20 Ocak 2009 Salı

Can Kasap aczi


Ortaokuldayken bir köpeğim olmuştu. İlk köpeğimdi. Kötü bir Belçika çoban köpeği meleziydi. Çok sevmiştim. Terasımızda yaşıyordu. Kulübesini geliştirmekle uğraşmak, kendisini topla oynatmak, çamurlu yollarda koşturmak çok keyifliydi. Ara sıra dertleştiğim bile olurdu kahverengiyle...
Bakımıyla bağlantılı sevmediğim tek aktivite, Can Kasap'tan ceset artığı istemekti. Yıllardır müşterisi olduğumuz kasap dükkanında istenmediğimi sezdiğim anlardı onlar. İşlerinin arasında, bir de benim kemik talebimle uğraşmayı sevmiyorlar gibi hissediyordum. Bir keresinde, akşamları gelen artık toplama kamyonunu beklememi; tüm artıkları ona teslim ettikleri sırada istediğim kadar almamı tavsiye etmişlerdi. O anda, bu dükkandan yeteri kadar yüklü alışveriş yapmadığımızdan emin olmuştum.
Ayrıca, kaynayan kemiklerin mutfakta ve mutfağın kapısı kapatılmazsa, bütün evde bıraktığı vahşi kokuya da dayanamıyordum.
Köpeğimin, bu kasap kaynaklı beslenmesi ne kadar devam etti emin değilim. Sonraki köpeklerimi kuru mamalarla besleyebilmemiz ve Can Kasap'ın uzaklarına taşınmamız sayesinde, elimde kemik torbalarıyla eve yürümeye son vermiştim.
Yine de, her alışverişimiz sırasında gösterdikleri ilgi, temizlikleri ve etlerinin lezzeti, aklımdaki mütevazi ama güvenilir "Can Kasap" markasının da sebepleri oldu.

Geçen ay, Kadıköy'deki Tansaş'ın açılmasını 10 dakika beklediğimiz sabah, yanımızdan ayrılmayan köpeğe, her köpeğime sarıldığım gibi sarılmayı ne kadar da istemiştim. Sabah sevgisi gereksiyonumu, hijyen kaygılarımla geçiştirmek zamanı, 31 yaşımın olgunluğuyla nasip olmuştu. Aynı olgunlukla, 20 dakika kadar sonra önünde durduğum kasap reyonundaki "soslu - marine - özel (hatta spesiyel)" antrikota bakarken meraklandım. Beraber Kınalı Ada'ya gittiğim arkadaşlarımdan, bu sosun muhteviyatı hakkında sorusu olan niye yoktu? Merakımın subasmanında (sabbeyzmınt diye çevirmiş lavuk gavurlar...) yaşayan kuzeni, kapının önüne çıkıp bana "Bu sosta ne var?" dedirtti. Tansaşlı kasaptan "Bilmem abi..." cevabını duyunca gidip çürümeye devam etti. Arkadaşlarıma baktım. Umursamamı umursamamalarını umursamamaya karar verdim. Sabah sevgim ufalmıştı. Can Kasap'ı hatırlamaya çekiniyordum. Ayıp etmiştim yıllarca. Yüzüm yoktu. Soslu et görmemiştim hiç vitrinlerinde. Görseydim bile, içeriğini sorduğumda tatmin edici bir cevap alabilirdim. Onaylamazdım belki ama, cevap verebilirlerdi.
Kınalıada'da yediğim, hazır soslu antrikot fena değildi.

Bu ada gezisinden kısa süre sonra, akşam yemeğinde ızgara dana yemek istedim. Yorgundum. Acelem de vardı. Yılların Can Kasap'ının hala aynı insanlar tarafından, aynı yerde işletildiğini biliyordum ama, sanki, bir önceki hayatımdan beri hiç girmemiştim kapısından. Bu akşam bu soğukluğa bir son verilecekti! Barışacaktık... Biz? (Güzel giyinip parfüm sıksa mıydım? Ne kadar da sıskaydım!)

Dükkanda hiç müşteri yoktu. Aynı çalışanları gördüm. Aynı baba, oğullardan aynı biri... Diğeri nerde? İçerdeki çocuk kim? Beni hatırladılar mı? Yine kemik isteyeceğimi mi düşündüler? Selamları hala sıcak. Ortalık hala tertemiz. Aydınlatmayı, dekoru, buzdolaplarını yenilemişler. Et de güzel gözüküyor. Ne salakmışım!
Huzur içinde teşekkür edip dükkandan çıktım. Yine gelecek ben!

Geçen hafta yaşadığım içki rezaletlerinden arta kalan şarabı değerlendirmek fikrine, Can Kasap fobimin zayıflamasıyla gelen medeni cesaret kırıntısını serptim ve bu akşam da, evime gelmeden önce protein merkezine uğradım. Bu sefer dükkan, hınca hınç olmasa da, adam akıllı doluydu. Oturacak sandalye buldum ama oturmadım. Ayakta durdum ki "Abi, bak! Yine geldi. Ne ilginç!" desinler... Önce dükkanın "baba"sıyla gözgöze geldim ve iki efendi gibi selamlaştık. Sonra da oğluyla aynı kaçamak seremoniyi tekrarladık. Benden önce siparişini vermiş olan kelli felli beyaz saçlı müşteri, televizyondaki Obama haberi üzerine, tezgahın da üzerine ama babaya doğru eğilip bir kaç dilim ahkam kesti. Gayet saygılı, paylaşımcı ve mülayım bir tavrı vardı ama; fikrinin doğruluğundan ne kadar emin olduğunu ölçecek bir sistemin, insanlık tarafından geliştirilebileceğini sanmıyorum. Saf bir havayla, sanırım aynı ikramı oğul kasaba da yaptı. Bu arada, ödemeleri alan oğul kasap, babasından ödenecek miktarları duyuyor ve müşterilere son ilgiyi gösteriyordu. Güzel işleyen, gürültüsüz ve zahmetsiz böyle bir sistemi, bu gibi dükkanlarda bulmaya devam edebilmek, aslında ne güzel nimet. Daha erken kurtulmalıydım fobimden. Sonra, benim sol arkamdaki sandalyede oturan hanımefendinin siparişleri tamamlandı ve kendisi ödeme yapmak için kasaya, oğul kasaba yöneldi. Bu anda, bir kez daha göz göze geldiğim oğulun ifadesinde bir hüzün gördüm. Aslında, bu adam eskiden de sessiz ve derin bakışlıydı. Şimdi bu hissimin nedeni, saçlarındaki beyazlar ve eski yerli filmlerden edindiğim, nostaljinin mutlak dokunaklılığı klişesi olabilirdi. Hanımefendiyle konuşmalarını duydum ve dinledim. Oğulun nasıl olduğunu sorduktan sonra aldığı cevaptaki sitemi benim kadar hissetti mi bilmiyorum ama; hanımefendinin bir sonraki sorusu başka bir kadının nasıl olduğuyla ilgiliydi. Oğul kasap, sabit bir durumdan ve ağrılardan bahsetti. Bu noktada kulaklarımın sesleri kısıldı. Konuşanların sesleri aynı seviyedeydi, eminim. Baba kasaba siparişimi verdim ve eline aldığı et öbeğinin ne kadar yağlı olduğunu görmek için kafamı biraz aşağı eğdim. Güzeldi.
Dilimler hazırlandıktan ve paketlendikten sonra, kasadaki oğul kasaba yaklaştım. Hanımefendi gitmişti. Acaba "Beni hatırladınız mı? Haftada bir alışveriş yapar, iki günde bir de kemik istemeye gelirdim..." dese miydim? Sıskalığa gerek yoktu. Selam verip ATM kartımı uzattım. Kısa kenarlarından birindeki yön gösteren ok işareti nedeniyle, oğul kasap da, diğer çok kasiyerin yaptığı gibi, sadece manyetik bantı olan kartımı, POS aletinin çip okuyucusuna soktu. İşte! İletişim kurmak için bulunmaz fırsat bu! Yıllardır adımını atmadığın dükkanla öpüş, barış! "Çipi yok onun. Manyetikli, manyeto... bant..." Ne dedim ben?
Oğul kasabın kafası başka yerdeydi. Eşi mi hastaydı? Annesi mi? Kim ağrıyordu? "Geçmiş olsun..." deseydim, "Kime kardeşim?!" der miydi?
"Şunu girer misin?" deyip, POS aletini bana uzattı. Diğer eline de dükkanın telefonunu aldı ve numaralara bastı. Yıllar sonra geri gelen, gereksiz duygulu, genç müşteri olarak, anlayışımın Annapurna'sındaydım (Everest'i başka durumlar için saklıyorum). Benim ödemem, şebeke vasıtasıyla, bankam tarafından onaylandı ama telefon görüşmesine odaklanmış oğul kasap bunun farkına varmadı. Benzer bir hareketi, kendi işimde kesinlikle yapmayacağımı düşünsem de; bu dükkanın ve bu adamın, benden pürüzsüz hizmet veya katıksız insanlık bekleyen herkesten ayrıcalıklı olması gerekiyordu. Acıklı bir durum söz konusu olabilirdi ve yıllar sonra buraya dönmeye çalışan bendim.
Telefonu kapattığı anda, oğul kasap dükkanın içinde tekrar peydah olmuş gibi hissetti kendini. Kendi beyaz önlüğünü doktorlarınkilerle kıyaslayacağı ortamlardan uzak olmasını temenni ettim. "Kusura bakmayın, uzadı galiba..." dedi. Annapurna'dan aşağı, "önemli değil" diye seslendim. Gülümseştik. Paketimi alıp evime geldim.

Yarın akşam ızgara et yemeyi düşünüyorum.
Şarap içmeyeceğim. Sigara da tüketmeyeceğim.

Çok da fifi! Di mi?!

Hiç yorum yok: