11 Ocak 2009 Pazar

293

Yediğim en kötü Çerkez tavuğu! Ya gerçekten çok kötü yapmışlar, ya da benim pakete tıkıştırdığım zeytinyağlı enginar öbeğinin etkisinde fazla kalmış... Sebebine bakmadan, tadından duyduğum rahatsızlığa dikkat kesiliyorum.

Sonuç, boşa çalışan buzdolabına hediye alma fikriyle rahatlamakta.

Güzel yemekler yapabilen biri değilim ama, doymak ve doyarken de rahatsızlık yaşamamak için elimden gelenler varken, neden israfa yöneleyim?

----------------------------------

Her şey düzgün gidiyordu. Kaptanın teknisyen çağırdığını duydum. "INS dertli" dediler. Kaptan biraz uğraşmış ama düzelmemiş. Kaptanın yüzünde kocaman bir yara izi var, saçları kısa ve kıvırcık. Teknisyen gelemedi. Kokpite bir daha girdim ve teknisyenin yolda olduğunu söyledim. Bütün yolcular ve yükler yerlerini almışlardı. Kötüye dönecek ne vardı? Ne vardı? Kaptana "I pray" dedim; "Me too..." dedi.
Uçaktan çıktığım anda arkamdan seslendi. "Hey! Your pray worked! You're a holy guy!"
Daha başlamamıştım bile...
Ne duasıydı lan?!
İstemek neyi nasıl etkiliyordu ayrıca?
Neyi nasıl istediğimden bihaber yaşamıştım hep. Kaptan geyiğiyle mi şaşıracaktım? Yapma!
Yapmadım.
Yok yok! Yapıyorum.
Haklısın, neyi dilediğimize dikkat etmemiz gerek gerçekten, sanırım...

----------------------------------

Kendi sözlerimize burada ara veriyoruz ve Led Zeppelin'den What Is And What Should Never Be'yi okuyoruz...

And if I say to you tomorrow
Take my hand, child, come with me
It's to a castle I will take you
Where what's to be, they say will be

A-catch the wind, see us spin
Sail away, leave today
Way up high in the sky
It won't, but the wind won't blow, we really shouldn't go
It only goes to show that you will be mine, by takin' our time
Oooh, ho-whoa

And if you say to me tomorrow
Oh, what fun it all would be
then what's to stop us, pretty baby
but what is and what should never be

A-catch the wind, see us spin
Sail away, leave today
Way up high in the sky
It won't, but the wind won't blow, we really shouldn't go
It only goes to show that you will be mine, by takin' our time
Oooh, ohh, oh-ho

So if you wake up with the sunrise
and all your dreams are still as new
and happiness is what you need so bad
Well, girl, the answer lies with you, yeah

A-catch the wind, see us spin
Sail away, leave today
Way up high in the sky
It won't, but the wind won't blow, we really shouldn't go
It only goes to show that you will be mine, by takin' our time
Oooh, ho-whoa
Hey, ho, ma

A-well, the wind won't blow, and we really shouldn't go
and it only goes to show-whoa-whoa-whoa
Catch the wind, we're gonna see us spin
We're gonna sail, little girl
A-do-do-do, ba-ba-n-do, oh
Ma, ma, ma, ma, ma, ma, yeah
Everybody I know seems to know me well
but does anyody know I'm gonna move like hell
A-baby, baby, baby, baby, baby, baby, ho, I love ya
Baby, baby, babe, huh, oh, I love ya
Do, no, no, no, no, no, no, come on, now
I want you

----------------------------------

Olur olmaz bir okazyonda (tamamıyla nörolojik erozyon: "hiç yeri ve zamanı değilken" demek isteyip, Fatih Terim'si özgüvenle sırıtarak, daha beter saçmalamak... gibi...) askerken tuttuğum notları çıkardım ortaya. Ortamın ve zihinlerin ortasına... Zihinler, bir sağa bir sola sallanıp kurtuldular; ortam ufaldı, yine de notları tutuyor. Ortamı tutan ellerimle aldığım notları, şimdi ortam tutuyor. Oramı tutan elimle, kısacık saçlarımı kafamın içine doğru itekleyip yazamaz olsaymışım bazılarını... O bazıları, şimdi bende değiller çünkü! Nerdeler? Neden? Neyse...
Bakınız:
Acemi birliğimdeki koğuşumuza, haşarat ilacı sıkılmış ve akabinde, 56 "okumuş" adam orda uyumuşuz!
Hemen dibimizdeki alaydan gelen askeri ekmekler, yuvarlak, ağır, ufak (yoğun) ve tatsızmış. Önce tok kalmaya, sonra da timsah yavrusu dışkılamaya yararmış. O yavrular çıkarken bizi yararmış!
Güzelim 17 Aralık gecesi, 4 tane vukuat raporu hazırlamışım...
Bir baba, cam çerçeve indirmeli aile kavgası sonrası çıkarıldığı savcının önünde, oğlunu ölümle tehdit etmiş. Şahit bellenmişim. Daha sonra, aynı baba ve aynı oğlu kahve açabilmek için ruhsat başvurusuna gelmişler. (Adalet mekanizması, şahitliğimden yararlanmak istediğini, askerliğim bittikten 2 sene kadar sonra bildirdi bana. "Bigadiç'e gelemem, burada anlatayım hatırladıklarımı..." dedim; onaylamalarına kadar geçen sürede hatırladığım bir şey kalmadı ve buradaki hakime "Çok geçti üstünden, üzgünüm..." kaldı ne yazık ki.)
Su borusundan imal tüfekle, baltayla, et dövme aletiyle, keserle, tırpanla, sopayla ve ağaç dalıyla suçlar işlenmiş; kaydedilmişler.
"Yıldırım düşmesi" olayının "suçu işleyen"i doğal afetmiş.
Muhtemelen alışılacak, sorgulanmayacak ve belki de benimsenip sevilecek kadar uzun süren sessizliğin sonunda, Mustafa, durup duruken, "İsyan etmemek lazım!" demiş.
Durdu'nun morali ağrımış!
Bir asker, yılbaşı gecesi, "Bu gece bacaları açık tutun, Noel Baba gelip cep telefonu veya şişme kadın bırakır!" diye bağırmış.
Bir köy karakoluna giriveren tavşancık, nöbetçi subay tarafından G3'le avlanmış ve parçaları ertesi gün bizim ilçe karakoluna getirilmiş; aşçımız yemek yapsın diye... Aşçımız da "Et kalmamış ki, nesiyle yapıcam a...na koduğumun yemeğini?!" demiş.
Bir aile, başka bir aileye zorla kız vermiş!
Gözlerimizin, kontrol altında tutulmamıza, diğer duyu organlarımızdan daha fazla yardımcı olduklarını düşünmüşüm.
Yıldız Tilbe canımı çok sıkmış.
Kendime, kendi kitabımı yazmayı, tek okuru olmayı düşlemişim.
Sadece bir kadın için hissedebileceğimi sandığım şekilde, geleceğe umut beslemişim. 2004'ün Ocak ayına aşkla bakılır mıymış? "Şöyle olsa, böyle olsa..." diye hayaller kurulurken, kalp tatlı tatlı heyecanla çarpar mıymış?
Arabanın bembeyaz teni olur muymuş?
Evdeki duş naz yapar mıymış?
Askerliğim bitince, saç uzataymışım, sakal uzataymışım, yeşil giymeyeymişim, bot giymeyeymişim, kimseye elle ve başla selam vermeyeymişim, psikoloğa gideymişim...

Aşık ve mutlu olacağımı bilseymişim keşke.
Yanlış! Farkında olan ama bilmeyen yetersiz aklın hiç kontrol edemediği bünye, ya firara meyletseydi? Bünyenin yapamadağı şeylerle aşınabilen gurur, ya daha da sivrilseydi?
Sakince karşılamayı bilseymişim keşke. O zaman, yakın gelecekteki mutluluğun geleceğini bilmek de risk gibi gözüküyor olmazdı. Rix! Fantakalas!

07.12.2003'te "Hükmetmek eğlencesi. Uzaktan kumandanın veya silahın sadece avuç içinde durarak verebildikleri türden bir keyfe duydukları açlıkla, bu çocuklar, gerçek yaşamın gereklerinden uzak nedenlerle, ama gözlerini kırpıştırarak ve heyecanla -çömezlerini- hakimiyet altına alma uğraşı içindeler. Oturulan masa, yatılan yatak ve konumu, sigara içilen yer, yataktan kalkılan (uyanılan değil) zaman, cep telefonunu alenen kullanma hakkı, yemekte konuşma hakkı, banyo yapma önceliği... Bunlar, kimin canının daha uzun süre sıkıldığına bağlı olarak belirlenen güç göstergelerine dönüştürülmüş ve korunuyor. Kıdem ne? Yeni gelenler bazı kuralları zorla kabul ettikçe, kabul ettirenler eğleniyor ve bu işleyişin devam ettirilme hakkı elden ele geçiriliyor.
En son gelen oyuncaklar sadece iki kişi olduğu için, oyunun tadı, daha doğrusu sisteminin işleyebilirliği azaldı. Bu gençlere algıladıklarımızın farklarını ve göreceliliği ve önemlerini anlatabilir miyim acaba?" yazmışım...

----------------------------------

Askerken düşlediğim hayatı; tepedeki varilde her sabah, kırmızı çakmakla evrak yakışımı; o "her sabah"ın sonunda, ısınan varilin başında güneşi doğurmamı; pis vücudumda rahat edemeyen tertemiz (!) ruhumun, 19 Ocak 2004 sabahı, Balıkesir otobüsünde, bütün koltuklara yayıldığını düşüne düşüne, önce Gülçin Abla'nın evine gittim az önce. Saniye sonra, Marmaris'e ve Hisarönü'ye geçtim. Yine bordo bir Renault Clio kullandım. Kızımdan çok Funda'yı hissettim. İstanbul'da bir türlü duramadım ve saniyeler sonra, Eskişehir'e devam ettim. Sokaklarında üşüdüm, Mola Apartmanı'nda ısındım, marketlerinde kayboldum, barlarında ayıldım... O anda Malik Bulut aradı. Hasret giderdik.
Sırıtıyorum. Kırmızı çakmağım hala hayallerimi ateşliyor, yakıyor. Külleri kimse okuyamıyor.
Ne içki kesildi, ne de rutin sahibiyim.
Yetersiz bilincime ve kaba ruhuma, endişe gevşetici süren, organik bir okurum var.
Yedire yedire yumuşatıyor müziğimi.
Havayı özledim. Yukarıları özledim.
Son 4 sözcüğü yazmamdan çok kısa süre sonra Robert Plant, "it's pretty good up here" dedi!
Şaşırmamayı özledim!
Houses Of The Holy

Hiç yorum yok: