyrek olduğu bazı yerlerde sık, sık olduğu bazı yerlerde de seyrek olmasının aslında daha iyi olabileceği önermesini detaylandırmak istedim az önce... sonra vazgeçtim. Çünkü, o ukalalığa olan yatkınlığımla mücadele etmekten, detaylara enerjim kalmadı.

Kemal Sunal saflığına, Şener Şen mazlumluğu ve Tarık Akan dirayeti eklemek istiyorum. Bir de bazen basınç atmama yarayan Şahin K. ilkelliğinden kurtulsam...

Yine de, son nefes öncesi kendi kanıyla katilin adını yazan karikatür karakteri gibi, son çabamı, yok veya görünmez etmeye çalıştığımız keratin miktarıyla, var etmeye veya daha çok görünür kılmaya çalıştığımız keratin miktarının dengesizliğine dikkat çekerek sunayım.

---------------------------------------------------





10 Kasım 2008 Pazartesi

vaşak



Evde sadece biraz rakı ve Southern Comfort vardı. Rakının sosyal bir içki olduğunu içtenlik ve iyi niyetle dikte eden ciğerlerimin hatırına, Southern Comfort'a yöneldim. İlk iki bardağımı sadece buz ve Massive Attack klipleriyle tükettim. Bir de Funda'yla elektronik geyik yaparak... emesen!
Ne pis bi emir oldu bu "emesen"!

Sonra, son boş bardağıma bakarak, onun ağzından "I'm your source of self destruction" dedim kendim kendim kendime... Alkolsüz bir mide diledim biraz da...

Sonra gözüm tezgahta duran elma suyu kutusuna, aklım da Alper'in lise yıllığında yazdığı ortak zevklerimizden birine takıldılar. Şeftalili Nestea ve votka!

Southern Comfort ve elma suyunu denemeye karar verdim. Hayatımda verdiğim onca yanlış karardan sonra, aldığım bunca doğru karardan biri oldu.

Alper'e ilettim bu kıvılcımı. Ne yandı Cihangir'de bilemem.

İstemsizce Disposable Heroes ve Damage Inc.'ye sallandım.


Az önce geçtiği kontrolde emanet bıraktığı nüfus cüzdanını şimdi polise göstermesi gereken bir ergen gibi, blogger'a girdim. Yani, bunları yazmam gerekiyordu ama zaten yaşamıştım ve yazıyla bir anlam ifade etmeyeceklerdi bana.

Girdiğim anda da onay bekleyen yorumları gördüm.

Nerde, ne zaman, neden "vaşak" tanımladığımı hatırlamaya çalıştım. Biraz aşağı yukarı okudum. Bulamadım. Hatırlayamadım. Vaşak yok bende... Hatırladıklarım kediler, köpekler, bir iki de koyun... Bunalıverdim yetersizliğimden.
Ne oteli? Neden okuyorsun bunları? Neden yazıyorsun?
Sen bana hitap edebiliyorsun ama, ben sana hitap edemiyorum...

Şimdi o beyaz bankta oturmadığım için pişmanım. Sanitarium!

5 Kasım 2008 Çarşamba

ayıkent

29 Ekim sabah saat 10:30'daki trenim 45 dakika gecikmeyle kalktı Praha-Holešovice'den.
Önce 2. sınıf biletimle, üzerinde 1 yazan vagonda oturmam gerektiğini öğrendim. Hollanda'da durum hep tam tersiydi...
İstasyonda tanıştığım Amerikalı kız inat edip 6 kişilik bir kompartmana kuruldu. Ben de Çek köylerinin manzarasına verdim dikkatimi.
4,5 - 5 saat sürmesi gerekti bu seyahatin.
1. ve 1,5. saatlerde biletim kontrol edildi.
2. saatte omzuma bir el dokundu. Üniformaları şehirdeki polislerinkilere benzemeyen 3 polis benden pasaportumu istedi. "Bu nasıl Schengen lan?" diye geçirdim içimden. Pasaportlarımı ve vizelerimi üstlerindeki bir sürü farklı resimle görünce, şu anda geçerli bir kimlik istediler. Bu sefer de "etme bulma dünyası oğlum!" diye geçirdim içimden ve şirket kimliğimi ve T.C. kimliğimi çıkardım. Teşekkür edip, özür dileyip yanımdan ayrıldılar.
10 dakika sonra da Almanya'ya girdi tren.
Bu arada, geçen seneden beri ulaşmaya çalıştığım Yasemin'in, benim Berlin'de geçireceğim sürede Hindistan gezisinin 10'da birini yapması yüzünden bel bağladığım kardeşi Nilgün'ün de Londra'ya gitmesi sonucu, Yasemin'in arkadaşı Saskia'yla irtibat kurmaya çalışıyordum. Doğanın güzellikleri ruhumu doyururken, mikrodalga iletişimime engel oluyordu. Sonunda, Saskia ile ertesi gün sabah 10'da buluşmaya karar verdik.
Berlin Hauptbahnhof'da trenden inince, biraz algı şoku yaşadım. İstanbul arkası Prag rahat gelmişti. Şimdi ise iş yerimden daha büyük bir tren istasyonundaydım. Almanya'ya bu gelişimde iletişim kurduğum ilk insan bir Türk kızıydı ama Türkçe bilmiyordu. İngilizce anlaştık ve bana raylı sistem farklarını anlattı...

Yazmaktan sıkıldım...

26 Ekim 2008 Pazar

Přeji jsem to mohl mluvit český jazyk



Beni için için (içim içim) kışkırtan şehirdi bu. Yıllarca merak ettim, gelmeye yeltenmedim hiç. Kafamın rutubetli bir kuytusunda, sisli manzarasıyla rahat rahat kuruluydu işte... Rahatsız etmedim.

Sonunda burdayım!

Önce, yine havası ve suyu sıcak, insanları mayolu bir yere gitmekti niyetim. En büyük aday da Thailand'ın bir adasıydı. Bakar mısın, sanki benim gittiğim şehir ihya olacak!
"Aday"mış! Dilimi yiyeyim!
Prag'daki 4. gecem.

Güzel bir uçuş oldu 23 Ekim'deki OK431. Bir Boeing 737-500 ile uçtuk. 80, 90 yolcu vardı. Bunların da 20, 25 tanesi, Polis Koleji bayan buz hokeyi takımıydı. (Spor yapan çocuklara “bayan” denmesini onaylamıyorum.) Uçaktan çıkınca bindiğimiz otobüste, bu kızlardan biri önce yanıma oturdu, sonra da yerini bir yaşlı amcaya zorla verdi. Adam bu nezaketin nedenini anlamaya çalışırken; kız, takım arkadaşlarına "Ne olacak canım! Gencim, güzelim..." dedi. "Şehre gidince güzel neymiş görürsün." dedim içimden. Otobüs, 20 metre gitti ve kapının önünde durdu.
Havalimanında, pasaport polisi bana tek bir soru sormadı; şaşırdım. Çıkışta, şoförümün henüz gelmediğini anlayınca, ortalıkta dolandım. Euro'larımı Koruna'ya değiştirdim. Beş dakika sonra, doğma büyüme Praglı olduğu her halinden belli olan şoförümü, elindeki soyadımdan tanıdım. Bu da insan aklının acayip ürünlerinden: herifin teki eline üstünde benim soyadım yazan bir kağıt parçası alıyor ve ben gidip “bu benim” diyorum.

Neyse, havalimanının önündeki yolun bir bölümü, yeni Skoda Octavia`nın tanıtımı için kapatılmış. Üstüne, bir de Prag'ın akşam trafiğini koyunca, 10 dakikalık yolu, 12 dakikada aldık. Otelimin önündeki yolun da bir bölümü, Roxy'ye malzeme getiren kamyonlar nedeniyle kapalıydı. Şoför özür dileyerek, tam otelin önünde değil de, karşısındaki sokağın köşesinde indirdi.

Otel 7 katlı. Odam 7. katta. Kahvaltı 6. katta veriliyor. Odalarda sınırsız, ücretsiz, kablosuz, sorunsuz internet mevcut. Oteli bulduğum ve tuttuğum booking.com'da yazan tek şikayet havlular hakkındaydı. Gerçekten de havlular kiremit yumuşaklığında. Sorun değil ama anlatılası...

Odaya eşyaları yığdıktan sonra hemen dışarı çıktım. Eski Şehir Meydanı'na seyirttim. Gece gece fotoğrafı çekilecek bir görüntü olacağını sanmadım. Kameramı yanıma almadım. İyi etmemişim.

Resepsiyondaki elemanın anlattığı ve haritada belirttiği üzere, kaybolmanın zor olduğu caddelerden Charles Bridge'e ulaştım. Yavaşça karşıya geçip, kaleye ertesi gün gitmeyi uygun gördüğüm için, geri döndüm.

Önce, Eski Şehir Meydanı'ndaki tarihi yapılar, sonra yol boyunca gördüğüm güzel hatunlar, en son da Charles Bridge ve iki yakasındaki binalar beni sarhoş gibi yaptı. Kendimi sakinleştirdim.

Yol boyunca Irish Pub'ların, müzik kulüplerinin, mini marketlerin (burada esnaf gerçekçi, hatta alçak gönüllü; İstanbul'daki çoğu süper marketle aynı yüzölçüm ve ürün çeşidine sahip olan bir sürü marketin tabelasında "mini market" yazıyor) ve lokantaların dağılımına, fiyatlarına ve eğilimlerine dikkat kesildim.

Otelimin altındaki mini marketten, her biri farklı marka 3 kutu bira, sigara ve çerez aldım. Odama döndüm. Televizyon karşısında keyif yapıp sızdım...

-----------------------------

Sonraki günlerde, Prag'ın eski ve yeni merkezlerinde adım atmadığım sokak sanırım kalmadı. St.Nicholas Kilisesi'nde Bach, Vivaldi ve Mozart dinledim.

Yarısı bakım için kapalı olduğu halde, dünyanın en büyük kalesindeki gezilerimi iki günde bitirebildim. İlk günkü gezimde, kendi iradem dışında yaşadığım en şaşırtıcı olay erkekler tuvaletinin kızlar tarafından basılmasıydı! Bazilikanın altındaki tuvalette, işeme sonrası yıkadığım ellerimi kurularken, tuvalete dalan 4 - 5 kıza şaşırdım. Diğer heriflerin de şaşırması ve konuk ağırlıyormuşcasına memnun gözüküp "buyur" takınmalarına da şaşırdım. Erkekler olarak kadınlar tuvaletine girmezdik(?). Şaşkın bir yüz ifadesiyle dışarı çıkınca, kadınlar tuvaletinin önünde 35 - 40 kızın kümelendiğini gördüm. İstemeden "Oha!" dedim ve bu 35 - 40 kızın 15 - 20 tanesi kahkahayı basıverdi! Ulan!

Zlatá Ulička'da arbaletle 5 atış yaptım.

Lobkowicz Sarayı'nda, ailenin ağzından dinlediğim tarihle ve koleksiyonlarındaki parçaların ihtişamıyla şaşırakestim.

664 senelik St.Vitus Katedrali'ni görmek için 37 dakika sıra bekledim. Black Sabbath'ın St.Vitus Dance'ını gülümseyerek andım...

1088 senelik St.George Bazilikası'nın köşesinden bolca sıcak köpek ve sıcak şarap aldım.

Menekşe'nin, ilk gece cep telefonumla çektiğim Charles Bridge fotoğrafına yaptığı haklı eleştiriyle, fazladan gaza geldim; bi nehirden görüntülemediğim kaldı 651 yıllık köprüyü! Üstündeki çalgıcı tayfasına vakit, algı ve bozukluk kaptırdım. 1-3-5-7-9-7-5-3-1

Eski Meydan'ın yakınındaki Seks Makinaları Müzesi'nde, insanların tarih boyunca nerelerine neler taktıklarına şaşırıp, 1921 senesinde İspanya Kralı'nın emriyle çekilmiş 2 kısa metraj porno film seyrettim.

McDonald's'ın üstünde ve kumarhanenin karşısındaki Komünizm Müzesi'nde, Çek Halkı'nın yakın geçmişine göz attım.

Ulusal Kütüphane Klementinum'da çocukluk aşkım Clémentine Dumat'ı hatırladım. Klementinum'un Aynalı Şapel'indeki fresklere şaşırdım. Gözlem kulesindeki rasat aletlerine dokunmamak için kendimi zor tuttum. Eski kütüphane odasının Amerikalı bir zengin tarafından kopyalandığını duyunca, şaşkınlığımı saniyenin 200'de birinde üzerimden attım.

Danseden Bina'ya bakıp bakıp, bunun ne kadar da Hollanda tarzı olduğunu düşündüm. Sonra öğrendim ki, Çek ve Kanadalı iki mimar tarafından yapılan ve Fred Astaire ile Ginger Rogers'ı sembolize eden yapıda, Nationale-Nederlanden konuşlanmış!

İlk gece yürüyüşümde uzaktan görüp metronoma benzettiğim şeyin, gerçekten Metronom olduğunu dibine gidince öğrendim. Kaidenin alt tarafına şablonla yapılmış Freddie Mercury imajları da ayrıca hoşuma gitti. Eskiden Stalin'in devasa ve sevimsiz heykelinin durduğu bu noktada şimdi kocaman bir metronom ve Fred'in yüzü var.

Malá Strana'nın sokaklarında avare oldum.

Berlin biletimi almak için gittiğim Hlavní nádraží'de uluslararası bilet gişesini bulana kadar canım çıktı. Benle beraber aynı yanlış sırada bekleyen yaşlı bir Amerikalı çift ve genç bir İtalyan'la yarıştım sayılır. İtalyan'ın fena acelesi vardı, yaşlı çift de fazla yavaştı... Sonunda 1'er saniye farklı hepimiz doğru gişeyi bulduk.

Kuğulara olan hayranlığımı kendi kendime kabul ettirdim. Uçak görünce hissettiğim şeylerin benzerini hissediyorum. Hemen kamerama sarılıyorum. Birbirinin hemen hemen aynısı olan bir sürü kuğu resmi çektim. Kuğulardan biri, ya kamerayı yemek istedi; ya da o kadar fotoğraf çekip kendisine yemek vermedim diye kızdı... Bilmiyorum. Az kalsın kovalıyordu! Kovmakla yetindi.

İlk akşam gittiğim yerlerin havalarından pek memnun kalmadım ve 2. akşam, otelden çıkarken resepsiyondaki genç çocuğa rock bar sordum. 4 tane tarif etti. Roxy'de disko programı vardı. Vagon'da insan yoktu ve kendisi yerin altındaydı. Rock Cafe de tenha ve yerin altında çıkınca, "bu kadar Taksim anısı yeter" deyip son şansım olan Batalion'a seyirttim. Sokakla aynı seviyede olması ve içerdeki insanların gülümsemesi sayesinde tav oldum. İlk 15 - 20 dakika dev ekranda yerli bir grubun konser videosu vardı. Fena değillerdi. Tanıtıcı bir ibare çıkmadı hiç. Üçüncü biramın, buradaki son biram olacağını düşünürken, Metallica'nın 1988 Hammersmith Odeon konseri peydah oldu! 3 veya 4 bira daha içtim.

Zaten bu şehirde içtiğim biranın, yediğim gulaş ve sosisin haddi hesabı yok. Acayip renkler çıkıyo içimden...
Avrupa'nın çoğu diğer şehrindeki gibi burda da fast-food dükkanlarında bira satılıyor. Komünizm Müzesi'nin altındaki McDonald's'da, kalın hamburgerimi kağıt bardaktan bira içerek tüketirken, kulağımda Velvet Revolver'ın You Got No Right'ı vardı. Tam son yudumu alırken Scott, "funny, right here I find myself inside a paper cup" dedi... Ben de "hmmm" dedim.
Bir de ilk iki gece, burda çektiğim fotoğrafların sadece bir kısmını Facebook'a yüklemekten uykusuz kaldım. Sonunda bunları sabahları yüklemeye ve tatilde olduğumu hissetmeye kara verdim.

Şimdilik bu kadar Prag yeter.

21 Ekim 2008 Salı

Not dazed and not confused!



Çocuklar oynar, o bakar.
Alnı pencereye yapışık; ruhu, rutubetten büzüşmüş.
Gözlerinde ne bebek kalmış ne de yaş; bebekleri büyümüş, yaşlanmış.
Kuruyan kafasını cama yaslamış.
Doğduğundan beri bu evde yaşamış.
Odası değişmiş ama yeni manzarası eskisinden farklı değil; sokakta oyun oynayan çocuklar. Adlarını bildiği ama bir türlü tanıyamadığı çocuklar.
Kurallarını bildiği ama bir türlü oynayamadığı oyunlar.
Kuru kafasından geçen tüm kötülüklerin çıkış noktası, oyunlar...
Pencerenin camını hiç kıramadı.
Kesmek istedi kendini, yapamadı.
Canına, yazın açılan pencereden atlayacak kadar da kıyamadı.
Güneşin sarısına kandı.
Çocukları da kovamadı; onlarla beraber büyüdüğü yetmezmiş gibi, hepsini çok sevdi.
Çocuklar onu hiç sevmedi.
Alnının izini camdan hiç silmedi.

--------------------------------

Amsterdam'a son kaçışımda, Yener Abi'nin denetlenme heyecanını, mavi bisiklet sevincini ve Dam Meydanı savurcağı dehşetini yaşadım.
Amsterdam'a son kaçışımda, kısa bir süreliğine Ventura oldum, İtalya'dan geldim. Levent ve Derya'yla hasret giderdim, Pınar'la muhabbet edip; hepsiyle bira, Jägermeister ve sigara içtim. Sigarayı barın içinde yakıp belaya yaklaştım ama Levent uzaklaştırdı sağolsun. Güzel hayatlarına imrendim, kendilerini bir kez daha kutlarım!
Amsterdam'a son kaçışımda, güzel müzik dokümanı topladım. Led Zeppelin'i erken mi tüketmişiz hacım? Bu kudreti, damarlarımdaki asil kana, kulaklarımdan ve gözlerimden yeterince dahil edebilmiş miyim?

--------------------------------

Ortaokul yıllarımda kendimi ve paramı ve vaktimi çokça kaptırdığım bilardo salonlarında, oyuna başlamadan önce, seçtiğimiz ıstakaların düz olup olmadığını anlamak için yaptığımız bir hareket vardı. İşlevi gereği, mümkün olduğunca düz olduğuna inandığımız masaya ıstakayı yatırıp, avcumuzun içiyle yuvarlardık. Istaka rahatça dönüp bir kaç tur atarsa, yeterince düz (düzgün) demekti. Yok, yalpalayıp, masa üstünde gürültüyle dönerse bombeli olduğunu anlardık.

Bazı insanların kişilikleri için de böyle basit bir sınama usulü ihtiyacındayım. Kişileri yere yatırıp yuvarlamak da güzel bir nostalji olabilirdi ancak, görünen bombeler kılavuz istemiyor...

12 Ekim 2008 Pazar

Raporlama

Sonunda kafatasımın dehlizlerindeki mikroorganizmaların isyanı bastırıldı.
Sinir ötesi operasyonlarımda bol miktarda tükettiğim kağıt mendiller, hala evimde şer yuvaları halinde çöp kutularında. Öp kuytularda!
Sol göz, sol kulak, alın yarısı, ense, boyun, çene yarısı ve sol şakak ağrılarım da geçti sayılır. Oh be gibi!

Paul Simon'ın Graceland'inden Diamonds On The Soles Of Her Shoes'un klibini yayınladı şimdi VH1! Neşe bastı!

Bülent Üstün en iyi "Gittin gideli bebek"ini bu hafta sundu sanırım! Özellikle gırtlak mikserine bayıldım. Bu da kendisiyle yapılan bir röportajdır.

Ford Fiesta sahipleri darılmasın ama bence pek iyi bir ürün değil kendisi...

Babaannem, halam, amcam ve annem "senin evlenme yaşın geldi artık" benzeri önermelerle bezeli önerilere başlar gibi oldular; ben de "Adriana Lima geldi de hayır mı dedik?" dedim. 5 dakika sonra da "evlenmek ve mutlu olmak çok zor artık, haklısın..." benzeri önermelerle aklımın hakkını teslim ettiler!

Bu arada, Adriana, anla artık!

Benden sana hayır yok...

5 Ekim 2008 Pazar

Kırığım


Burada değilim. Çünkü burası, senin bunları okuduğun yer ve üstelik, o kadar eminim ki yanında olmadığımdan şu anda! Kim olduğunun hiç önemi yok...

Aslında, bunları yazdığım yerde olduğumu bile hissetmiyorum.

(Tek istediğim kuru fasülye veya tas kebabı şimdi! Sonra da uyurum sanırım. Yürümek de güzel olabilirdi ama ne yeterince ışık var ne de motivasyon.)

Tabii ki hissedemem kendimi. Derdimi dökecek umman bulamayacağımı anladım ve kendi kendime bile gereksizce takındığım ciddiyetin baskısıyla, işi aptalca esprilere döküyorum. Gülen yok, yine de tanımı bu; "espri" !

Ne ayağımdaki acıyı ne de kıçımın kaşıntısını hissetmek, beni bana gerçek yapıyor.

Suratıma bakıp, ne yapacağını soran elemanlara verdiğim otomatik cevaplar sayesinde işimi ifa edebiliyorum ama işe yarar hissetmeyi unuttum uzun süredir.

Tatillerimde uzanıp rahatladığım deniz kenarları, tanıştığım insanlar, dinlediğim şarkılar ve okuduğum yazılar, beni hep aynı yönteme yönlendiriyor. "You'll never walk alone" değil!

Bazılarınızın tatilleri bitti; bazılarımızın tatili zaten yoktu.
Ölenler de oldu ve bazıları doğamadı...
Büyürken kafalarına sıkışıp kalanlarla beraber; vücutları ruhlarına bol gelenlerin, seneleri (alkol veya terle) destek yapmayı yeğlediklerini de gördük.
Tatile önden çıkan bazılarınız, katillere de arka çıktınız. Bilmeden sanırım.
Bildiğimi sanmazdınız.

Size dönüp zırvaladıkça, kendi kuyumdan uzaklaşabiliyorum.
Kuyum, kanatlı kurtarıcımın sesini emiyor, tüylerini bozuyor...

Kimseye "sen de kimsin?!" yok artık.

30 Eylül 2008 Salı

İlyas'la Bengü...

Sen kimsin?
Bildiğim kadarıyla, kabul ettiğim ve hoşuma gittiği ("Hoş" bendeyse, benimse, gelmesi gerekmez mi? Niye gidiyo? Neyse...) kadarıyla, en yakınımdaki insanlardan birisin.
Arkadaşımsın, yakın arkadaşım.
Tanıdığım, ahbabım, müdürüm veya elemanım değilsin. Sevgili arkadaşım, güvendiğim, aklına ve samimiyetine başvurduğum yakınımsın.
Resmi olarak belgelenmemiş akrabamsın aslında. Resmi akrabalarımın çoğundan daha değerlisin benim için.
Benim senin kafanda ve duygu dünyanda neyle tanımlandığım da, ne yazık ki, bu konuda yön değiştirici -belki de yol tıkayıcı- potansiyel etki sahibi.
Beraber ve genellikle paylaşımla geçen çok uzun zamanın genelinden, müşterek keyif almışız ki, arkadaşlığımızın değeri hakkında karşılıklı memnuniyet beyanlarında veya imalarında bulunduk, bulunmuşuz...
Doğal olarak, bu karşılıklı memnuniyetin temelinde, başka bir insanla kurulan sıkı ve sıcak bağın değerinin verdiği hazdan ziyade, söz konusu kişiyle geçirilen hoş zamanların zihinde ve kişilikte bıraktığı hafif rahatlama izleri de olabilir. Kabul görüp, sosyal varlığı destekleme kaygısı da giderilmiş olabilir. Olabilir. Mümkün...
Ben, bizim şartlarımızdaki pratik gerçekten değil, kendi algıladığımdan bahsediyorum. Altını çizdiğim şey, gerçekle çelişiyor olabilir yani... Olabilir.

Kendimi şanslı sayabileceğim kadar çok nicelikte ve iyi nitelikte yakın arkadaşlarım var. Aynı böbürlenme dozunu, akrabalarım için de ayarlayabilirim. Ailemi de gayet değerli görürüm.
Ailemde ve arkadaş gruplarımda, yukarıda izah etmeyi başaramadığım türden yakınlıklar nedeniyle, herkes bir diğerinin mutluluğunu ister. Herkes bir veya birkaç diğerinin mutluluğu için elinden geleni -zaman zaman- yapar. Elden gelen olmadığında veya sınırların aşılmaması gerektiğinde, iç rahatlığıyla söyleyebilirim ki, kimse bir diğerinin mutsuzluğuna direkt neden olacağını bildiği bir hareketi yapmaz...
Bu mutsuzluk etkisinden haberdar olduğu sürece tabii ki!

Şimdi şu haberi vermek istiyorum (Biraz uzun bir haber, kusura bakma):

Benim veya İlyas'ın veya Bengü'nün beraber olduğu kişi, insandır; araba veya cep telefonu değildir! O kişi, bir veya daha fazla özelliğiyle mutluluk veriyorsa, mutsuzluğa şimdi veya gelecekte neden olan veya olabilecek daha fazla özelliği göz ardı ediliyor olabilir. Bana, İlyas'a veya Bengü'ye daha aşağıda veya yukarıdaki eğitim/kültür seviyesi nedeniyle uyum sağlayamadığı gibi; senle ve/veya sizleyken de uyum sorunu yaşıyor olabilir. Bu uyumsuzluğa rağmen, o sevgili veya eş öyle çok seviyor ve/veya seviliyor olabilir ki, yakın arkadaş olarak sana düşen şey sakin olmak, bir kriz susmak ve mutluluğum(uz)la mutlu olmaktır.
Gerçekten aptala dönmüş ve gelecekteki iflası göremiyorsa; İlyas'a senin gördüklerini ve çıkarımlarını, saldırmadan, karşında aptal bir küçük çocuk varmışcasına izah ederek; kendini tatmin etmek gibi ilkel nedenlerle değil, arkadaşını sevdiğin ve mutsuz olmasını istemediğin için anlatmaya çalışırsın. Yakın arkadaşının veya akrabanın geceleri sarılarak uyumaktan mutlu olduğu kişi için, onlar henüz mutlu bir beraberlik içindeyken, seviyesiz sıfatlar kullanmak seni arkadaşına veya akrabana daha da yaklaştırmaz. Gelecekteki mutsuzluğu, senin beğenmediğin partnerin "kovulması" önlemez. Gelecekteki mutsuzluk için, senin yardıma, desteğe hazır olacağın bilinirse, sakin sakin anlatacağın tehlikenin ciddiye alınma ihtimali daha fazladır. Bengü'nün stratosferdeki eğitim seviyesi ve kocasının bir türlü dönmeyen dili hakkında hemen hemen herkesin fikri aynı olacaktır. Bengü'nün mutluluğunu, kocasıyla beraberken oluşturduğu resmin estetiğinden daha önemli bulan yakınları, "O adamı Bengü'ye hiç yakıştıramıyorum!" demez ve eğer rahat edebiliyorlarsa, beraber vakit geçirmekten de mutlu olurlar. Gerçek yakın arkadaşlar bu rahatlığı Bengü'yle yaşarlar, kocasıyla değil.

Bunların aklıma, ordan da parmaklarıma nerden geldiğini merak eden olursa, cevabını bulunca bana da söylesin.

Bunlardan gocunan olursa, bana ne kadar yakın olduğunu tekrar düşündükten sonra, bilsin ki birini veya birilerini kesinlikle hedef almadım.

Yukarıdaki eleştiriyi herkese, her arkadaş grubuna, her aileye, her kültüre yapabilecek kadar yetkin ve doğru biri değilim. Bunlar, yıllar içinde defalarca yaşadığım ve tanık olduklarımdan sonra, az önce aklıma gelenler.

Her ilişkinin (arkadaş, aile veya sevgili/eş ilişkisi...) dinamikleri, gerekleri, kuralları kendine özgüdür. Ancak, samimi ilişkilerde, tarafların her birinin, diğerinin mutluluğunun değerini düşünerek hareket etmesi gerektiğini söylüyorum.

Ben, çok kere yukarıda söylediğimi değil, tersini yaptım.

----------------------------------------------------

05.10.2008'de eklenen:

Aşağıdaki bağlantıdan ulaşılabilen yoruma dikkat çekesim var.
Merakım da var ama gideresim yok...
Sevgiler, saygılar ve saygılar!

29 Eylül 2008 Pazartesi

bırak oraya, sahibi alır...



Güneşin ışığına ve dostların seslerine doyamadan geçen saatlerden oluşan günlerimi haftalayıp aylamak ve dahi yıllamak, on yıllamak gelmiyor içimden.
Tatillerim demlenmiyor, sallama çay samimiyetinde...
Geceleri yaşadığım özgürlüğüm, yaşadığım şehir çirkinleşince, midemin isyanına karışıp elimden kaydı.
Saat takmayı bırakalı ne kadar oldu, hatırlamıyorum.
Takvimlere, sadece işteyken, içinde olduğum veya gelecekteki bir günün adını anlamak için bakıyorum.
Yavru fil büyüdü; kimsenin sempatisini kabul etmiyor, herkese kızgın; oturma odamdan çıkmaya çalıştığı anda -ki bu yakındır- evi hepimizin kafasına indirecek!
Sadece balık eti seviyorum artık; somon dilimlerini yemeden önce öpmek veya lüfere hikayeler anlatmak gibi defolar geliştirebilirim.
Görüntümle yakından ilgilendiğimi sanırdım; saçımda beyaz olmadığını, bugün birisi başkası için tersini söyleyince anladım.
Küçükken hastalanıp ateşim çıktığında, parmaklarımı balon gibi hissederdim, algım ya yavaşlardı ya da hızlanırdı; hipotalamusuma o kadar iş bırakmıyorum artık.
Innuendo'nun piyasada olacağı gün, Bakırköy'deki Kardeşler Plak'ın açılmasını nasıl da kapılarında beklemiştim. Death Magnetic için böyle bir açlık duymadım.

Zamanla değişen yaşam şeklim ve kendimi algılayışımın, depresyon emareleri göstereceğini tahmin etmemiştim. İzmir'e mi yerleşmeli? Motor mu almalı? Doktora mı gitmeli?

24 Eylül 2008 Çarşamba

bir kilo balçıkla sıva



Hakan'ın eski sözlerine istemsiz bir gönderi yapıp, kendi kendime "Fiillerimin, onları tasarlarken öngördüklerime bire bir uygun sonuçlar vermeye başlayacağı günü hızla bekliyorum." dedim. İyi etmedim. Değişken etken ve eften püftenleri bir türlü bertaraf edemediğim gibi, her tarafımda etten kemikten kara delikler açılıp açılıp kapanıyor.
Bazen bir kilo demir olup, ahtapot yuvasının ağzını tıkıyorum; bazen bir kilo pamuk olup, on kilo metre (bilerek ayrı yazdım, "10 kilogram gelen şerit metre" anlamında) yukarıdan yere savruluyorum. Denizin dibinden yüzeye çıkma ümidimi yitirince, havadayken sağ salim yere konabilme ve bir işe yarayabilme ümidi giriyor içime. Ne olursam olayım, içime bir şey girmesinden pek hoşnut olacağımı sanmıyorum. Hele ki bu "şey" saydam, soğuk, yapışkan ve sırça ümitse, gayet rahatsız edicidir. Yeni buzluktan çıkmış ve hemen ıslanmış, incecik akide şekeri gibi... Kullanışsız!
Bunların yerine; bir kilo demirken, sıradan insanları caddelere hapseden "çok önemli insan"ların arabalarının üstüne düşsem; veya, bir kilo pamukken Adriana Lima'nın oturacağı sandalyeye serilsem ya!

Şu tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kültürünü, ahlakını, gelişimini, akıl sağlığını korumak ve toplum huzuruna olumlu katkıda bulunmak görevleri olan kurumlar tarafından cezaya çarptırılan, kapatılan, sansürlenen, uyarılan yayın organları var ya... Onlardan biri de Geocities. Adında zaten bir çeşit anlam kargaşası barındıran bu internet ağı firmasının kullanıcılarından biri de bendim. Yeni yeni düzelmeye başlayan ahlakımın uzun zamandır bozuk olmasının nedenlerinden biri de Geocities'miş; kendisi ANKARA 9.SULH CEZA MAHKEMESİ, 04/02/2008 tarih ve 2008/140 nolu kararı gereği, TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI'nca Türkiye'de kurulu sunucu ve ağlar yoluyla erişilemez kılınınca anladım. Aileme, milletime, vatanıma daha yararlı ve daha mutlu bir insanım artık!
Yalnız, insan geçmişini silemiyor tabii ki. Geocities kullanıcısıyken, adresi http://www.geocities.com/bckmz/index.html olan bir siteye, bazıları bana ait olan, bazıları da çeşitli başka yer ve insanlardan gelen yazılar, resimler yükleyerek vakit geçiriyordum. Sonunda bu siteye erişim engellendi de, zamanımı böyle zararlı aktivitelerle ziyan etmiyorum.
http://www.vtunnel.com/ vasıtasıyla, mahkeme kararı işlerliğini yitiriyor ama hukuka saygısı olan herkesin uzak durması gereken bir aldatmaca bu...

Kara deliklerden sıyrılırken, tıpkı Elif Erkaya gibi, güneşi arıyorum.

Güle güle (yazdım bunları ben!)

21 Eylül 2008 Pazar

Kimse kimseyi kurtarmaz!

Ohasis'in 10 şarkısını arka arkaya verdi az önce VH1.
Sonuncu, yani 1 numaraları olarak yayınlanan Wonderwall, bana, "Kim ulan o seni kurtaracak, koruyacak olan?!" dedirtti. Annesine mi yazmış acaba Noel Gallagher? Anneden başka kimse kurtarmaz insanı çünkü...
Şarkının adına tıkırdatıp, İngilizce hikayeye ulaşabilirsin. Adam şarkıyı yazmış ama anlamını, nedenini açıkça anlatabilme hakkını koruyamamış. Sevgilisi kapıvermiş payeyi! Güldüm ve umursamazlaştım.

Asıl amacım, akşam akşam (pazar akşamı hem de) dimağımın köşesine takılan Oasis kıymığını yazarak çıkarmak değildi.
Asıl amacım, buraya yazdıklarıma dair bırakılan notlardan önce ve sonra hissettiklerimi anlatmaktı.

Uzun zamandır, kendimi içinden çıkarmaya çalıştığım bir mutluluk ve doyum zaafım var. Çeşitli muhtemel nedenlerle, başarısız hissediyorum. Hayata, doğamın gerektirdiği kadar yeterli bir adam değilim.
İçindekileri, tümör söker gibi kapı dışarı ettiğim kafamın 5 tane hafifleme yöntemi var:
1- Arkadaşlarımla yaptığım eğlenceli muhabbetler
2- Uyku
3- Alkol
4- Yazı
5- Müzik

İçlerinde en etkili ve tatminsizce kullandığım müziktir. Kullanırken, sonucunu en az düşünmem gereken de müziktir. Beni, az önce kafamdan savdığım insanlardan, çelişkilerden, sorumluluklardan en hızlı, güvenli, zevkli ve kontrollü uzaklaştıran da müziktir. Müzik, çocukluğumdan beri, hayatımın en çok anlam yüklenen ve anlam yükleten parçası oldu. Çoğu insan için, bu "anlam yükleme ve müzik" ilişkisi yoktur. Böyle bir ilişki olmadan da insanlar gayet sağlıklı yaşayabilirler. Benim gibi yetersiz bir adam içinse, sözcüklerin ve sözcük ilişkilerinin anlamı gibi, müziğin de anlamı biraz fazla önemli.
Defalarca belirttiğim şekliyle "kanatlı kurtarıcım" ın , kontrolü bende, sadakati kesin, talepleri yok ve fazlası zararsız. Yakın arkadaşlarımdan, bunu farketmemiş olanları, farkedip de önemsememiş olanları, beni önyargılı veya dar görüşlü olmakla itham ettiklerinde, fazla dert etmemeye çalıştım. Onlar benim dünyama, "acur" diyorlar gibi... Issız değil bu acun!

Adını veya kim olduğunu tahmin edebilmeme yarayacak bir ipucunu bırakmadan, arkadaşı tarafından buraya yönlendirildiğini yazan biri, uzunca bir süre okumak durumunda kaldığını ekleyip, gerçek olup olmadığımı sormuş. Eğer okurken rahatsızlık duymadıysa, veya zorunluluktan (nasıl bir zorunluluksa artık) okumadıysa, gözleriyle gururumu okşamış demektir. Aslında, metro istasyonlarındaki haritalar veya yön çizelgeleri kadar fonksiyonel olmadığını düşünürsek, bu yazılanların benim gururumdan yalıtılmış olması gerekmez mi? Egom o kadar da noksan değil galiba...
Bu arada, gerçeğim lan!

Ece ise hepsini okuyup bitirdiğini, derhal yenisini yazmam gerektiğini söylemiş. Üzgünüm, kuyu kuruyor...

Güzel günler dilerim.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Oh Nice! So nice!

14.08.08:

Sabah 10:30'da başlayan mesai, normalde 18:30'da bitmeliydi. 14:45'te kalkan, 7 fazla satışlı bir uçak ve 17:15'te kalkan 10 fazla satışlı bir uçağın işleri yapılmalıydı. Üstüne üstlük, İstanbul'a gelen İran Cumhurbaşkanı'nın güvenlik önlemleri içinde, havalimanına bağlanan bütün yolların, tam bizim uçuş ekibinin geçeceği saatte kapatılması da vardı. Yolcuların yarısından fazlası gibi, uçuş ekibi de havalimanına geç kaldı. Neyse ki Nuray Hanım, fazla fazla yardımcı ve anlayışlı ve ısrarcı oldu da, 14:45 uçağının işlerinin sadece yarısını yapıp; üstümü değiştirip, 15:25'teki AF1591'e binmeye çalıştım. Bizim yolcularımız gibi, Air France yolcuları da çok uzun süre geç kalınca, bana yer açıldı.
Havalimanına binlerce yolcunun ve onlarca uçuş ekibinin haddinden fazla geç kalmasına neden olan "Çok Önemli Kişi" için güvenlik önlemlerinin uygulayıcısı emniyet, havalimanının içinde, yeterince (hepsi) pasaport masası çalıştırmadığı için, doğal olarak yığılma oldu. Ben de yığılan parçalardan biriydim tabii ki ve 15:25'te kalkması planlanan uçağın kapısına, 20 dakika pasaport kuyruğunda bekleyerek, 15:20'de varabildim. Neyse ki, benden daha kötü durumda olan yolcular vardı da, ayıbım fazla göze çarpmadı.



Önce, Paris Charles De Gaule (bundan sonra CDG olarak anılacaktır) için havalandım.
Aslında ben havalanmadım, içinde olduğum Airbus A321 havalandı.
Koltuk numaram 21C idi ama, yerlerini yanyana alamamış olan bir çiftin 21B’de oturan erkeği, 2 metre ötemde kabin görevlisine “We want to sit together” deyince, “Müşteri her durumda müşteridir” diye düşünüp (aslında o düşüncemin 2 santim altında, “ulan yeşil aşık, bari burda ayrı otur da, kafanı dinle bee!!” cümlesi kıpırdanıyordu), yerimi sırıtan hatuna verdim. Umarım evlenirler! Steward bana teşekkür etti. Yerimin 27E olacağını söyledi. Eğer bulabilirse, bir koridor yanının çok daha hoşuma gideceğini söyleyip, 27D ve 27F’deki iki hemcinsimin arasına sıkıştım. Uçak taksiye doğru ilerlerken, aynı steward yanıma gelip, 30D’nin boş olduğunu bildirdi. “I’ll get there after take off then, merci” dedim. Çok ukalaydım.
3-6’dan havalandıktan 10 dakika kadar sonra, 30D’ye geçtim. Aynı uçakta, 4. Koltuk komşumla selamlaştım ve kemerimi bağladım. Bir süre sonra yemek dağıtmaya başladılar. Köşesinde kısır, berisinde yeşillikle tavuk dilimleri; Hollanda peyniri (EDAM), Hollanda tereyağı, ekmek, tatlı, su... Süper!
Bira da Heineken! Daha ne?
3 buçuk saat sonra CDG’ye indik. 2F terminalinin uzatma, ilave, uydu gibi bir yapısına yanaştık. İnsanların burayı neden beğenmediğini anladım. Bütün yapı için kullanılmış olan beton çıplak haliyle duruyor. Dışardan da, içerden de, yapıda insanı boğan bir atmosfer yakalamışlar. Huzursuz bir hali var. Havalimanlarına yapılmasından vazgeçileceği günü, kendisininkinden daha yüksek bir hızda beklediğim trenlerden burda da var. Otomatik trenle 2F’ye, ordan da melankolik adımlarımla geliş katına ulaştım. Pasaportuma ve tipime bakıp “Buyurun” veya “Gamsız almıyoruz” diyecek olan memurların olduğu kulübelerin önünde beklemem 10 – 15 dakika kadar sürdü. Kendi ülkemde ne yaşamıştım ki, bundan şikayet edebileydim?
“Nereye gidiyorsunuz?” sorusuna “1 gün burdayım, sonra 4 gün için Nice’e gideceğim” cevabını yapıştırıverdim. Pasaport memuru çaktırmadı ama sarsıldı, belliydi. O (il) üniforma giyip çalışacak (travaille), bense (je) deniz (mer) kenarında keyif çatacaktım (kelkeşos)! Oui! Oh bee!!
Tren istasyonuna inene kadar ayrıca bir kaç kat ve merdiven silsilesini aşmam gerekti. İnsanların CDG’yi sevmemeleri için bir neden daha buldum, gayet iyi işleyen ancak yorgun yolcular için fazla karışık olan bir sistemle kurmuşlar burayı. Çok fazla dönüş, iniş, bağlantı, koridor...vb var. Hepsi sırasında da genellikle çıplak, gri beton görüyorsunuz. Çıplak, her renkten, beton gibi hatunlar görsek... di mi ama?
Tren katında, Gare De L’Est’e giden treni bulamadım. Çünkü Gare De Nord’a giden tren var. Ordan metroya geçmem gerekmiş. Neyse... Tamam.
Aynen yaptım. Biletimi kimse kontrol etmedi. Sinir oldum!
Gare De L’est’de inince, otelimi niyeyse, yine elimle koymuş gibi buldum. All Seasons’ın girişini görünce, Accor zincirlerinin, her bütçe için otel çalıştırdığını anladım. Amsterdam’da, lokantaların arasından daracık girişi, 2. katta resepsiyonu olan oteller ve o otellerde kalmışlığım vardır. Aynı! Aynı!
2 lokantanın arasında daracık bir kapı! Sağında kabartma “All Seasons” logosu. Hey! Paris lan burası! Neyse, logo güzel yalnız, Allah için! Neyse ki fiyatıma kahvaltı ve sınırsız kablosuz internet dahil. Check-in kolay. Oda numaram 61, tabii ki 6. katta.
Odamda büyük ekran, Philips LCD televizyonum bile var. Tek İngilizce kanal CNN ama olsun, Fransızcam dinlediğimi azıcık anlamama yetiyor neyse ki... Dinlemeye isteğim olsa bir de...
Duş alıp üstümü değiştirdikten hemen sonra, etrafı gezmeye çıkmak iyi fikir! Otelin altındaki lokantalardan biri, Paris’in zincir hamburgercilerinden biri. Burger King tadında ama daha çok burgere odaklanmış bir hali var. Güzel. Ne olduğunu anlamadığım bir hamburgeri, kötü İngilizce’ye kötü Fransızca misillemesiyle beraber, kasanın arkasındaki resimlerden işaret ederek ısmarladım. Kafam kadarmış neyse ki! Yemekten sonra, yürüyüş. İki dükkan ötede süpermarket! 2 – 3 blok etrafında dolaşıp, geri dönerken marketten tsatsikili (yoğun cacık), somonlu, hıyarlı ve kıvırcıklı sandviç, Heineken, ananas, tütsülenmiş badem ve su almak iyi fikir! Odada internete bağlanıp keyif yaparım! Nah! Çekmiyor anacım burda...
Recepsiyona inip (resepsiyonist tam bir “Recep”, siyonist olduğunu sanmıyorum) konuya ilgililerin ilgisine sunduğumda “Nooo! It’s working good, look! You have to choose this and this and then you have to enter this and this...” Ha, ben bilmiyodum iyi niyet zengini Recebim!


Hanım! Elleme! Alloo!

Ok abicim, hadi ben gidip odamdan manzara seyredeyim azıcık, fotoğraf falan çekerim (Ara Güler bana güler).
Yaşasın Eurosport ve tane tane Fransızca konuşan yorumcuları! Uvveaaahhh! Uyur bu beden, dinlenir bu zihin, umarım erken kalkar da, sokakları adımlar bu ayaklar! Anaaam! Damarlara bak! Bakma! Sızzz!

15.08.2008:


Sabah 9 civarı uyan. Güzel bir duş, kötü bir kahvaltı (croissant, reçel, tereyağı, süt, sıvı peynir), rahat ayaklar, uzunca bir yürüyüşün müjdecisi oldular. Yanıma bolca müzik ve azca merak alıp, başladım güneybatıya doğru yürümeye. Metro duraklarının girişlerinin yakınındaki haritalardan baka baka ilerledim. Bastille'e kadar yürüdüm. Saate bakınca, otele dönüp toparlanmam ve havalimanına (CDG) gitmek için az vaktim kaldığını gördüm. 5 numaralı, turuncu hatta yönelip, Bastille ile Gare de l'Est arasındaki 6 durağı 10 dakikada katedip otele ulaştım. Gördüğüm kadarıyla Paris (Uzunca bir kaç sokak, cadde, bulvar ve metro...) gayet düzenli, şirin... olumluyum kendisi hakkında... Üzülmesin.



Kallavi afiş
("Afiş" Fransızca'dan aldığımız bir sözcük)


Kafama güneş geçti galiba!

Metro ve tren vasıtalarıyla, CDG'ye giderken, aklımda Fransızlar'ın dilini öğrenmekten vazgeçişim geldi ve biraz üzüldüm. Kanatlı kurtarıcım, uçaklardan önce imdadıma yetişip kulaklarımdan tuttu beni ve treni yukardan seyrettim bir süre. Sony sağolsun.

Sonra, Nice'e uçtum (Uçakla gittim! Ulan Cem Yılmaz!).
Önceki sabah, ofisten yaptığım Interkel Check-in işe epeyi yaradı!

İniş, otobüs ve şehre varış için...
Bekle bakayım!





--------------------------------





Aferin, yeterince bekledin.





CDG'den varıp, yeni terminale yanaşan uçaktan inince; ilk gözüme çarpan, yine CDG'deki gibi, terminalin kendisi oldu. "Lan herifler çanah yabmış! Nıhahhah!" deyip, bagajımı almaya niyet edip, bagaj bantlarına doğru seyirttim.
Müteakiben, Nice'deki tatilim çok tatlı, zevkli, rahatlatıcı ve lezzetli geçti.
Şimdi uykum var...
Sonra yine eklerim biraz...