18 Nisan 2007 Çarşamba

Rejected by Mr.Robson

Ortaokuldaydım sanırım. Hangi sınıf olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum şimdi. Bay Bruce Robson derslerimize girmeye başlamıştı. Orta 2? Belki...
İlk derslerinden birinde, benim de devamsızlık yaptığım bir gün, bir ödev vermiş. Sabah sınıfa girdiğimde, millet canını kurtarma telaşındaydı sanki. En umursamaz, en sorumsuz insanlar bile, birilerine "essay" hakkında sorular soruyordu. Ben de ilgili, sorumluluk sahibi ama kesinlikle inek olmayanlardan birine gidip "ne ki bu?" dedim. Orda öğrendim ki, Mr.Robson fena halde ciddi bir öğretmenmiş ve şu anda kesinlikle hatırlayamayacağım bir konu üzerinde düşünüp bir "essay" yazmamızı istemiş. "Essay" nasıl yazılır ki? Tarzı olur mu? 3 senedir İngilizce öğrenmeye çalışan ergen erkek, İngilizce düşünebilir mi ki?
Denedim.
10 - 12 cümlelik bir yazı yazdım. Sandım ki "Essay" yazdım.

Ders başladı.
Bay Robson kağıtları nasıl topladı, hiç hatırlamıyorum. Çok net hatırladığım şey, masasının yanında ayakta durmuş, kağıdım hakkında yapacağı yorumu beklediğimdi. Çok rahattım. Görevimi yapmıştım. İçeriğin O'nun istediği gibi olması, veya İngilizce'yi başarılı bir şekilde kullanmış olmak gibi bir derdim yoktu. "Essay"in özünü öğrenebilecek miydim?
Yüzüme bakmadı. Kağıda 2 saniye baktı, belki de 3 saniye...
Kırmızı kalemle kağıdın tepesine "rejected" yazdı ve bana geri uzattı.
Ne demekti bu? "Reject" ne demekti? Ne yaptığımı bilmiyordum ki, nasıl karşılandığını nasıl anlayacaktım? Hele, anlamını bilmediğim bir sözcükle damgalandıktan ve bana geri uzatıldıktan sonra, ne hissedebilirdim? Başımı eğmedim ama gözlerim biraz kısıldı sanırım. Bütün sınıf, "takma kafana, geçer" dercesine bana bakıyordu. Nasıl bozulduysam...
Sırama geçince yakındaki birine "bu ne demek?" diye sordum. "reddedildi" cevabını aldım.
Bu ilk reddedilişimdi. Kağıt dertop olup gırtlağıma mı takıldı, kenarıyla boynumu kesip kafamı gövdemden mi ayırdı bilmiyorum. Omurgam eğildi biraz.
Sonra Bruce Ağa tahtaya geçip, "essay" in taşıması gereken özellikleri anlattı. Dinledim, anladım; sonra da yorumladım kendi kendime.
Ertesi haftaya bir "essay" ödevi daha verdi.
Tam bir Türk erkeği olacaktım, reddedilmenin verdiği azimle ve kabul edilme iştahıyla oturdum uzun bir yazı yazdım. Aklımdaki, kitaplardaki, sözlüklerdeki tüm İngilizce'yi kullanmaya meylettim. Beğenilecekti bu seferki!
Çok da içten yazdım. Dürüstçe, olduğum gibi...
Yine aynı kırmızı kalemden damladı kanım kağıdımın üstüne, düzenle. "Chat!" yazıyordu bu sefer. Ne? "Chat!" O ne? Bu işte! Pekiyi!
Bu sefer reddedilmemiş aşağılanmıştım. Ciddiye alınmamıştım.
Bu da ilkti.

Sanırım o zamandan beri evimde kırmızı kalem yok.

10 seneden fazla geçti ve Bruce Robson'la bir kere, Amsterdam'dan aynı uçakla İstanbul'a uçtuk. Schiphol'de kapıda, kendisini tekerlekli sandalyede gördüm. Üzüldüm. Yanına gidip kendimi tanıttım. Beni ne kadar etkilediğini anlattım. Teşekkür etti ama, içten değildi.

Aylar sonra, benim havalimanında çalıştığım bir gün, oğlu İstanbul'dan uğurluyordu kendisini. Oğlu Türkçe konuşuyordu. Öğretmenim olduğunu ve tüm öğrencileri üzerinde büyük etkisi olduğunu söyledim oğluna. O da teşekkür etti. Nedenini bilmiyorum. İçtendi. Yapabileceğim ne kadar jest varsa yaptım Bruce Ağa'ya. En ufak bir çekince hissetmeden, biraz da İngiliz aksanıyla süsleyerek sundum İngilizcemi.
Beni, yaşamı kabul etmeye hazırlayanlardan biri olan bu duygusuz gözüken adama teşekkür ettim.

Bunlar çok zaman önce oldu.

Etkileri her gün hissedilir.

Reddedilmek, boş konuşmalar, anlamsızlıklar; hepsi, az pişmiş hayatımın ince hamuru...

Hiç yorum yok: