28 Temmuz 2009 Salı

Bludsucker

Malumunuzdur, 20 Temmuz akşamı, Boğaz'a nazır Kuruçeşme Arena'mızda, DeepPurple'ımız seyredildi...

İstanbul'a ilk geldiklerinde, Harbiye Açık Hava Tiyatro'sunda, ardışık 2 gece, 2 konser vermişlerdi. 5 ayrı bel kemiklerinden birini, Amerikan Steve Morse ile değiştiren İngilizler'imizin o seneki 2 konserine de girmiş; varlığımdan en hoşnut olduğum saatlerden bir kaçını yaşamıştım. Ritchie Blackmore'umuz olmadan da Deep Purple şarkılarımız gayet keyif verirdi. Vermedi mi? Verdi... Cuzeppe!
Steve Morse'un Ian Gillan'a sırnaştığı Child In Time sırasında şaşırmış ve yabancılaşmıştım ama; yine de, yıllardır hayalini kurduğum gecelerden birini, iki kere, büyük zevkle yaşamıştım.

Yıllar sonra, İstanbul'umuza tekrar geldiklerinde, kendileri için seçilen mekan Park Orman'dı. Beni ve yüzlerce başka insanı, bir önceki sefer yeterince şaşırtamadıklarını bilen organizasyon takım taklavatı, bu seferki konser için "yemekli" ve "yemeksiz" seçenekleriyle satışa çıkardıkları biletlerle, Deep Purple'ı gazino grubu olarak da algılayabileceğimizi öğrettiler. O akşam, şimdi her detayını hatırlamadığım ama aslında gayet de önemsemem gerektiğini düşündüğüm ödünsel ve odunsal nedenlerle, ben de Deep Purple'ın sahneye çıkmasını yemeğini kıtırdatarak bekleyenlerden biri olmuştum. Sahneyle aramda insanlar değil, koca bir havuz ve bir yemek masası vardı! Elimde de bira değil, beyaz şarap! Cuzeppe!

Bu sene de uğrayacaklarını öğrendiğimde, Jon Lord'un ekipte artık olmamasından kaynaklanan bir isteksizlikle bir kaç dakika sohbet etmek zorunda kaldım. İkna etti beni sağolsun. Don Airey'den hoşnut olmayacağımdan değil; sahnede Ritchie Blackmore ve Jon Lord'suz Deep Purple görmemin, kulağımda Speed King introsuyla attığım lise adımlarımı yok edeceğini düşündüğümden, ikna oldum bu isteksizliğe... Güzel şeylerin güçlerinin korunması gerektiğini düşünüyorum. Güzel şeylerin, güzelliklerinden gelen var olma dirayetlerini kırmamak gerek. In Rock'ı tabağa koyaman! Cuzeppe! (Sen yine de, Take a little rice take a little beans / Gonna rock and roll down to New Orleans!)

Dolayısıyla, bu yaz Kuruçeşme Arena'ya gitmeme neden olmadı. Gitmedim.
(onun yerine geçen ay Amsterdam Arena'ya gitmiştim. Boğaz yoktu ama gördüğüm en havalı ve havai hatun, Rosie vardı...)

Rosie budur!

Kuruçeşme devamsızlığımdan 2 gün sonra, ofiste elime geçen Hürriyet gazetesinde şu yazıyı okudum. Deep Purple ve şu ana kadar yazdıklarımla ilgiliyseniz, siz de okuyuverin bir zahmet. Jon Lord kadroda mı, değil mi?
Haberi yazan Türkçe biliyor mu, bilmiyor mu? (Yoksa akşamdan kalmalığı 2 gün de geçse üzerinden atamıyor mu?)
Hürriyet'in editörü var mı, yok mu?
Ben neye takıyorum kafamı arkadaşım? Arakdaş olalım! Araklayalım, boşver...
----------------------------------------------
20 Haziran'da Amsterdam'a gitmemizin sıraya ilk giren nedeni, 23 Haziran'daki ACDC konseriydi. İstanbul'a döndüğümüzde kocaman bir adama "eysiiidisiii, ehem... şöyle ki..." diye anlatacağımı bilmeden durdum AmSterdam Arena'nın zemininde, ayakta. Dayanamıyorum. Fotoğrafları sunuyorum (tıklama sonucu ebadül-muazzama):


Bir mini etekli geçmez mi kardeşim yauv!



Elde patlayan Dertas biletini satmaya kasmak...


"Aman aman!" içeri koşmak! Canım ciğerim, telefona davranmış!



Dante'ye selam mı serzeniş mi?! Rosie, naber?









----------------------------------------------
Kocamustafapaşa'ya artık ben de "Paşa" diyorum. Dolmuş yönü bu... Ne yapayım?
Geçen gün Taksim'den bindiğim bir "Paşa" dolmuşunda, en arka sıraya oturdum. Ortadaki 2,5'tan 3 kişilik koltuğu başkalarına terketmiş olmanın rahatıyla, kafamı cama dayadım ve evimin yolunu seyretmeye başladım. Yolumun üstünde ama ilginç kılıklı ve jestli adamın arkasında olmak, camı yastık eylememe engel oldu.
Tarlabaşı'nın sonlarına doğru, el eden iki ecnebi hatunu almak için sağa yanaşan dolmuşumuz, bence, zaten, hakikaten dolmuştu. Hatun da olsalar, hatunluklarına ecnebilik de katmış olsalar; düldülümüzün dülger kafalı dümencisinin kendilerini nereye sığdırmayı düşündüğünü anlayamadım. Önümdeki ilginç kılıklı adam, ilginç jestlerine büyük bir tane eklemenin bizde bırakacağı şaşkınlığı pek de umursamıyor gibi, cep telefonunda konuşmaya devam ederek, şoförün sağındaki 1,5'tan 2 kişilik oturma grubuna transfer etti kendini. Böylece, 4 ecnebi hatun popo lobuna yer açıldı ve hiç dialog kurulmadan, anında kullanıldı.
İlginç kılıklı adama teşekkür eden olmadı. Ne dülger ne de ecneboklar teşekkür etti ilginç efendiye. Efendi, efendice oturdu ve yoluna devam etti...
Teşekkürsüz insan olmasın!
O dolmuş, el cerrahisi ve mikro cerrahi hastanesinin yanından geçiyor! İnsan vücuduna mikro düzeyde müdahale edebilen insanlar ve teknoloji varken, kıymet yok eden mikroplar kalmasın!

----------------------------------------------

Taksim - Şişhane arası 3 dakikaymış! Hadi ordan! Trenin harekete başladığı ve durduğu anların arası 3 dakika! Seferlerin arası 15 dakika. Biri gittiğinde istasyona varırsan, oluyor mu sana 18 dakika?! Oluyor! Allah için, bu sıcakta serinlemek için ideal. Paşa'dan, sevgilinle öğle yemeği için çıkmış, Mecidiyeköy'e seyirtiyorsan; dolmuştan Şişhane'de inip, Taksim Meydanı'na kadar olan mesafeyi az insan ve az ısıyla, rahatça almak için gayet uygun. Hele ki hatun acele etmeni beklemiyor ve gerektirmiyorsa daha da rahat oluveriyor o 18 dakika. Üstüne de trenin tasarımının iç açıcılığını ekleyince daha bir müzikli geçiyor. Taksim-Şişhane arası çalışan trenleri Hyundai yapmış. Beni de onlar yapmış olabilir mi? (Pardon anne, pardon baba... "kötü espri" benim göbek adımdır... siz koymadınız ama öyle...)
Trenlerin koltukları mavi. Gök mavisi. KLM mavisi. Türkuaz kuzeni mavi. Deli değil, çok akıllı bir mavi...
Trenlerin koltukları, birbirlerine bakan sıralar halinde, pencere kenarlarına yerleştirilmiş.
Trenlerin, ayaktaki yolcuları güvenle ayakta tutan, sap-kulp-askı-tutamakları (adı neyse artık...) da aynı düzgün maviden. Vagon başına oturan sayısı 3'ü 5'i geçmediği için, o sap-kulp-askı-tutamaklar da insansız, kirsiz, sabit...
Trenlerin vagonlarının birbirlerine kapısız ve geniş bağlantıları var. Körüklü otobüslerde olduğu gibi. Böylece, bu tenha trenin içinde bir uçta durup, diğer ucunu, kesintisizce ve mavi boncuklarla süslenmiş gibi görmek mümkün.
----------------------------------------------
"Doğru Tercih Haftası" yazan bir pankart gördüm bir de...
Kim neyi tercih ederken bu kadar dikkat göstermek ve enerji harcamak zorunda ki böyle bir pazar doğmuş?
Ben ne yaptım? Beni kim sattı?
----------------------------------------------
Çakma istavrit paketi beklerken içtiğim sigara için özür dilerim...

Hiç yorum yok: