4 Eylül 2009 Cuma

John Wayne'i sevmem



Bu sabah, kamuya açık ansiklopedide okuduğuma göre, bugün, ünlü Apaçi savaş lideri Geronimo'nun 25 yıllık direnişinin sonunda, 1886'da, İskelet Kanyonu'nda teslim olduğu günmüş.

Küçükken seyrettiğim "western" filmlerde, birbirlerine saldıran Amerikalı ve Avrupalı insanların ne için savaştığından bihaber; okların, tüfeklerin, çadırların, atların ve ilginç kostümlerin etkisinde kalırdım. Bir de Cengiz Han'la ilgili diziler, belgeseller olduğunda, televizyonun karşısında koltuğa mıhlanır, hem bir adamın tutku ve iradeyle ne kadar büyük işler yapabileceğine dair esinlenmemi genişletirdim; hem de tüm bunların, ekranda gösterildiği şekilde, gerçekten yaşanmış olup olamayacağını merak etmekten keyif alırdım. Batıcı filmlerde, elle veya dille tutulur bir öz bulabildiğimi hatırlamıyorum. Sadece, canlandırılan karakterlerin gerçekle örtüşüp örtüşmediğine dair anlık sorularım olurdu...

Daha sonraları, Birinci Dünya Savaşı, Türk Kurtuluş Savaşı (İngilizce anlatım), Büyük İskender, Roma İmparatorluğu gibi, orduların çarpışma görüntüleriyle anlatımı zenginleştirilen çok konuyu televizyon veya video yayınlarında izledim. Hemen hepsinde, insanların birbirlerini topluca öldürmek zorunda kaldıkları sahnelerin gücüne kapıldım. Gördüğüm çatışmaların, gerçekten ne kadar uzak veya gerçeğe ne kadar yakın anlatılıyor oldukları önemli değildi benim için. Zaten, hareketli görsel kayıt tekniklerinin yeni geliştiği dönemde yaşanan savaşlara ait hakiki görüntülerin, böyle bir çelişkiyle ilgisi yoktu.

İlgime en az mazhar olan filmler, ne yazık ki, Cüneyt Arkın'ın kahraman Türk'ü canlandırdığı filmlerdi. Yine de, okuldaki ve mahallemdeki benim gibi yeni yetme arkadaşlarımla yaptığım film sohbetlerinde, bizi en çok eğlendiren konuşmalar, Cüneyt Arkın filmleri hakkında olurdu. Tabii ki, Amerikalı Kara Şimşek'in yaptıklarının efsanevi basıncı altında küçülen karizmasını, yalın elleriyle (yay kullanmadan) attığı oklar, dayandığı işkenceler veya Bizanslı dilberlere söylediği sözlerle kurtaramıyordu sayın Cüreklibatur. Değer bilecek çağımıza 5-10 sene vardı.

Televizyon ekranında gördüğüm tüm bu çatışma profesyonellerinin, altlarından atlarını aldığınız anda, tüm hikayelerin ekrandan silinecek olması gerçeğini farketmedim sanmayın. Kara Şimşek'in sürücüsü Michael Knight bile, siyah demir atı elinden alınsa zavallıya dönerdi...

Bütün o savaş filmlerinde, onlarca atın üstündeki onlarca adamın birbirleriyle çatışma rollerini yapabilmeleri için, ata binmeyi ve atla düşmeyi çok iyi biliyor olmaları lazımdı. Atların da düşmek üzere eğitilmeleri gerektiğini düşünmüştüm; hala da öyle düşünürüm. Her film için kaç atın yaralandığını veya öldürüldüğünü düşünmekten kendimi uzak tutarım yıllardır.

Kameralar önünde veya değil, atlar üzerinde birbirlerine saldıran insanların, hakimiyet, para, intikam, şöhret veya canını kurtarmak gibi, gayet insani nedenleri olabilirken; atların ne gibi amaçlarla bu hareketleri yaptıklarını merak ederdim. "Bu çayırlar benim ve başka kimse burada toynak sallayamaz!" gibi bir vatanperverlikle yüzlerce metre koşup, karşıdaki birliğe dalmayı isteyen bir ata, süvari gerekmez zaten...

Halamın oğlu Ali Abi'nin, kemikleşmiş at yarışı tutkusundan edindiğim merak da "bu kadar çok atın kaydını kim tutuyor?" , "bu kadar çok at nasıl koşuyor?" , "bütün bu atlar neden koşuyor?" gibi, konunun hemen her tüm pratik detayına ilişkin sorularla bezeliydi. Gerçekten, atların o dümdüz (evet biliyorum, düz değil; yuvarlak) çim veya kum pistlerde durmadan koşmalarının nedenini merak ediyordum. Böyle bir teslimiyet, böyle bir güdülme güdüsü nasıl mümkün olabilir? Koşmak, çarpmak, sorgulamamak, efendiyi kabul etmek... Efendinin niyetiyle ilgili tek bir tereddüt taşımamak; sadece efendiyi taşımak. Hem de sağ salim taşımak... Nasıl mümkün?

Bir atın, o savaş sahnelerinden birinde, üstündeki askerle beraber devrildiğini gördüğümde, içim askerden çok at için burkulur. Askerin, sadece üstünde oturduğu şey devriliyorken, atın dünyası kararır. Kendini kontrolüne bıraktığı adamın vurulmasıyla, kendisinin vurulması arasında, o sahnede, bir fark yoktur. İzleyen, devrilen bir "atlı" görür, vurulan bir asker değil. Ne yazık ki eminim, gerçek savaş meydanlarında vurulan atların düşüşleri, filmlerde gördüklerimizden daha da acıklıydı. Film için veya zafer için, atların, insanların emrindeyken ne hissettikleriyle ilgili ne kadar fikrimiz olabilir?

Hangi hayvanın, hangi insani amaç için, özünün sınırlarına kadar zorlanırken ve tehlikedeyken veya can verirken ne hissettiğine dair, ne bilebiliriz?

Gerçek Amerikalılar, bizim Kızılderili, Avrupalılar'ın Hintli dediği insanlar, sadece hayvanların değil, doğanın kendileriyle beraber diğer tüm oluşumlarına da anlam ve değer yükleyip, saygı göstermekten hiç çekinmezlerken; güçlerini, diğer kültürleri etkisi (kontrolü) altına almaya yarayacak gelişmeler için kullanan insan toplulukları, onların vatanlarında yeni vatanlar kurmuş. Bizim muhteşem Kurtuluş Mücadelemiz ve zaferimiz ne kadar kahramancaysa, Gerçek Amerikalılar'ın mücadeleleri de o kadar kahramancaymış gibi geliyor bana. Aynı ölçüde haklı, aynı ölçüde efsanevi. Ulus kavramına yabancı olsalar da, varlıklarını bildikleri gibi devam ettirebilmek için uğraşmışlar, ölmüş ve öldürmüşler.
Ne Avrupalılar'ın ne de Amerikalılar'ın atlarının, dışa vurabildikleri bilinçleri varmış.

Anlatılan hikayeye göre, Cüneyt Arkın'ın atının da, duvara koşarken kendini ve sırtındaki insanı koruyacak bir çekincesi yokmuş. Bilgeliği veya körü körüne insan hakimiyetine girmesini düşünerek, o atın ölümüne saygı duyanlar olabileceği gibi; benim, insanların hayvanlara ettiği eziyetler karşısında titremekten başka bir hareket gösteremememi anlayanlar da bulunur.

Kendi vücudu ve varlığının diğer tüm değer unsurlarıyla, ne yapacağına genellikle kendisi hükmedebilen insanoğlu; kendisinden başka canlıların da ne yapacağına karar verebilen bir oğuldur.
Oğul ve kız ayrımına da dikkat çekmek isterdim.
Yırtmaç ve kesmeç desem?



Evet, savaş alanlarında atların ne hissettikleri hakkında doğru bilgiyi sunamam ama, onlar hakkında yazamayacağımı kimse söyleyemez. Hele ki, küçüklüğümden beri kafamda olan bir soru iken, bu konuda ahkam kesmeme kimse karışamaz. Savaş alanlarındaki insanların hisleri kadar kolay incelenememesinin tek nedeni, hayvanların, yırtmacı kesen insanoğluyla iletişiminde, hisleri açıkça ifade etmeye yarayan güçlü imgeler olmamasıdır. Ezilen kedi yavrularının cenazelerine, içinde bulunduğumuz arabayla hızımıza hız katarak katılırız. Kaldırıma bıraktığımız yemek artıkları veya çantamızda taşıdığımız kuru mamalar, tonlarca suyun saniyeler içinde göğe karıştığı bir havzaya, pet şişeyle su dökmek gibi geliyor bana. Yine de, suyun değdiği noktada sevinen canlar vardır. Can, kimsenin anlatımına sığmaz. At canı da olabilir, insan canı da... Hakkında yazılabilir, konuşulabilir, dans edilebilir ama benim tarafımdan anlatılamaz.

Hiç yorum yok: