7 Eylül 2009 Pazartesi

Konkav bir evliliğe doğru giden mutlu vagon



Yıllardır merak edip, bir sürü mantıklı ve samimi nedenle, gitmeyi hep ertelediğim yerlerden biri Stavanger. Üçlü kodu SVG.

Bu akşam yaklaştım SVG'ye. Baktığımda, kepenklerinin kapalı olduğunu gördüm. Çantamdaki hafıza çubuğunun kapağı kırıktı zaten. Herhalde şapkasından umudu keseli çok olmuştur da, boynunu da o kapalı dükkan bu akşam bükmüştür.
Bir avuç kumaşla avunduktan sonra, tren istasyonuna yöneldim.

Kötü kokulu vagona, mis kokan bedenimi soktuğumda, kısa süren bir yabancılık hissettim. Uyandığımdan beri, sadece umredeki Ertuğrul Özkök'ün anlayabileceği bir tek başınalık hüzzamı ve koca sahneyi en arkadan tamamıyla görebilen yaşlı bir delikanlının anlatabileceği (Ertuğrul abiden böyle bir izlenim de bekliyoruz. Yoksa zaten sundu mu?) bir yeniden doğuş coşkusu arasında gidip geliyordum. Bu fettan havada, evime böyle cansız bir demir kutuda yol almak, iç kapayıcıydı. Evimiz İstanbul'da!

Demir yabancılaştırıcım, evimin istikametine hareket etmeye başladığında, sağ arkamdan gelen insan sesine dikkat kesilmek zorunda kaldım. Bir kaç ay önce Ankara'ya yaptığım tren yolculuğunda da, sağ arkamdan gelen, gittiği yere varamayan ve trenden de inmeyen bir tesbihin çok sesiyle uykum ve dikkatim muhtelif yerlerinden kırılmışlardı. Neyse ki, bu sefer, hepi topu yirmi dakika sürecek ferro seyahatim boyunca, tecavüze uğramasından endişe duyacağım bir uyku veya odaklanma planım yoktu. Hatta, sağ arkamdan gelen sese odaklanan dikkatimi gayet rahatça benimseyip, elimden geldiğince büyüttüm ve sivrilttim.

Sebebini ve yöntemini, kafamı 135 derece sağa döndürmeden anlayamayacağım şekilde perdelenmiş, ama saklanamayacak kadar da tiz ve çatallı bir erkek sesiydi duyduğum. Gayet temiz bakışlı ama içine ve telefona kapanık genç bir adam, cep telefonunu iki eliyle saklayarak, sağ kulağı ve ağzının sağ ucuna yerleştirmiş, konuşuyordu. Elleri yeterince büyük veya duruşu sesini gizleyecek kadar iç bükey değildi. Bıyıkları da yeterince izolasyon sağlamıyordu.

Sesi, o sesi...
Burhan Çaçan'ın sesi gibi ama, daha tok...
Serdar Ortaç'ın sesinin rahatsız ediciliğinde ama, sözler çok sürükleyici...
Gazanfer Özcan'ın konuşmasındaki duraklamalarla ama, Battal Gazi'nin kararlılığında...
Doğup büyüdüğü memleketin, İstanbul'un doğusunda ve hatta güneyinde olduğunu düşündüm. Şivesi gayet doğudan esiyordu ama Türkçe cümleleri, dilbilgisi ve anlatım kurallarına güzelce uyuyordu. Arada sırada kurduğu, hangi dilden olduğunu anlamadığım cümleleri söylerken, aralarına biraz daha rahat yerleşen gülümsemelerini duyabiliyordum. Niyeti ve derdini paylaştığı kişi, memleketinden olan ama o anda nerede bulunduğuna dair hiç fikir yürütemediğim bir büyüğüydü. Hasreti de duyuluyordu ama, çirkin sesiyle o güzel dilini döktüğü insan kimdi ve o anda neredeydi, meçhul kaldı uzun süre. Dinleyen, belki Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bir memlekette, belki de Stavanger'a yakın bir yerde doyuyordu. Dinleyen de bu demir çığlıkların arasından gelen kalp atışlarını duyuyordu ki, bazı şeyler daha bir derinlemesine, daha bir duygulandırmasına anlatılıyordu. Bazen de ikna basıncı hissediliyordu. İstanbul'da olduğuna son anda inanılmış bir güzellik tasvir ediliyordu o kapalı avuçların arasından.

Sanki, koltuğumdan kalkmış, yanında yere çökmüş ve dediklerini dinleyip anlamaya çalışıyor gibi hissettim kendimi. Elimde, anneme cümleler yazıp göndermemi sağlayan telefonum olmasaydı, o demirdöküm legonun içinde, 3 metrelik bir astral yolculukta olduğumu sanacaktım. Kendimi tekrar kendi koltuğumda hissetmeyi başarınca, adamdan duyduklarımın özetini anneme iletmeye başladım zaten. Ben de O'nun gibi, elimdeki elektronik tabletle, durumumu canımdan birine bildiriyordum. O sesini kullanıyordu, bense parmaklarımı...

Aklımdan silinmediği kadarını sizle de paylaşayım:

- Geldiğinizde tanışacaksınız zaten. Evet, gayet hamarat. O konuda hiç sıkıntı yok. Tabii ki ben de cahilce bir şey yapmak istemiyorum. Geçmişi güzel. Sakin biri. Sadakat en önemlisi. Elbette karşılıklı konuşacağız. Birbirimizden ne istiyoruz, ne bekleriz tartışacağız. Yakın çevresiyle konuşacağım. Bilenlere danışacağım. Burda, sizden değerli olmasın, büyüklerimiz var. Sadettin Abi olsun, o olsun, bu olsun. İnsanlarla konuşacağım. Hamarat. Zaten kısa dönemli bir şey olsa, dişimi sıkar otururum. Uzun dönemliyse de zaten belli. O da bir an evvel severek bir düzen kurmak istiyor. Bana sordu. Amerika'ya, İngiltere'ye gitmenden korkuyorum. Yok dedim. Gözü dışarda biri misin? Yapsam şimdi bekarken de yaparım. Yapmam. Siz de geldiğinizde görün, tanışın. Saygılı. En önemlisi, kendini bilen bir insan. İstanbul burası. Böyle yok. Hamarat canım.

Şimdi, umutsuzca unuttuğum daha çok cümleler kurdu. Sesinde heyecan, umut, sevinç vardı. Ben trenden inmeden kısa süre önce, laflarından birini "anne..." diyerek bitirdi. Annesinden ve büyük ihtimalle babasından uzakta, güzel bir kişisel gelecek için yaşadıklarını telefonda aktarıyordu. Seçtiği müstakbel eşi için kullandığı tanımlarla döllenen, değerlendirmesini nelere göre yaptığıyla ilgili nurtopu gibi düşüncelerim de peydah oldu ama; beni en çok, annesini buraya İstanbul'a beklerken neler hissettiğine dair merakım etkiledi.

Kimi dürtülerimiz aynı, kimi dürtülerimiz az benzer, kimi dürtülerimiz çok farklı tanımlanmış olsa da, bu adamla duygulanma şeklimizin aynı olabileceğine dair bir fikre kapıldım. Trenden dışarı adım atarken, vagonun perona ne kadar da uzak durduğuna dikkat kesildiğim anda, "ortak duygulanma şekli" askısını demir gardroba bıraktım. Havanın erken kararmaya başlamasını engelleyen bir takvim geliştirebilir miydim? Annesinden uzak, gelinini anlatan adam konuşmaya ve oturmaya devam ediyordu.

Eve vardığımda, "konkav" sözcüğünü, belki de yirmi yıldır ilk kez parmaklarıma değdirecek olduğunu bilseydim, kardeşime ilelebet mutluluk temenni etmeyi biraz daha isterdim. Burdan diliyorum ki, annesi de çok mutlu olsun...

Hiç yorum yok: