21 Şubat 2015 Cumartesi

Megadeth


Yürüyebilmeye başlamamdan ne kadar sonra olduğunu hatırlamasam da, ailemdeki büyüklerimin, ağır tuvalet ihtiyacım olduğunda, beni yetişkin klozetine oturmaya alıştırma çalışmalarını ve benim gösterdiğim direnci oldukça net hatırlıyorum.
Çocukluğumun yalın algıyla şekillenen bu doğal döneminde, başıma buyruk olduğumu bilmeden, merakımın da gerçekten "merak" ve gerekli olduğundan bihaber halimle, hemen her nesneyi elliyor, anlamaya çalışıyordum. Babamın babası olan dedemin, ellerimin hareketlerinden, düzenli duran eşyaların ve aletlerin düzenini bozma potansiyeli nedeniyle olsa gerek, benim nazarımda, çok rahatsız olduğunu hissediyordum. Kendisi için eser miktarda da olsa, neredeyse tüm yaşamını şekillendirmiş olan askerlik mesleğinin silinmez etkileri, küçük bir torunun "herşeyi elleme huyu"ndan duyulan rahatsızlık olarak hissediliyordu.
Babaannemlerde geçirdiğimiz bir gün, sindirim sistemimin sonuçlarını, uygar ve vücut hareketlerine hakim bir yetişkin gibi değerlendirmem beklentisiyle, klozetin üstüne yerleştirildim. "Bitince" seslenecektim ve oradan temiz kalkmam için gereken emek benden başkası tarafından verilecekti. Babaannemlerin tuvaletindeki klozet, anneannemlerin küçük tuvaletindeki klozet gibiydi; dünyanın herkesi yutabilecek derinliklerine bağlanan deliğin üstü, hafif dışbükey bir kat ile kapalıydı. Korkunç deliğin ancak yarısını görebilmek için, klozetin arkasındaki duvara doğru eğilip aşağı bakmak gerekiyordu. Delik tabii ki vardı ve kendisini uzun zamandır her gün kullanan insanlar, oraya düşmemin mümkün olmadığını bana defalarca anlatmışlardı. Artık sadece bu bilgiyi benimseme aşamasındaydım ve deliğin direkt olarak gözükmeyecek şekilde kaplandığı klozetler bana yardımcı oluyorlardı.
Eski ve yeni tip klozet ayrımını yapabilecek entellektüel birikime sahip değildim. Sadece "gözüken delik" ve "gözükmeyen delik" vardı benim için; gözükmüyorsa tehlike yoktu.
Huzurla etrafıma bakınıp "bitmesini" beklerken, kapı açıldı ve dedem girdi içeri. Daha bitmemişti ki! Hem bitse bile, dedemi çağırmazdım ki; niye gelmişti?
Belki, benim içerde meşgul olduğumu bilmiyordu ve kendi ihtiyacı için girmişti...
Şaşırıp şaşırmadığını hatırlamıyorum ama, beni nasıl şaşırttığını hatırlıyorum. Klozetin üstünde rahat olup olmadığıma dair bir soru sordu ve ben de, yaşımın iletişim koşulları yettiğince, anatomimin klozet üzerinde kendiliğinden denge bulmaya henüz uygun olmadığını ifade ettim. Boyunuz 1 metreden kısaysa, sindirim sisteminizin sonunu, o gözükmeyen deliğin üstünü kapatan çıkıntının da gerisine hizalamanız gerekiyor; aksi durumda, "bittiğini" haber verdiğiniz büyüğünüzün temizlemesi gereken başka bir beyaz yüzey daha olur. Dizinizden belinize kadar olan 20-25 santimetrelik üst bacaklarınızla da bu mesafeyi ancak bulabilirsiniz ama dengede oturamazsınız. Ben de kendimi klozetin hemen yanındaki devasa çamaşır makinasına tutunarak sabitlemiştim. Arkamdaki duvara yaslanmak veya taharet (ne? efendim? Taharet ne? Bide ney?) musluğuna tutunmak gibi akrobatik fikirlerim yoktu. Benim potansiyel tehlike sunan her nesneye dokunma hevesinde olduğuma inanan dedem, "bak, sakın buna tutunma, pis bu!" diyerek, klozetin sağ arkasındaki su borularını gösterdi. "Niye pis? O ne?" dedim ben de... "Bak bu nasıl pis!" diyerek boruyu avuçladı ve eline bulaşan kahverengi pası (pas? ne? Pas ne?) gösterdi. İstanbul'un Bağdat Caddesi'ne o sıralar sıhhi tesisatçılar ambargo mu uyguluyordu bilmiyorum ama, şimdi düşününce, bir su borusundaki sızıntının pas dokusuna dönüşmesi için uzun zaman geçmesi gerektiğine göre, aklıma duygularla perdeli bir merak takılıyor. Evin diğer her köşesinin tertemiz ve düzenli olduğunu sonraki senelerden hatırlıyorum; o boruda sıradışı bir yaramazlık ve inat vardı herhalde...
Dedemin elindeki koyu kahverengiden soluk kırmızıya geçen pis tortuyu, o güne kadar gördüğüm diğer tek kahverengi pis şeyle özdeşleştirdim ve hemen "peki dede, ellemem" dedim. Yaşamının büyük bölümünü Anadolu'nun kırsal bölgelerinde jandarma komutanlığıyla geçirmiş bir dede için, su borusundaki pas tabakasına dokunmak, torununun ellerinin temizliğini korumak adına çok basit bir özveri olabilir; bense, o andan sonraki onlarca sene paslı herhangi bir metale dokunurken "elimi yıkayınca geçer, elimi yıkayınca geçer, elimi yıkayınca geçer" telkinine muhtaç oldum. 
Dedemin kısa dersinden dakikalar sonra, kim olduğunu şimdi hatırlamadığım bir büyüğüm tarafından, zaten ergonomik olarak imkansız konumdaki boruya dokunmadan, o klozetten indirildim.
Dedemin vefatından da yıllar sonra, ilkokulumun son senesinden itibaren, düzenli denebilecek aralıklarla babaannemlere gitmeye tek başıma devam ettim. Bakırköy'den deniz otobüsüyle Kadıköy'e veya Bostancı'ya geçip, dolmuş veya taksiyle Caddebostan'a giderken de; Beşiktaş'taki okulumdan servisteki misafir öğrenci olarak seyahat ederken de kulağıma volkmenimden (Walkman/Baladeur) müzik gelirdi. İlk zamanlarda Paul Simon, Barış Manço, Bob Marley dinlerken; ortaokuldan itibaren Queen, The Doors, Led Zeppelin, Deep Purple, Anthrax dinlemeye başlamıştım.
Liseye de aynı okulda devam edince, 11 yaşımdan beri arkadaş olduğum insanlarla müzik etkileşimim de çeşitlenerek devam etti. 1992 senesinde, Metallica'nın Metallica (garaguzu) ve Megadeth'in Countdown to Extinction albümlerini duydum.
Babaannemlerin banyosu ve mutfağı ve salonu ve yatak odaları ve antresi yenilendi; akıtan pis boru ve deliği gizli klozet gitti. Sohbetler, yemekler, dev televizyon karşısında yatay dinlenceler geldi. Bazı geceler, yatağımı televizyonun karşısındaki kanepelerden birine kurardım ve kulağımı da Megadeth'e verirdim. Countdown to Extinction, walkman ile en çok dinlediğim albümdür.
Dedem, arkamdaki borunun kirli tehdidine karşı beni uyarırken, kendisinin olmadığı bir dünyada, gelecekte bir zaman, kulağımda High Speed Dirt veya Ashes in Your Mouth ile aynı tuvalete yerleştirilen umursamaz yeni bir klozete rahatça oturacağımı, arkadaşlarımla sıralı yazılar yazarak doldurduğumuz defterlerde (1993'te eposta, blog, twitter ve whatsapp yoktu. 2 veya 3 arkadaşın tuttuğu, her gün bir kişide kalan ve içine yazılar yazılıp ertesi gün diğer arkadaşa teslim edilen kalın defterler vardı) müzikten ve ülkenin sosyal dertlerinden bahsedeceğimi düşünmemiştir.
Hala, nerede Countdown to Extinction dinlesem, aklıma babaannemlerin Caddesbostan'daki tuvaletinin eski ve yeni klozetleri üzerinde, 12-13 sene arayla yaşadığım 2 farklı tecrübe gelir.
Babaannem de, Ak Apartmanı da artık yok.
Walkman yerine telefon kullanıyorum.
Benim zihnim de ölümlü.



Hiç yorum yok: