29 Eylül 2008 Pazartesi

bırak oraya, sahibi alır...



Güneşin ışığına ve dostların seslerine doyamadan geçen saatlerden oluşan günlerimi haftalayıp aylamak ve dahi yıllamak, on yıllamak gelmiyor içimden.
Tatillerim demlenmiyor, sallama çay samimiyetinde...
Geceleri yaşadığım özgürlüğüm, yaşadığım şehir çirkinleşince, midemin isyanına karışıp elimden kaydı.
Saat takmayı bırakalı ne kadar oldu, hatırlamıyorum.
Takvimlere, sadece işteyken, içinde olduğum veya gelecekteki bir günün adını anlamak için bakıyorum.
Yavru fil büyüdü; kimsenin sempatisini kabul etmiyor, herkese kızgın; oturma odamdan çıkmaya çalıştığı anda -ki bu yakındır- evi hepimizin kafasına indirecek!
Sadece balık eti seviyorum artık; somon dilimlerini yemeden önce öpmek veya lüfere hikayeler anlatmak gibi defolar geliştirebilirim.
Görüntümle yakından ilgilendiğimi sanırdım; saçımda beyaz olmadığını, bugün birisi başkası için tersini söyleyince anladım.
Küçükken hastalanıp ateşim çıktığında, parmaklarımı balon gibi hissederdim, algım ya yavaşlardı ya da hızlanırdı; hipotalamusuma o kadar iş bırakmıyorum artık.
Innuendo'nun piyasada olacağı gün, Bakırköy'deki Kardeşler Plak'ın açılmasını nasıl da kapılarında beklemiştim. Death Magnetic için böyle bir açlık duymadım.

Zamanla değişen yaşam şeklim ve kendimi algılayışımın, depresyon emareleri göstereceğini tahmin etmemiştim. İzmir'e mi yerleşmeli? Motor mu almalı? Doktora mı gitmeli?

Hiç yorum yok: