11 Mayıs 2010 Salı

Nurlu İbrahim Türk

Değerleri hakkında soru sorulmaması gereken kavramlarla meşgulüm genellikle.

Dün, Bakırköy İncirli Caddesi'nde Zeki Bilardo'nun malzeme dükkanına uğradım. Behramkale 88'deki bir bilardo ıstakasının ucunun çapını ölçtürdüm ve yedek parça satın aldım. Son zamanlarda yaptığım en keyifli alışverişti. Hele, aldığım parçanın ıstakaya nasıl tatbik edileceği hakkında kendi kendime yürüttüğüm fikrin, yapıştırıcı kimyasalına kadar tam olarak doğru çıkmasına nasıl sevindim, anlatamam... Yıllarca, oynarken hissettiğim hazzı toprak olarak biriktirsem, kıtalar oluşturabileceğim oyuna ait nesneleri gördüğüm dükkandan çıkmamak için, benle ilgilenen adama arka arkaya sorular sordum. Alçak gönüllülüğüme için için övgüler düze düze her malzemeyi elledim. Bir de ıstaka satın aldım ve sokaklarda fillerin diş haklarını savunmaya gönüllü eski bir bilardo ustası edasıyla yürüdüm. İbrahim Türk durdurdu beni.

Tebim'i hatırlatayım kendime önce. Siz de nasiplenin, çekinmeyin.

Annemin, beni büyütürken eğitimim hakkında yüksek özgüven duyamamasını gayet normal bulmaya ihtiyacımın olmadığı yıllarda, Anadolu liseleri ve özel liseler için hazırlanmamın önemini de hakkıyla pek idrak edemiyordum. Sosyal yaşamım, okuduğum ilkokuldaki sınıf arkadaşlarımdan, anlayabildiklerim ve kendimi anlatabildiklerimle sınırlıydı. Anlaşmak henüz tanımlanmamıştı. Sosyal aktivitelerim ise, tatillerde görebildiğim ve genellikle anlamadığım mahalle arkadaşlarımla oynadığım oyunlardan ibaretti. Nedenini bilmiyorum ama, okulum ve oyun arkadaşlarım aynı mahallede olsalar da, okulda mahalle arkadaşlarımı göremiyordum. Ya farklı okullara gidiyorlardı, ya da aynı okulun farklı ders saatlerine tabiydik. Aşk hayatımsa, aşık olmak ve aşık kalmak şeklinde renksizleşiyordu. Kendilerini bana keşfettirmeden içimden gelen jestlerimle tanıştığımdaysa, bu hareketlerimin boşuna ve yanıltıcı olduğunu bilmem gerekmiyordu.

Son sınıfımda, öğretmenimin etkisiyle, indirimli fiyatla bir dershaneye kaydedildim. İlkokuldan sonra, bir anadolu lisesine veya burslu bir statüyle, özel bir okula devam etmem gerektiği anlatıldı bana. Kabul ettim. Dershaneye gitmekse kabul etmek istemediğim bir yenilikti. Sütaş'a kadar öyleydi en azından. Bir anda, "her dersimize giren tek bir öğretmen" şemsiyesinden çıkıp, "her dersin kendi uzman öğretmeni" yağmuruna tutulduğum bir dershanede, yeni ve değerlendirilmesi imkansız bir sosyal ortamda buldum kendimi. Her dersin farklı bir öğretmen tarafından kakılmasına daha çok uzun yıllar yok muydu? Hazırlandığım şey için içine girdiğim hazırlık aşamasında bu değişikliği niye yaşıyordum? Okul bitince, evime gidip ansiklopedilerime, müziğime, legolarıma, boyalarıma yumulmak varken, neden bazı akşamlar önlüksüz olarak bu formika sıralara oturuyordum? Yıllar sonra, reşit olduğumda, ülke yönetimi hakkında mürekkep aktarmalı seçimimi yaparken daracık bulacağımdan habersizce, kocaman gördüğüm sınıfları ve koridorları olan okulum yerine, bu daracık sınıflar ve ufacık kantin de ne amaçla beni içine çekiyordu? Sütaş ne markasıydı? Annem hep SEK alırdı. Kaşarlı tost ve şişede Sütaş ayran, nikahlarına beni şahit olarak çağırıyorlardı. Seve seve şahit oldum!

Örgün eğitim kurumlarına girmek için, bir önceki seviye örgün eğitim kurumlarında alınan eğitimin yeterli olmadığı ülkemle de şimdiki sığ tanışıklığımın çok uzağındaydım. Bakırköy'dü benim ülkem. Türk'tüm ama benden daha Türk bir öğretmenim oldu Tebim'de.

Matematik mağaralarına beraber girdiğimiz ve kılavuzluğu sayesinde gün ışığına ulaştığımızda, ufacık sıyrıklarımızı beraber kutladığımız İbrahim Türk'le tanıştım. Kendisini hala tanımıyorum ama tanımlamaktan büyük keyif alıyorum. İlkokul öğrencisiyken günlük yaşamımda beraber olamadığım babamın kişiliğimdeki bir sandalyesine oturan adamlardan biri miydi bilemiyorum. (Babamın, bir sürü sandalyesi vardır ve bunları çok adama sunmuşumdur ama sadece tek bir koltuğu O'nun için her zaman boş tuttum ve O oturduğunda, o koltuk tahta dönüştü.) İbrahim Türk'ün matematiğin adımlarını anlatışında, benim aklımın çalışmasına yardımcı olan bir etki vardı. Nedenler ve sonuçlar için kendimden geçmeye hazır mıydım, yoksa İbrahim Türk mü bu hazırlığı başlattı; bunu da bilmiyorum. Beni nasıl bir zihinsel biçimlenmeye yönlendirdiğini sonraları idrak edeceğim bu adamı, en son, Yıldız Dershanesi'nin kantininde, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ni kazandığımı söylediğimde, "Artık Beşiktaş'lı olursun be Burçak..." deyişiyle seyrekçe hatırladım yıllarca. Çünkü, gerçekten, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ne başlamıştım. Yaşamım ve vücudumun içi değişiyordu.

Üniversitenin ve seçiminin önemi de önlenemedi. 1994 senesinde, hala Bakırköy'de yaşıyordum ama dünyam, Beşiktaş, Beyoğlu, Eminönü, Ortaköy, Rumeli Hisarı ve Kadıköy'e kadar genişlemişti. O sene Düzey Derhanesi'ne başladım ve ilk derste Nur'u güldürdüm. Erhan Ekici "hocam"ın sayesinde yaptığım espriyi anımsadığımda hala gülümserim ama Nur'u geçen ay gördüğümde, kehanetinin gerçekleşmediğine bir kez daha sevindim.

Sosyal Bilgiler'den bağımsız bir sosyal yaşam mümkün değildi ve ben bunun farkında değildim. Düzey merdivenler İbrahim Türk'le tekrar buluşmaya gebeymiş ve bunun da farkına vardığımda, İbrahim Türk'ün değerini anımsamaktan çok uzaktım. Bu sefer tarih derslerinin son derece ilgilenilesi olduğunu öğretecekti bana. Kendimi yetişkin bir adamla ekip gibi hissettiğim ilk yerin, o dershanenin sınıflarından biri olduğunu da şimdi farkediyorum. Sorduğu sorulara cevap vermemi bekleyişi ve tüm sınıfı bekletişi ve dahası, soruları benim ilgilendiğim ve katılmaktan sonsuz haz duyduğum kavram sorgulamalarından derleyişi ne kadar da etkili olmuş! Dinlerin, toplumları biçimlendirmekte nasıl kullanıldığını; ırkların, toplumların kendileri değil, içlerindeki unsurlar olduğunu; soru sormakta değil, cevaplara göre tavır takınmakta mahsurlar olabileceğini bildiğimi O belleti bana. Değerimi bildi ve kendisinin değerini hiç vurgulamadı.

Dün kendisini İncirli Caddesi'nde uzaktan gördüm ve hemen tanıdım ve hemen heyecanlandım. Gençliğimin lokalinde, diğer heyecanlarım içinde gözden kaçırdığım adamı selamlamama adımlar vardı. Kendisi bana doğru yürümek yerine, bir apartmanın bahçesine girdi ve kenardaki bir çöp konteynerine elindeki çöpü attı. Bahçeden çıkınca, kapıdaydım ve "tebrik ederim hocam" dedim. Bir saniye baktı ve aklını çalıştırdı. "Burçak" dedi... "Eee, Ertekin?" dedi. "Aynen hocam" diye cevap verdim. Anımsamak ve hatırlamak ve bilmek ve ilgilenmek ne güzeldi.

İnsanların biribirlerini etkilemeleri çok doğal, çok gerekli... Etkilenen insanın, etki sahibinden memnun olması çok güzel... Bunları buraya yazmak ne kadar gerekli? Bu harfler, bu sözcükler, murca vurulan çekiç miki? (Yok, Donald! Haydi Nur, gül yine...)

Hiç yorum yok: