30 Ağustos 2007 Perşembe

Bakırköy cenderesi

Şu son tatilimde, buraya yazacak o kadar çok şey yaşadım ki, hevesim bitmiyor. Yazdıkça, yazmaya devam etme isteğim artıyor. Yine de, yorgunluğum ve ağrıyan sırtım nedeniyle, bir noktada pes ediyorum.
Korkarım, sonlara, baştan savma bir özet koyacağım.

Kendimi gergin ortam, kişi, olay ve zamanlardan kurtarmak istiyorum. Bu tür kurtuluşun en güzel yollarını veren işimin, beni en çok geren aktivitem olması ironik mi, salakça mı?

Kızılderili soykırımı yok mu?

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Güney Rahatı

* "Vatandaşlık Bilgisi" diye bir ders vardı. Bütün millet kopya çekerek geçmiş anlaşılan...
* Rock Am Ring'de sahneye çıkmak istiyorum. Sahnede ne yapacağıma çıkınca karar veririm. Büyük ihtimalle, önce, heyecandan, kısık sesle geğiririm. Duyarlar yine de tabi. Sonra dişlerimi gösteririm.
* Tolga, geçmiş olsun kardeşim. O kadar da kaba değilmiş değil mi orası...?
* Çoğunuz beğenmediniz. Ben yine de iddia ediyorum: Arctic Monkeys iyi müzik yapan, başarılı bir müzik grubu ve daha da başarılı olacaklar.
* Abdullah Abimiz'e yeni görevinde başarılar diliyorum. Terfisinde emeği olan tüm kumpanya arkadaşlarının desteğinin devam edeceğinden şüphem yok. Yakıştı be abime evelallah!!
* 20.08.07 sabahı uyanınca anlamıştım ki, denize yakın olmanın verdiği rahatlıkta bile, yataktan üzgün kalkılabiliyor. Bu sabah anladım ki, gülümseyerek uyanmak için, mutlaka deniz kenarında uyumak gerekmiyor.
* Gelelim Muğla sınırları dışında yaptığım ender güney tatillerinden birinin tasvirine...

13 - 14.08.07

13.08.07 akşamı iş çıkışında, aylardır dayandığım yoğunluğun içinden, seyrekliğe geçişin mümkün olduğunu idrak etmenin mutluluğu yüzümden okunuyordu sanırım. Üniformamı zevkle ofise bıraktım. Hazlı ve hızlı adımlarla havalimanının altındaki metro istasyonuna gittim. Otogara geldiğimde, laktik asitten kokteylim hazırdı. Kafam, otobüsteki yerime yerleşince hepten iyi oldu. Bu mevsimde TK'nın Antalya veya Dalaman uçaklarını denemekten vazgeçerek, daha çok gerilmekten nasıl da kurtulduğumu anımsayıp, sırıtışımı bir derece daha belirginleştirdim. Gözümün önünden, parlak güneş, dalgalar, soğuk bira dolu şişeler, deniz altı görüntüleri, bikiniler ve bikinilerin sahibi kızlar ayrı ayrı geçiyordu. Geçit resmini bölen muavinin sorusunu cevapladıktan sonra, ağzımdan akanları temizledim.
16 saat sonra (öğlen 13:00'de) Kaş otogarında durduk.
Kalkan'dan beri daha dikkatli izlediğim görüntüler beni etkisi altına almıştı. Özellikle de, masmavi suda sık aralıklarla gördüğüm kirli beyaz atıkları düşünüp, hem meraklandım hem de sinirlendim. Tatilimi kucaklamıştım, kendisiyle sevişmeme engel olamayacaktı hiçbir şey.
Önce, otobüsten inip bagaj tarafına yürürken, Kaş'ın öğlen havası sıcak nefesiyle tahriş etti beni. Bu tahrişle tahrik olmaya çalıştım ve çantamı sırtıma vuracak gücü buldum. Tatilim hala kucağımda, bana güzel gözlerle bakıyordu.
Otogardan çıkınca Çınar'ı andım. Bir hafta kadar önce Kemal Abi'nin yerinde, beni yirmi dakika esir alıp çizdiği ve neredeyse, kaldırım taşlarına kadar detayla anlattığı Kaş planı işe yarayacaktı sanırım.
Otogarla meydan arasındaki kavşakta, trafik ışıklarının fonksiyonsuzluğuna şaşırmadan; cep telefonuma baktım. GSM operatörümün müthiş hizmetiyle öğrendim ki, annem, Funda ve Antalya'da yaşayan biri tarafından aranmışım. Annemi ve Funda'yı haberdar ettikten sonra, Antalya numarasını aramanın gereksiz olduğunu, çünkü az sonra yüzyüze görüşeceğimi düşündüm. Adımlarıma devam ettim.
Gölgesiz bedenimi, doğru yerden sağa döndürüp, Kaş Camping'e yöneldim. Beynimin son sağlıklı kıvamında, Hakan'la muhabbet etmek istedim ve Kaş Devlet Hastanesi'nin önüne gelince sohbeti kestik ve yoluma devam ettim.
Kısa bir yürüyüşten sonra Sedat'la tanıştım. Selamlaşma sonrası, yüzümden akan terin de etkisiyle, duyduklarıma sakin cevap vermekte zorlandım:
- Merhaba, Burçak ben, iki hafta öne rezervasyon yaptırmıştım telefonda.
- Haaa merhaba. Biz seni çok aradık.
- Nasıl yani?
- Dün aradık hep, bu sabah da aradık.
- Dün aramadınız, telefonum hep açık ve yanımdaydı. Az önce, otobüsten inmeden on dakika önce aramışsınız. Ne oldu, odayı başkasına mı verdiniz?
- Sen Çınar'ın arkadaşısın değil mi?
- Evet...
- İşte, Çınar'ın başka bir arkadaşı, bir bayan aradı; Çınar'ın arkadaşının rezervasyonunu iptal ettiğini söyledi.
- ??????? Ne? Etmedim. Benden duymadan, bana ulaşıp teyid etmeden bunu yapamazsınız.
- Valla Selin Hanım'la konuşmuş.
- Selin Hanım'ı tanımıyorum. Ben iptal etmediğim sürece, başkasının sözüyle nasıl hareket edersiniz ki? Rezervasyon yaptırdım ve geldim.
- Seni bu gecelik bir pansiyonda yatırsak?
- Başka yere gidersem, buraya dönmem ki zaten. Ayrıca, bir hafta sonra gelecek dört arkadaşım ve Eylül'de gelecek ailem de burada kalmaz. Bence bana burada bir oda ayarlayın.
- Seni sahilde yatırsak bu gece? Battaniye veririz.
- Hadi? Yok, o da olmaz. Oda olmalı.
- Gel bi Selin Hanım'la görüşelim.
- Görüşelim.

Denize daha yakın bir konumdaki çardağın altında, bir grup insan ekranda su altı görüntülerine bakıyordu. Selin Hanım'a yaklaşan Sedat, kısık sesle bir şeyler konuşurken, ben de Selin Hanım'ın ne kadar da genç olduğunu düşünürken; masanın ötesinden biri kafasını kaldırıp "Vaaaayyyy! Naabbbeeerrrr yaaa!" diye bana seslendi. Gözlüklerimi çıkarıp tanımaya çalıştım. "Merhaba, birine benzettin herhalde?" dedim. Kel kafam ve güneş gözlüklerim yüzünden bir arkadaşına benzetmiş. "Yine de selamlar" dedim. O da selamladı.
Bu arada Selin Hanım ve Sedat'ın konuşmalarından şu sonucu çıkardım:
Gerçekten birisi gelip veya arayıp, birinin arkadaşının rezervasyonunu iptal ettirmişti ama, Çınar'la ve benle bir ilgisi yoktu; Sedat yanlış anlamıştı. Bana "Mavi"yi vereceklerdi.
Geçen kış yaptırdıkları yeni ve daha fazla konfora sahip odaları renklerle adlandırmışlardı. "Güzel insanlardan, güzel bir uygulama ve güzel bir çözüm!" diye düşündüm. Sedat'a da tedbir cümlemi sarfettim hemen: "Basit oda fiyatından kalıyorum yalnız... Fiyat farkı vermem." Anlaştık.
Oda hazırlanana kadar beklemem gerekiyordu. Rotterdam'daki Maritime Hotel geldi aklıma.
Üstümü Sedat'ın odasında değiştirip, denizin tepesindeki çardak-lokanta-kafe'ye oturdum.
Terden ve gerilimden kurtulmanın da verdiği rehavetle çöktüm sandalyeye.
"Haftasonunu Bakırköy'de geçiren Bağcılar genci" görüntüsünde biri bana yaklaşıp, ne istediğimi kötü bir İngilizce ile sordu. Dikkatimi, saçlarından ve suratını kaplayan gözlüklerinden alıp, serinletici bir içecek talebinde (Türkçe) bulunmaya çalıştım. Nedense, soğuk kapuçino önerdi. Kahve içemeyeceğimi söyledim. Kahve olmadığını, kapuçino olduğunu söyledi. Buzlu çay istedim. Limon aromalısı vardı sadece, kabul ettim. Sonra da kaşarlı tost istedim. İçine kaşardan başka bir malzeme koymalarını istemeyince şaşırdı. Şaşırmasına şaşırdım ben de...
Bir şekilde, İngilizce'yle uğraşmaktan vazgeçti. Sonra, 19 yaşında bir Eskişehirli olduğunu öğrendim. Erkek olmanın gururunu taşımaya yeni başlamıştı. İçimden, darbelerden muaf bir hayat dilerken, dışımdan gülmeye engel olamıyordum. Müziğimle başbaşa kaldım sonunda.
Etrafa bakındım. Güzel tasarlanmış bir mekana benziyordu. Sahilde iki iskele vardı. Sağdakine "Sundiving"in teknesi bağlıydı.
İnsanlar denize giriyor, soldaki iskeleden suya atlıyorlardı.
Bir saat kadar sonra Sedat gelip odanın hazır olduğunu haber verdi.
Resepsiyondan çantamı alıp Mavi'ye geçtim. Klimayı çalıştırıp, duşa girdim.
İki saat kadar uyudum sonra...
Uyanınca, önce, sahile inip denize mi girdim, yoksa çardak-lokanta-kafe'de oturup bira mı içtim, yoksa direkt siyah şortumu ve Guernica tişörtümü giyip ilçe merkezine mi yürüdüm, hatırlamıyorum.

























Akşam üzeri, ilçe merkezine yürürken, önünden geçtiğim amfitiyatro beni kendine çekti. Onca kayanın kütle çekim gücü var tabii...
Elimde kamera, altımda bez ayakkabılar, gözümde güneş gözlükleriyle beni yabancı turiste benzeten teyze "Helllooo!!" dedi.
- Merhaba teyzecim, iyi akşamlar.
- Tump! Tump!?
- Efendim teyze?
- Tump!
- Tump ne teyze?
- Mejaaa mejaaa
- Ha mezar?! Tomb!
- Görcen mi?
- Nerde ki?
- Hemen şurda. Üç tane. Gel götüreyim seni.
- Yok teyze, sağol ben kendim giderim. Hadi iyi akşamlar.
- Hmmrmımmmmhhfffff

Tiyatroda biraz resim çektikten sonra Bahadır'ı aradım. Selamlaştıkan ve kısaca konuştuktan sonra;önce bir şeyler yiyeceğimi, sonra kendisini tekrar arayacağımı söyledim. Akşam yemeğim için mekan ararken, Kaş'ı da biraz tanımış oldum. Hakan ve Çınar'ın defalarca övdüğü Hideaway'in ön girişini buldum. Sonra, Çınar'ın övdüğü Sezgin'de sulu yemek yemeye karar verdim. Vermez olaymışım.
Yemekten sonra Hideaway'e yönelip Bahadır'ı aradım. O da geldi ve oturup muhabbet ettik. Sonra eşi Özlem'in çalıştığı sergiye gittik.
İstanbul'dan fırlayarak gittikleri Kaş'ta kurdukları hayatı, beraber çok güzel sırtladıklarını gördüm. Mutlu oldum.
Hepimiz yorgunduk.
O gece erken bitti.

15.08.07

Sabah, erken uyandım ve sahilde az insan varken denizin tadını çıkarmak istedim. Sahile indiğimde, henüz kimsenin gelmediğini farketmek hoşuma gitti. Huzurumu tamamıyla tadına vararak yaşadım. Ilık ve dalgasız denizin verdiği enerjiyle, Kaş Camping'in sabah ışığında resimlerini çektim.

Şöyle ki:



















Daha sonra, üstteki mekana çıkıp kahvaltı almaya çalıştım. Bu noktada, yine Çınar'ın sempatiyle bahsettiği Şehmuz'la temas kurdum. Selam almayan, cevaplarını pintice veren bir adam olmasını, sabah mahmurluğuyla açıklamaya çalıştım kendime.
Kahvaltı masamdan Meis'e dalıp, müziğin tadını çıkardım.
Bütün gün sahilde uzanıp gölgelendim. Denizde dibe bağlı sörf tahtasına çıkıp güneşlendiğim de oldu. Genelde karada, yere paralel ve tüketimden uzak şekilde Gündüz Vassaf okudum.
Akşam, duş alıp, üstümü değiştirmek için odama gitmeden önce, Şehmuz'a uğrayıp öğlen yediklerimin ücretini ödemek istedim.
Sabah ne aldığımı sordu. Kahvaltı aldığımı ama, kahvaltının oda ücretime dahil olduğunu söyledim. Şaşırdı. Ödeyip çıktım.
Akşam yemeğini, bu sefer Bahadır'ın önerdiği "Kaşım" da yedim ve memnun kaldım.
Yemekten sonra, önceki akşam yeterince bakamadığım fotoğraflara bakabilmek ve sohbet etmek için Özlem'in çalıştığı sergiye gittim.
Kaş ahalisi, bu sergi için eski fotoğraflarını vermiş. Geçen iki yüzyıldan da kareler vardı.
Bülent Ecevit'in, Deniz Baykal'ın son derece mütevazı ortamlarda konuşurken çekilmiş pozları, hayatı boyunca kılıç balıklarıyla uğraşmış balıkçı amcanın gençliği, Kaş'ın yavaş yavaş nasıl imar edildiği ilgimi çekti.
Bahadır'ın da katılmasıyla, balkonda tatlı bir sohbet ettik.
Sonra erkek erkeğe dışarı çıktık. Bahadır'ın bazı arkadaşları katıldı bize. Efendi'ye gittik, balkonda efendi efendi oturduk. Alt kattan gelen berbat canlı müzik bizi kaçırdı ordan. Bahadır'ın arkadaşlarından birinin köpeğiyle hayli içli dışlı olduk.
Sonra, kampa dönüp yattım ben.

16.08.07

Bir öncekinden tek farkı, bulduğum şezlongun konumu olan bu gün de dinlenceyle geçti.
Akşam üzeri, acıkınca, Eskişehirli ergen elemandan iki tane çizburger istedim. İkisini de benim yemeye niyetli olmama şaşırdı. Şaşkınlık cümlelerini bitirememişti ki, Şehmuz araya girdi ve siparişleri adisyona yazmak için müdahil sorular sordu:
"Nedir? Çizburger mi? İki tane mi? Sana mı?"
Müşteriliğimden utanmak üzereydim. "İki tane almayayım mı?!" dedim.
20 dakika kadar sonra çiğ köfteli çizburgerlerim geldi. Hesabımı ödemek istediğimde, Şehmuz, henüz alışamadığım sorusunu tekrar sordu: "Sizin sabah ne vardı?"
Kahvaltımın oda ücretime dahil olduğunu tekrar hatırlattım.

Çizburgerlerim bitince, masama yaklaşan genç bir tatilci "oturabilir miyim?" dedi.
Kabul ettim.
Sıkıntıdan, konuşacak adam arıyordu.
Benden 7 yaş küçüktü ama muhabet edilebilen bir insandı. O akşam sağa sola gittik; Bahadır da katıldı bize ve Mavi Bar'da müzik dinledik.
Mavi'nin DJ'i Beyoğlu'ndan tanıdığım bir eleman çıktı. Kısa süre de onla muhabbet ettim. Sonra tuvalete girdim.
Tuvaletin girişinin üstüne asılmış resim daha sonra dikkatimi çekecekti.
Stevie Ray Vaughan'dan Little Wing duymak istedik.
Duyduk, dinledik, mest olduk.
Mavi'den çıkınca, Bahadır yorgun olduğu için eve gitti.
Hideaway'e uğradık ve ben ev yapımı buzlu çay içtim. Yeterince serinleyince kampa döndük. Ertesi sabah Meis'e gitmeyi kafaya koymuştum.

17.08.07

David Gilmour'un son albümü On An Island'a ilham kaynağı olup, albümün açılış şarkısına da adını veren ada Castellorizo'ya gitmek için sabah erken kalktım. Limana yürürken, amfitiyatronun yakınlarında durup, Meis'in ve kampın resimlerini, sabah ışığında, çektim.

Şöyle ki:



















Bir seyahat acentasının işlettiği Meis Express saat 10:00'da kalkıyordu. Pasaport ve yurtdışına çıkış haracı işlemleri için 09:00 gibi adamların kapısında belirdim. Biletim, ücretim halledildikten sonra sahile yakın bir çay bahçesinde tost yiyip çay içtim. Bir de, gidip rahat bir çift sandalet aldım.
Saat 10:00'da limana varıp, tekneye bindim. Üst katta, en önde, tentenin altına yattım.
Demir almadan önce, yolcu manifestosu tamamlandı, çoğunluğu İtalyan olan yolculara su ikram edildi.
Yüzüstü uzanmış, limanın görüntüsüne kapılmışken Bakırköy TCDD Emekliler Lokali'nden tanıdığım Mesut Abi'yi gördüm teknenin burnunda. Ayaküstü sohbet ettik. Sevindim.
Sonra, Kaş limanındaki yetersizliğin neden olduğu karmaşayı gülümseyerek seyrettim. Birbirine çarpmamak için ileri geri defalarca manevra yapan tekneler ve karışan demirler, halatlar, yol bekleyenler, bana Atatürk Havalimanı'ndaki yer trafiğini anımsattı.

Şöyle ki:



















Sıra bize gelince, yavaş yavaş çıktık limandan ve 2 deniz mili ötedeki Meis'e yöneldik. Yolda, Kaş Camping'in de önünden geçtik doğal olarak.

Şöyle ki:



















Meis'e yaklaştıkça merakım artıyordu. Önceki akşam Hideaway'de bulduğum Castellorizo kitabından öğrendiklerimle, kafamda bir resim canlandırmaya çalışmıştım. Örtüşecekler miydi?
Zamanında 12000 nüfusu olan bu adada hayat şimdi nasıldı? Her türlü ihtiyacını Türkiye'den karşılaması daha ekonomik ve kolay olan bu adada insanlar nasıldı?
Tekneden iner inmez, beklediğimden daha az canlı bir yere geldiğimi anladım. Öğleye yaklaşmasına rağmen, bu mevsimin bu saatinde ortalıkta bu kadar az insan olmamalıydı. Ya da olmalıydı da, ben alışmalıydım.

Önce limanı turladım.


















Sonra ara sokaklardan yükselmeye başladım.
Evlerin tasarımı, ilkokul öğrencilerinin resimlerinden çıkmış gibiydi. Gayet estetik.
Sokaklarda, tek tük insan gördüm. Hepsi de "kalimera" diye selamladı anında.
Aralarda bir yerde bir avluda takıldım kaldım:



















Başıma geçen güneşi çıkarmak için limana döndüm ve bir tur daha attıktan sonra, yaşlı bir amcanın işlettiği kafeye oturdum. Gayet düzgün İngilizce konuşan bu adam, bütün yiyecekleri kendisinin ürettiğini söyledi. Ben de karışık meyvalı bir turta ve buzlu çay istedim. Tükettikten sonra tuvalete girdim ve elimi yıkarken sabunun markasına dikkat ettim: "Lux - Sıvı El Sabunu"! Şaşırmamalıydım. Hemen her türlü alışverişlerini Kaş'ta yaptıkları için, burada Türk Lirası bile geçiyordu. Ürünlerden ve servisten ve sohbetten gayet memnun kalıp, teşekkürlerimi esirgemeden, yürümeye koyuldum tekrar.

Bu sefer, adanın kuzey tarafına, limanın doğusuna doğru yürümek istedim. Burnu dönüp arkadaki Mandraki Koyu'na ulaşacaktım. Limanın girişindeki eski caminin yanından sağa doğru kıvrılan taş yolu takip ettikçe, güneşle yüzleşiyordum. Yamacın yanından, maviye baka baka yürürken bazı görüntüler beni mest etti.

Şöyle ki:



















Daha da arkaya geçip, Mandraki Koyu'na ulaştım. Niyetim, denize girmekti ama burada suyun sığlığı nedeniyle mümkün olmadı.





Mandraki Koyu'ndan dönerken, bir teyze bana "Italiano?!" diyerek geldi. Ben de İngilizce, İtalyan olmadığımı söyledim. Yol sordu. Az önce geçtiğim inşaat sahasının arkasında kalan yolu ve limana giden yolu tarif ettim. Bir Yunan adasında, bir İtalyan kadına, İngilizce yol tarif eden bir Türk erkeğiydim artık. Sırtım yere gelmezdi...
Acilen serinlemem gerekiyordu. Saatlerdir güneş altında ısınmıştım. Çantamdaki içme suyunu kafama döktüm ve az önce gördüğüm kayalıklara inen merdivenlere kadar yürüdüm.
20 - 30 basamakla aşağı indim, tişörtümü ve çantamı basamaklardan birine koyup suya atladım.
Burnu dönen hafif akıntı sayesinde, burada yüzmek çok eğlenceliydi. Tepede süren tadilatın gürültüsü bile müzik gibi geliyordu.
Bir süre sonra merdivenlerden inen güzel bir kız gördüm. Suya girmeye pek hevesli gözükmüyordu. Eğilip ne kadar derin olduğuna bakıyordu ve çekiniyordu.
Kıyıya yaklaşıp, atlamaya yeterince derin olduğunu söyledim ama anlayıp anlamadığını anlamadım. Hiç söz söylemeden, aval aval suya bakmaya devam etti. Ben de tekrar uzaklaştım kıyıdan. Su çok rahatlatıcıydı.
Bir kaç dakika sonra sol ayağıma kramp girdi. Acısı dayanılmaz değildi ama yine de kıyıya yaklaştım. Etkisi artınca kıyıya çıkıp kayalara bastım ve geçti. Biraz daha durup dinlendim ve kafatasımda biriken suların çıkmasına en iğrenç şekilde izin verdim. Oturduğum basamakların iki yanındaki kayalara baktım. Tarihi düşündüm. Olası bir depremde ezilerek mi boğularak mı ölürdüm acaba?
Sonra tekrar suya atladım. Limana ve adanın ilerisinde duran küçük adacıklara baka baka keyiflendim ve serinledim.
Aklıma David Gilmour geldi. Acaba o burada ne yaşamıştı, ne hissetmişti?
Kıyıya çıkınca, Ozan'ı aradım. Burada da Turkcell gayet rahat çekiyordu. Kendisine gayet güzel şeyler anlatacakken, sesindeki bunalmışlık beni tekrar suya itti.

Sudan son çıkışımda, mayomu kurusuyla değiştirdim ve soğuk bir şeyler tüketmek ve teknenin kalkışını kaçırmamak için limana döndüm. Teknenin önünden geçerken, çantamı gelişte uzandığım yere bırakmayı akıl ettim; ayrıca havlumu da astım.

Bu sefer suratsız bir hatunun servis yaptığı bir kafeye oturdum ve karışık meyvalı yoğurt istedim. Yoğurt kabıyla birlikte, üzerinde "Greek Honey" yazan iki küçük kutucuk geldi. "Hadi bakalım" deyip balı da kattım kaba. Kutuda kalan azıcık balı da dilimle test ettim. Dünyanın pek çok yerindeki bal çeşitleriyle aynıymış gibi geldi.

Yurt dışına çıkıp da "Free shop" a uğramamak olur mu?!
Teknenin durduğu yerin hemen yanındaki Duty-Free tabelasının altından girdim on metrekarelik dükkana. Bahadır ve Özlem'in sipariş ettikleri sigaradan yoktu. Southern Comfort SPL'dekinden 1 € ucuzdu. İlgi çekecek bir ürün göremedim.

Vakti gelince tekneye binip ülkeme geri döndüm.

Kaş limanına varınca, Mesut Abi'yle teknede muhabbet ettik. Muhabbetimiz, pasaportlarımızın kontrolden dönmesini beklerken de sürdü. Kaş'a nasıl ve neden yerleştiğini, neler yaptığını, Kaş'ın yapısını anlattı bana. Bazı yerleri tavsiye etti. Pasaportlarımızı aldıktan sonra da motoruyla kampa bıraktı. Ertesi gün Kaçkarlar'a gidecekti. Umarım sağlam ve mutlu şekilde dönmüştür.

18.08.07


Sabah uyanınca, sakin sakin, tuzlu büyük suya gittim. İçine girdim. İçinde, sağa sola hareket ettim, ilerledim, geriledim, aşağı baktım... Sonra, sakin sakin dışına çıktım ve kahvaltımı istedim. Kahvaltıma eşlik etmeyen tavuk yumurtasını kovalamadımsa da, avladım denebilir. Şehmuz ve Bağcılar profiline sahip Eskişehirli ergen erkek, nedense, kolesterol seviyemi benden fazla düşünüyorlardı sanırım.

Yumurtamı sinirle ısırıp, yutabileceğim kadar parçalayınca, rahatça yuttum. Sindirmeye bile başlamışımdır o ara...

Hakan'ın "honolulu" dediği sazdan şemsiyelerden birinin altına serildim yine. Bu sefer iki şezlong kapladım yalnız. Öğleden sonra varacak olan Funda'ya, Kalkan'da durduklarında bana haber vermesini tembihlemiştim. Bu haberi alabilmem için, cep telefonumu MP3 çalarımdan daha iyi duymalıydım. Bu amaca uygun bir ayarlama yaptım tabii ki. Şekil şemal yaptım da denebilir.

Öğlen civarında haberdar edildim ve şezlongların tecavüze uğramayacağından emin olarak kamptan çıkıp ilçe merkezine yürüdüm. Otogara tırmandım. Çok terledim. Otobüs firmasının ofisinde ferahlama niyetim tek gücümdü. Çünkü hava çok sıcaktı.

13:00 civarı otobüs geldi ve Funda o otobüsten şöyle indi:




Elindeki yastığı görünce, sakin ve kendime ait, erkek tatil günlerim, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti. Artık bir hatunla tatil yapacaktım. Arkadaşım da olsa o bir hatundu. Yıllardır bunu bize hissetirmese de, Funda erkek değildi! Katlanacaktım, arkadaşım için...

Kampa gittik ve Funda kendine tuzlu suda ve soğuk birada geldi. Sonra hep uyudu.


(güncellenecek)

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Ben burayı sevmiyorum, orayı seviyorum!

Beyoncé'nin kıçı kadar bir mekanda yaptığım tatilden yeni döndüm.
Tatilimden, yerini benzettiğim şeyden alabileceğim kadar keyif aldım.
Döner dönmez gırtlağıma kadar girdiğim iş ve şehir temposu nedeniyle; şimdi sizi resim ve hikayelerden mahrum bırakıyorum.
Sıkı durun lakin!
"Tump tump"tan, yumurtaya, İngiltere'deki ruhsattan, Castellorizo'ya anlatacaklarım var.
Unutmam inşallah.
Ha! Bir de, Adriana'ya ulaşabilme imkanı hayalini nasıl ıskaladığımı anlatacağım.

Sevgiler tabi!

12 Ağustos 2007 Pazar

brighton rock

Karanlık bir kişilik. En yakınları bile bilmez, ışığa duyduğu açlığı.
Master Of Puppets'dan bihaber, çoğu beğenisi.
Hayatını hızla tüketiyor.
Rüyaları ezik.
Adını hatırlamayacaklar.
Böyle karanlık bir güne doğmamıştı. Hatta ilk beş yılı, sonraki beş yılından daha aydınlıktı. Kararma ivmesini o buldu ve uyguladı.
Şimdi en güzel denizin, en güzel körfezinde ışık peşinde uzanıyor kumlara.
Bulutlar hayat yüklü ne var ki... Bildiği hayat, istediği hayatı gölgeliyor, yazık...
Siyah saç o yüzden favorisi. Parlayanlarla ne yapacağını bilemez.
Kazdığı temelleri pislikle dolduranlara direndi uzun süre. Kazacak yer bulamıyor artık. Kazacak değil, basacak yer bile bulamıyor.
Uçmak için fazlasıyla ağır ve hantal artık. Uçanların arkasından, eskiden olsa, imrenerek ve övgü sözleri söyleyerek bakardı. Artık küfrediyor, kendisini buraya sabitledikleri için.
Evi yok; "eve hoşgeldin" diyeni de.
Kendisine hitap zor. "Git!" diyor anında.
Evi yok; her yere gidebilen o, huzurla gidemiyor.
Koruduklarından zarar gördüğünü anlatmaya başlayıp, beşinci sözcükte yoruluyor.
Merhamet için yalvarışlarını duymak istediklerini seviyor.
Özlediklerini, kendisine yaklaştıramayacağını pişmanlıkla itiraf ediyor.
Kararmış bir insan. Benzersiz bir parlaklıkta!
Uykuya düşkünleşmiş.
Çamura saplanan ayaklarla gidemediği yerlere, rüyalarında uçuyor.
Kendisinden kuşkusu yok. Nerede, neden, nasıl olduğunu çok iyi biliyor. Kim olduğunun da farkında. Gerekenleri hiç kestirememiş. Hazırlıklı olamayacağını da öğrenmiş. Geçmişine dair tek bir sorusu yok.
Şimdisi, geleceğini sorgulamakla gelecek oluveriyor, saniyeler içinde. Bundan vazgeçememiş.
Yüzünü çabucak ve uzun süreliğine unutuyorlar. Silik bir ifadesi var.
Yaratılışında şahit bulundurmadıysa, ölünce de işi zor zavallının.
Geleceğinde nereye kadar iz sürdü acaba?

-------------------------------------------------

Ben derim ki, keşke Bach'a veya Mozart'a Metallica'nın yorumladığı Breadfan'i dinletebilsek!

-------------------------------------------------

Atatürk Havalimanı'nı anlatmak istiyorum, uzun uzun... Yorgunum. Orada yoruldum hem de ve zaten!

-------------------------------------------------

NaCl'li H2O kütlesi kenarı!