5 Ocak 2009 Pazartesi

sıcak yükle geri dönmek

29.12.2008

Sanki, aşkla ve sevişmek için, romantik bakışlar eşliğinde kurulmuş ama, sakinlerinin yorgunluğu yüzünden öpüşmeler görülmüyor, sesler duyulmuyor.

TK1723/28DEC - Bunca uçuşum içinde, inişi en rahat, en yumuşak; tekerlerin yerle teması en zor hissedileniydi. Yani, inişin, yolcular ve kabin ekibi için rahat gerçekleştiğini söylemek istiyorum; kokpittekilerin yaşadıkları hakkında yorum yapamam. Rüzgar konilerine baktım, piste paralel şekilde, havayla doluydular. Ereksiyonlarının ne kadar süreceğini merak ettim...

Berlin'e 2. gelişim ama, ilk kez Tegel Havalimanı'na iniyorum. Daha az trafik için tasarlanmış gibi bir izlenim verdi bana. Uçaktan çıkıp, yolcu körüğünden geçtikten hemen sonra, birkaç tane pasaport kontrol bankosu var. Her körüğün kendi pasaport kontrolü var galiba. Bagaj teslim bantı da, hemen pasaport kontrolün arkasında.
Dolayısıyla, yolcular uçaktan çıktıktan sonra, uçuş boyunca katlı tuttukları bacaklarını fazla çalıştıramıyorlar ve yeterince vakit kaybedemiyorlar ama, bu kadar kısa mesafeyle yerleştirilmiş pasaport kontrol noktaları ve bagaj teslim bantı önünde dikilerek beklemeye doyabiliyorlar.
Benim payıma, soru sormayan polis ve LHR'dan gelen BA uçağının bagajlarının toplanmasını beklemek düştü.

Bu bekleme sırasında, İstanbul'dayken arayıp ulaşamadığım babam aradı. Dağa gitmişler, dönmüşler. Özlemişiz!
Sonra, Turkcell ve Ece, kısa mesajlarını yığdılar ekranıma.
Anneme vardığımı haber verdim ve en sonunda, henüz TK bagajlarının atılmadığından ve bir süre daha atılmayacağından emin olup Yasemin'i aradım. Çıkışta bekliyordu ve ben kendisini tanıyacağıma dair garanti verdim.

İncecik, zarif bir kız. Sahici bir gülümsemesi var. İki senedir bana yaptığı yardımlar için teşekkür etmek, doğum gününü kutlamak, kendisini sıkmamak, ilk aklıma gelen niyetlerim.
Ben bir ATM'den para çekerken, Yasemin küçük bir alışveriş yaptı.
Terminalden çıkıp taksiye bindik. Şoförün yüzüne dikkat etme gereği duymadan "iyi akşamlar" dedim. Aynısını şoförden geri duydum. İçimden "budur!" dedim.

Urban Str'ye giderken, geçtiğimiz yollarda dikkat kesildiğim görüntülerden kurtulmaya çalışıyordum. Nedenini bilmiyorum.

Funda'yı aradım. Telefonu, cevaplanmadan önce Yasemin'e verdim. Sevindiler sanırım. Çatısında Dakota (C47) duran bina da ne? Teknoloji müzesiymiş! Geleceğiz!

Eve varmak, biraz rahatlamak, kafa işgalcilerini yastığa dökmek, firara alışmak ve tanışmanın ilk adımlarını atmak toplam iki saat kadar sürdü. Uykuya bulanık merak ve meraka bulanık rahat, önümde kolkola oturdular. Huzurlarından çekildiğimde, yemek yemeye gittiğimizi anlamak, onlar hakkında düşünmemi engelledi. Uykuyu saatler sonra bulabilir, merakımı herhangi bir zaman giderebilir, portatif rahatımın her yerde tadına varabilirdim.

Saskia, hemen hemen aynıydı. Gözleri, son gördüğümden beri daha sağlıklı bakıyordu. Yanında, beni derin derin süzen sevgilisi Thomas vardı. Zeki bakan, az konuşan ("öz konuşma" eylemini sevmiyorum galiba), düzgün ve doktor bir Alman adam. İlk on dakika bana diktiği gözlerine çarpa çarpa, yaklaşmak ve uzak durmak arasında bocaladım. Bu rahatsızlığımı bir kadeh merlot ile zevke çevirdiğim anda da sohbet başladı. Başlarda, Saskia, Thomas ve Yasemin, "Almanca konuşmayalım" dediler. Ben de, "Harikasınız ama benim için kasmayın" dedim. Kafamın içinde de "Birazdan Nilgün gelince görürsünüz Almanca'yı Türkçe'yi!" tümcesi sinsice süründü. Kafasına vurdum, diğer pis arkadaşlarının yanına süzüldü...

İngilizce devam eden sohbetimize, önce İngilizce bir son, Nino'nun teşrifiyle de Türkçe bir gaz verdik. Nilgün, tam bizi bıraktığı zamanki gibi. Hala heyecanlı ama kontrollü. Kırmızı beyzbol kasketi ve turuncu, çiçek desenli yelpazesiyle, hala ufak bir kız çocuğu gibi. Eğitimi ve yarı zamanlı işlerinin üstüne, dans ve DJ'lik de koymuş. Yılbaşı gecesi için hazırladığı programın son şarkısı Bohemian Rhapsody'ymiş. Sevgilisi de bir Queen fanatiğiymiş. Aferin Nino! Queen seven adamdan fenalık gelmez (ne?)!

Bütün Berlin'de Silvester patlamaları başlamış bile. Deneme atışları her yerde! Gayet sık aralıklarla büyük patlamalar dikkatimi dağıtıyor. Yerliler alışık. Konuşmaya, bu gürültü yüzünden ara vermiyorlar. 1 Ocak sabahı kaldırımları görmemi tavsiye ediyorlar.

Yemekler yenip, 3 dilde hasret giderildikten sonra, ödeme için, Alman usulünce hesap yapıldı ve Saskia ve Thomas lokantadan ayrıldılar.

Queen, üzerinde Freddie kazılı sıra ve tuvalet sigaraları muhabbetlerinin dümen suyunda, Nino'nun liseli saflığında ama duyarlı vatandaş hevesi ve hevesli arkadaş duyarlılığında Ebru canlandı 5 dakikalığına... Ne kadar uğraştıysak da, Yavuz'un ölü beynini çalıştıramadık. Hatırladığımız kadarıyla canlı kalbini yere geri bıraktık.

En komik anları, Almanya'da üç Türk olarak, durmadan İngilizce konuştuğumuz son 1 - 2 saatte yaşadık. Lokantadan çıkınca, havanın soğuğu, burnumdaki bir haftalık güzel kokuyu sümüğe dönüştürdü ve kaldırıma bırakasım geldi. Eve kadar sabrettim.

Evde, Yasemin'in doğum günü için İstanbul'dan getirdiğim şampanyayı açtık ve bitene kadar sohbete devam ettik. Nilgün'ün doğru tavsiyesiyle, Yasemin'in en sevdiği içkiyi almışım. Aldığım şişe, iki hatunun da en sevdikleri tasarımcılardan birinin ürünüymüş. Mutlu oldum. Funda'yı fotoğrafla kıskandırdık! Nino evine gitti ve uyuduk.

31.12.2008

31.12.1996'yı saymazsak, ülke dışında geçirdiğim ilk yılbaşı olacak. Önce, mide kaynatan sıcak şarap!

Unter den Linden ve Brandenburg Kapısı'ndan Siegessäule'ye kadar olan yol festival alanına çevrilmiş. Izgara sosis, sıcak şarap ve yeni yakılan barbegüllerden kömür kokuları! 67 metre yükseğe sabitlenmiş altın meleğin eteğinin altından festival hazırlığına sıkışık bakışlar ve rahatsızca hapsedilen görüntüler...

Bir türlü dikilmeyen güneş, erimeyen buz öbekleri. Bir türlü kurumayan delikler ve bitmek bilmeyen yorgunluk! Alkol kokan U8 vagonu.

İngilizce bilmeyen Türk bakkala "Türk müsünüz?" diyen ben ve Euro ile Cent'i Lira ve Kuruş olarak zikreden bakkal. 4 şişe bira. Esrar kokusu, Bob Dylan ve kalem. Yastıksız kanepe. Ooooooo!

Esnaf bu! Ama, ne üretir veya alır, satar bilmiyorum. Kaç dükkanı veya tezgahı var onu da bilmiyorum. Allah işini açık etsin.

Artık eminim, yazmakla işim kalmadı. Çünkü içim kalmadı. Dokunaksız içim, okunaksız yazım, korunaksız aklım... Uykuyla çökecek. Kalbim attıkça, vibrasyonumla, çökenlerin seviyeleri eşitlenecek ve üstünde yürümeye elverişli zemin oluşacak. Bir de şu veletler patlamasa! Ortalık, derbi maç sonrası Mecidiyeköy'den beter burada!

Uzun süredir ilk kez, üzerindeki "içindekiler" açıklaması İngilizce yazılmamış bir paket görüyorum. Clarky's Tortillas (peynirli mısır cipsi) paketinde, 9 dilde "içindekiler" var ama bu dillere İngilizce dahil değil! Hahha!

Bir adamın gitar çalabilmesi, müzik yapabilmesi, sözlerine de ritmi eski karısından alabilmesi ne kadar da güzel. Emin miyim? White Stripes - Elephant - Seven Nation Army!

Web sitelerinden şarkı sözü okumakla olmuyor! Alacaksın albümün kitapçığını veya kapağını eline, bir de soğuk birayı yanına (hava sıcaksa apış arana); duyduklarını azar azar gözlerine yedireceksin. Açıklamalara, teşekkürlere atlamak isteyeceksin ama, şarkıyla ilgili fotoğraf veya ilüstrasyona saygından bekleyeceksin. O küvetteki o adamın o şapkası neyle alakalı? Kızın elbisesiyle adamın kıyafeti uyumsuz mu? Merak edeceksin. Sanatçıyla ayrı gayrı olmayacak! Ne sunduysa, hakkını vererek alacaksın. Yavaş yavaş sokacaksın içine! Dinlemen ve okuman ve seyretmen bitince hemen kalkmayacaksın! Sönene kadar içinde kalacak! Disk soğuyacak önce! Hah! Böylece, diyebilirz ki, 1996'ya kadar dinlediklerimle, bu yüzden abi kardeş gibiyiz. Sonrakiler, daha çok her kıvrımını, her hareketini bildiğim ama geçmişleri, huyları hakkında fikirsiz olduğum ve kendilerini bana makyajsız göstermekten çekinen kadınlar gibi. Hepsi güzel. Abartmak da rahatlatır bazen...

02.01.2009



Sabahın 6'sında Yasemin kalktı ve hazırlandı ve ebeveynlerinin yanına gitti. Canım, 3 gün yalnız kalacak. Alışık.

Biraz daha uyudum. Uyanınca, yatağımı tekrar koltuk haline getirdim, evi biraz toparladım, müzik dinledim, bulaşık makinasına bulaşık koydum, Tegel'e en rahat nasıl ulaşacağımı araştırdım...
Evden 100 - 200 metre ötedeki Hermannplatz'dan U8'e binip, 19 istasyon ötedeki Jakob-Kaiser-Platz'a gidip, oradan da Tegel otobüsü X9 veya 109'a geçmek en mantıklısıydı. Neyse ki bu sefer yüküm hafifti.
Radyatörlerin ayarlarını 2'ye indirmeyi ve çıkarken şemsiyemi almayı unutmadım.
Kaldırımlar incecik ama dirençli karla kaplıydı. Ayak izlerim oluşmuyordu. "Zemin buzdu" da denebilir tabii ki.
Möckernbrücke'den sonra tren boşaldı.

Yakup Meydanı istasyonunda inince, tam kendimden beklediğim gibi, işaretleri çok rahatça belirleyip takip ettim ve tam otobüs durağına çıktım. Durakta bekleyen bavullu ve sırt çantalı Tötonlar'ın halinden, hazır bekleyen otobüsün Tegel'le ilgisi olmadığını anladım.
2 dakika sonra geldi X9. 10 dakika sonra da terminalin önünde silkeledi beni ve diğerlerini...

Önce Swiss, AF-KLM, Lufthansa, Qatar ofislerinin önünden geçtim. KLM çalışanlarına sataşmaya değer mi diye göz attım. Gözüm değmedi.

THY check-in bankolarında Germania check-in yapıyordu. TK1724'ün tarifesine henüz 2,5 saat vardı ve dolayısıyla rahatlığıma miskinlik, bira, sandviç ve dilim dilim ahkam ekleyebilirdim. Adımlarımı hissetmemenin şükürlerini ederken, "terrace" tabelasını gördüm!
Şimdi, check-in'i hızla beklemeye başlamıştım!

Bilet satış ofislerine yaklaştım. Elemana detaylı ve bıkkın şekilde bir şey anlatan hanım görevliye baktım. Hanımdı. İşlerinin bitmesini veya azalmasını beklemeyi düşündüm önce. Sonra hanımla göz göze geldik ve gülümseyince rahatça yaklaştım.
Bankoların açılmasına yarım saat varmış ve liste olmama gerek yokmuş. Doğrudan check-in'e gidebilirmişim. Standartsızlık nimet midir? Hala bilemiyorum. Sorumun kaynağı, değişken durumlar değil mi zaten?

Sırada, benden önce birbirlerine ilgisiz genç bir çift, herkesle şevkle sohbet etmek için biraz geçkince ama bunun farkında olmayan bir adam, bu adamın muhabbetinden yavaş yavaş keyif almaya başlayan orta yaşlı bir kadın ve kızı ve annesi vardı.
Küçük kız, kumral küt saçlıydı. Gözleri, beyaz yüzüne itinayla yerleştirilmişti. Haşarı bir havası yoktu ama saf da değildi. Elindeki bebeği bırakmadan oradan oraya koşuyor, elleyebildiği her nesnenin ne olduğunu "ane"sine yüksek sesle soruyordu. Meraktan yapılmıştı sanki! Annesi de cevapları doğrudan vermek yerine, kızını düşünmeye teşvik edecek sorulardan oluşan cevapları, gururla ve yüksek sesle veriyordu. Sohbet konusu portfolyosunu hep açık tutan adam arada bir kaybolup, sonra yeniden ortaya çıkıyordu. Suratından anlayış ve kabul akıyordu, iğrendim.
Hemen önümdeki bıkkın çiftin hatun yarısı, sıranın berisindeki metal masaya gitti; üstüne çıkıp bağdaş kurdu. Erkek yarının ayakkabıları benim botlarımla aynı markaydı. Bir kitap çıkardı ve çantasına oturup okumaya başladı.

Yeterince alanım ve uçakta boş koltuk olduğunu düşünüp, çantamın etrafına sarı kılıfını geçirdim. Sarılınca sararan çantamı, sağ ayağımla, okur erkek yarının arkasına doğru itekledim. Kaçak hatun geri geldiğinde, adamın arkasında duramayacak, yüzünün önüne geçmek zorunda kalacaktı.

Check-in başladı.
Muhabbetsiz sohbet adamı, hanımların çantalarını ve bebek arabasını masalara yaklaştırmalarına yardım etti. Centilmenleri Business Sınıfı'na ücretsiz aktarmıyorlar be adam!
Sıra bana geldiğinde, kendimden (yerimden) emin bir hareketle, önce çantamı teraziye koydum. Biletimi ve pasaportumu görevliye bagajımdan sonra vermenin rahatını, kendi istasyonumdan çıkışlarım ve görevli seyahatlerimden dönüşler dışında, ilk kez yaşıyordum. Biletimdeki ismi, ekranında göremeyişini, önce yorumsuzca, sonra insafa gelip, "kendimi listeye aldırmadığımı" nedeniyle anlatarak seyrettim. Şaşırdı. Alman'dı. Hala öyledir umarım. "Bizde de aynıdır, mutlaka listede olmak gerekir. Bilet satıştaki şef hanıma sordum ve liste işlemiyle uğraşmaya gerek olmadığını, doğrudan buraya başvurmamın uygun olacağını söyledi. Kusura bakma..." gibi bir balya söz bıraktım önüne. Afiyet oldu ve "sorun değil, ben de çözerim" dedi. Bir süre sonra bir detaya takıldı ve önce notlarını çıkardı, sonra da yanındaki arkadaşına danıştı. İsim etiketi doldurdum ve bagajıma takması için kendisine teslim ettim. Nazikti. Yer tercihimi sordu. Abartıp, önlerde koridor istedim ve 9C'yi aldım. Teşekkürümü Almanca etmek kadar yavan, basit, ucuz, işe yarar bir kapanış tam bugünüme uygundu. Sıradaki diğer yolcuları süzüp, terasa yöneldim. Önce, küçük bir sandviç tezgahının önünde durdum ve sandviç aldım.

Terasa giden yolu işaret eden tabelalar, ilk katta British Airways Terrace Lounge tabelalarına dönüştü. Hadi ama! Arada bir de Starbucks var! İçinden mi geçmek lazım acaba? Geçelim. Geçtik. Orası değil. Geri dön. Merdivenler devam ediyor. Bariyer veya girilmez işareti de yok. Devam!
Ettim.
İkinci katta "Ofisler, aman yaklaşma..." gibisinden yazılarla süslenmiş kapılar var.
Kapılara bakan cam kaplı merdiven sahanlığı, yavaş yavaş apronu görmeye başladı.

Montumun içindeki hırkayı çıkarıp, çantamdaki kameramla yer değiştirdim. Kamerayı boynuma asınca, giymiş olmuyor muyum allasen?
Bir kat daha tırmandım ve önce bir TUI 737'sinin birkaç pozunu hapsettim. Sonra üstünde kocaman bir Star Alliance yazan SEDMB geldi. Bu MD hangi firmanın kardeşim? Neyse...

Takside TUI'yi takip eden Lufthansa A321'inden sonra, piste odaklanmaya karar verdim. Bir kat daha çıktım ve en tepeden, hem Tegel'in eski terminalinin yukardan bir görüntüsüyle yüzümü ekşittim; hem de pistte koşacak olan uçakların heyecanıyla yerimi ve duruşumu düzelttim. Ayaklarımı sağlamlaştırdım. Makina mümkün olduğunca sabit durabilmeliydi ve tripodla uğraşmak istemiyordum. Lufthansa'nın başka bir A319'unun gayet kötü "airborne" pozlarından sonra, kameramı çantama itekledim ve aşağı indim.


Terminalde bir tur daha atıp tuvalete girdim.
Güvenlikten ve pasaporttan (evet, sıra böyle) geçtikten sonra, bir şişe Southern Comfort satın aldım. 6 numaralı kapının yanındaki bardan bir bira ve bir su edinip; körüğün hemen solunda, yeni terkedilmiş, üstünde tabaklar ve bardaklar olan bir masaya kuruldum. Bulaşıkları bir noktaya toplayıp, hafifçe kendimden öteye ittim. Tam önümde bir British Airways Airbus'ına hizmet veriliyordu. İlginç bir açıda değildim. Bardaki İngilizler'i incelemek geçti içimden ama, bu yönde de açımdan memnun olmama imkan yoktu.

Çarem yine kameramdaydı. Ayaklarımı pencereye çevirip, çantamı ve içki şişesini yanıma çektim. Dikkatle operasyonu seyretmeye başladım. İşçilerin iletişimini, temizliğin uçağa giriş aşamalarını, tuvalet aracını yanaştırmalarını, bagaj ve kargo konteynerlerini dizişlerini seyrederken, deklanşöre basmamı gerektirecek bir an umuyordum. Dolileri çeken aracın bir cip olması ilginçti. Kokpitin içi, ekibin milliyetinden bağımsız nedenlerle mi bilmiyorum, sıkıcı gözüküyordu. Adamların dansöz oynatacak hali yok ya! Ne ilginçlik bekliyorsun?

Kısa bir süre (15 - 20 poz kadar) sonra, biri omzuma dokunup "sör! sör!" dedi. "Efendim"li ve edepli bakışlarımla geriye dönüp, "yeees" dedim. Göğsünde Securitas yazısı, boynunda görev kimlik kartıyla, bu beton Töton bana:
"is that your camera?" dedi.
"yes, mine"
"you're not allowed take pictures of aircraft here sir..." (Gayet mülayim ama kendinden emin ve pazarlık şansı bırakmayan bu ince ses, bu kütleden mi çıkıyordu?)
"ok, didn't know... you like me to delete them?"
"yes, please"
"you like to witness me delete them?"
"yes, please"
"take a seat..."
...
...
...
"these ones, taken at the terrace, can I keep them?"
"they're ok"
"this one's a jeep, can I keep that too?"
"that's ok too, but that worker, not ok..."
...
...
...
"thank you sir, you're not allowed to take photos here"
"now I know. I'm shutting it off now..."
"thank you sir"
Afallayınca babamı bile tanımadığım günlerim ne kadar da geride kalmış!
Önce uçağa, sonra da taksiye binip evime geldim.

Şimdi, sırtım dertli.

Hiç yorum yok: