18 Nisan 2008 Cuma

penguen

Yakın arkadaşlarım, sıkça, benim Penguen ve Uykusuz kaynaklı mizah raporlarıma maruz kalırlar. Her hafta bu iki dergiyi almaya çalışırım. Genellikle, aldığım gün ikisini de birer seferde tamamen okurum. Hatta bazen, künye, sayfa başlıkları ve ilanlar gibi bölümlerin de detaylarına bakarım. Oralarda da, ince ve kendinden ödüllü ("burada bunu okuyan okuru tebrik ederiz" gibi...) esprilerin saklanıyor olabileceğini bilirim.
Yaşadığım zaman ve dünya ile, eski sevgilisinden nükteyle ama nahoş anıların baskısıyla bahseden adam havasında, dalga geçebilen; kafalarının içindeki cevherlere ve ellerindeki hünerlere hayran ve muhtaç olduğum bu bir avuç adamın değerini bilenler artsın istiyorum. Sabah Sabah Asap Bozan'ları, Zırtlar Vadisi'ni, Var mısın Mok musun'ları, Bindir Gece'leri takip edenler kadar, şu düzgün ve akıl ürünü rafine mizahı da takip edenler olsun istiyorum. Karikatürlerini de değil. Uzun yazı (kitap, araştırma, gerçek gazete) okuyamayan insansıların, bu dergilerdeki kısa yazıları okuyup, gerçek insan hayatının tadına bakabilmelerini istiyorum. Çelişik ifadeleriyle, acıyı mizah makyajıyla sunanlar var aralarında. Akıllarının en keskin virajlarından sağ salim kurtulabilen cümlelerini, okuyucularıyla paylaşan bu insanların emekleri için haftada sadece 3 lira veriyorum ama herhangi bir derbi maçtan alabileceğim zevkin kaç kat fazlasını aldığımı ölçemiyorum. 10 ile 10 bin arası bir sayı olabilir...

Kendilerinden izin almadan aktardığım için sorun olacağını sanmıyorum: Seyit Ali Aral rümuzuyla yazılan "İçli Köfte" köşesinde bu hafta, benim eski bir hayalimdan bahsedilmiş mesela. Dünyanın tüm sanat eserlerine duyduğum açlıkla ilgili olan hani... Farklı bir önerme kullanılmış ama eminim benimkiyle aynı dürtüyle filizlenmiştir. Bilme, tatma isteği...

"İçli Köfte" köşesinde yer alan, servis araçları ve belediye otobüslerindeki mutsuz insan yüzleriyle ilgili düşüncenin ve ilk sayfadaki "muşmula" köşesinde gördüğüm mevsimlik tarla işçilerinin trafik kazalarında ölmesiyle ilgili haberin desteğiyle aklıma gelenler:
Çölde trafik kazasında ölen ve Jim Morrison'u hayatı boyunca etkileyen kızılderililer ve yeryüzünden gerçek anlamıyla hala silinmemiş olan "Kölelik sistemi"oldu. Detaylandırsam okur musun?
Tamam o zaman, sağol.

Aslında Memo Tembelçizer'in "İddia ediyorum"u gibi olacak ama... Neyse... Zamanında iddia edenler, kallavi yapıtlarıyla ve benimkinden kilometrelerce daha derin fikirleri, araştırma, gözlem ve dayanaklarıyla iddia etmişlerdir zaten ya...

Servis araçlarında veya diğer toplu taşıma araçlarında istiflenerek işleri ve evleri arasında mekik dokuyan; adına enerjisini, yaratıcılığını, zamanını, mutluluğunu (hepsi birden emek oluyor galiba...) feda edip; karşılığında bu mekiği dokumaya devam etmesine yetecek kadar kazanan hepimiz, köle değil miyiz?

İddia edemedim işte.
Pardon, nankörlük de etmemeliyim...
Böyle olmasaydı, evim, arabam, televizyonum, neyim varsa, hiç biri bana ait olamazdı. Kendi mülküme ve hür irademe sahibim.
Hayatım ve günümün saatleri bana ait olmayabilir ama, en azından, seçimlerde aralarından seçim yapıp, değerli oyumu verebileceğim, bir sürü değerli insandan oluşan ve mevcut hemen her dünya görüşünü özgürce yansıtabilen bir sürü parti, beni benim adıma yönetmeye talip. Seçme özgürlüğüm var.
Köleler alınıp satılır. Kimse beni ve benim fikirlerimi satın alamaz. Pazarlık yaparım ama bu sadece özgür iradem sayesinde dalga geçme isteğim ve cesaretimden kaynaklanır. Zaten polis çağırırım hemen, onlar beni kurtarır.
(köleler, nankörlükle suçlanır mıydı ki?)
Köleler "mal"dır. Yazık. Bana kimse mal diyemez.
Ben, emeğimi en iyi fiyatı verene sunuyorum. Alıcıyı (işveren de diyorlar) seçmek tümüyle benim elimde. İstersem o firmada, istersem bu firmada çalışırım. Köle değilim ben.
Kral olduğumu sandığım anlardan birindeyim şu anda...
Az durup, çıkıcam.
Azdırıp çıkıcam.
Azdın mı?
Çok ayıp...
Otur yerine.
Bak, arıyorum polisi...
Beni karikatüristler böyle yaptı!
Onları da şikayet etmek lazım aslında...

Çölde devrilen kamyonda ölen kızılderililerin ruhları, Jim Morrison yolun o noktasından geçerken hala havada dolaşıyordur. Bazıları, küçük Jim'in yumurta kabuğu gibi narin dimağını doldururlar (kendi tasviridir). Şarkı sözü olarak da kullandığı bazı şiirlerinde, bu etkiyi yoğunca kullanmıştır rahmetli James.
Benzer bir darbeyi 2 gece önce yaşayan bir arkadaşım var.
Yeşilköy'de yediğimiz bir iş yemeğinden (hangi köle, sahibiyle içkili yemek yiyebilir ki?) dönerken Ataköy Konakları'nın (boklu derenin dibinde bok gibi dip dibebok gibi pahalı binalar... orda yaşayan varsa pardon...) önünde bir trafik kazası gördük. Kaç araba hasar görmüştü anlamadık ama bir arabanın takla atmış olduğundan, ciddi yaralanmış en az bir kişi olduğundan benim şüphem olmadı. Ortamdaki acil yardım ekiplerinin çokluğundan ve düzeltilen arabanın görüntüsünden hayli etkilendik. Sarsıldık.

Bu sabah annemim telefonuyla uyandım. Hayır, annemin cep telefonuna sarılarak uyumamıştım. Annemin beni araması sonucu çalan kendi cep telefonumun sesiyle uyandım demek istedim. Evet.
Yaklaşık bir haftadır ağır durumda olan teyzemiz (annemin öz teyzesi) vefat etmişti. Cenazesi Ataköy 5. Kısım Camii'nden kalkacaktı.
Kendimi çok yalnız hissettiğim dedemin cenazesinden beri, o caminin önünden geçmemeye çalışırken, bugün tekrar avlusuna girmem gerektiğini anladım.
Melahat Teyze'nin evlatlarının ve 63 senedir bir tek günü bile ayrı geçirmediği kocası Kerim Amca'nın ne hissettiklerini merak ettim.
Vakti yaklaşınca camideydim.
Bir cenaze daha vardı. Melahat Teyze'nin oğullarından Mesut Abi'nin eski arkadaşı bir Bakırköy esnafıymış.
Yani o camiden bugün kalkan iki cenaze de Mesut Abi'nin -derece farklarıyla tabii ki- yakınıydı.
Benim açımdan ilginç ve kafa yorucu ve üzüntü çoğaltıcı olan yanı ise, diğer merhumun, iki gece önce gördüğüm kazada kaybedilmiş bir insan olmasıydı.
Kafam karıştı.

Etki alanımız dışında olduğundan hiç şüphe duymadığımız tek şey ölümken, kendisini ilgi alanımızdan çıkarmakta neden bu kadar zorlanıyoruz?
Hayatımızın nesidir ölüm? Komşusu? Tersi? Sonu? Başı? Rengi? Kabı? Işığı? Sınırı?
Nesidir?

Hiç yorum yok: