25 Ekim 2009 Pazar

betonda kauçuk çevirenle, mangalda tavuk çeviren bir olur mu hiç?

Kapalıçarşı'ya gitsem ne olacak?
Cebimde, Kapalıçarşı'yı alacak kadar para mı var? Onun yerine, yarın, Praktiker'in Bayrampaşa mağazasını alırım!

Bir Master Of Puppets ve çeyrek Nevermind boyunca pedal çevirdim. Evden çıkıp, 17 Aralık mekanına gittim ve geri döndüm. Eskiden, eski evimden çıkıp Florya'ya gider ve lokale dönerdim. Yine de, toplamda 5 kilometre daha kısa bir mesafeyi, sarsılmadan ve kesintiye ihtiyaç duymadan alabildiğim için memnunum. Bisiklete değen 5 numaralı parçamda da şimdilik bir sızı yok. Sadece, dönüşte, Yedikule'de vites değişmekte zorlandı ve zincire "kusura bakma, seni daha fazla çekemiyorum!" dedi... Sanırım, bir bakım ve temizlik seansı uygulamam gerek.

Samatya ile Zeytinburnu arası tenha sayılırdı. Henüz soğumamış bir pazar günü için, fazla tenhaydı denebilir. Sadece balık tutmaya çalışan insanlar vardı. Mangalları, biraları, sevgilileriyle vakit geçirmek için sahile gelen çok az kişi vardı. Spor yapan kimseyi görmedim. Zeytinburnu'da, deniz kenarındaki yol bitti. Askeri bölgenin sınırında, araba yoluna yaklaşıp, kaldırımda ilerlemek zorunda olduğumu anladım. Kaldırımda, mavi çizgilerle ayrılmış bisiklet kulvarları görünce, kendimi Amsterdam'da sandım.

Amsterdam'da değil, has be has İstanbul'da olduğuma, askeri bölgeden çıkıp, sivil deniz kenarına döndüğümde gördüğüm kuşlarla beraber sevindim. Aslında, Amsterdam'da görebileceğim su kuşu çeşidi ve estetiği daha fazla ama, o anda kıyas eğilimimi savuşturup, kamerama davrandım.

Zeytinburnu'dan kurtulup, Bakırköy sınırlarına girdiğimde, o mavi çizgilerin içinde, denize tekrar yaklaşmaya başladım. Bisiklet yolu kaldırımdan ayrılıp, yeşil alan içinde düzenlenmiş, düz beton satıha yerleşti. Satıhın betonluğunu ve düzlüğünü, çimene tercih eden mangal operatörü aile babaları ve yardımcı hanımları ve çocukları yolumu kapıyorlardı. Uzaktan gördüğümde zilimi çıngırdattım; beni umursayıp yol açmalarını bekliyordum. Ben kendilerine hızla yaklaşırken, şaşkınca bana bakmaları ve hiç hareket etmemelerinden, çöktükleri betondan kurtulamadıklarını anladım. Pürüzsüz beton tandansı yaşıyorlardı! Tekerleklerimi çimenle basenleri arasından hızla geçirirken, "afiyet olsun" deyip, yanık et dumanını içime çektim... Betonda mangal kapanına aynı şekilde kapılmış 3 aile daha gördüm ve hepsinde farklı et ürünleri soludum. Memnun sayılırdım. Sadece, zorla, hızla ve aniden çıktığım çim zeminde bir şanssızlık yaşamaktan ürktüm ama şanslıydım...
Bakırköy Sahili'nde, sarı votka ritüelinden başka anlamlı toplantı yapılmadığına olan inancımı pekiştirdim ve benim balonlarım varmış gibi hissettim.

2-3 sene önce bir kız, bisiklete bindiğim için beni marjinal bulmuştu. Ben de, beni marjinal bulduğu için, kendisini marjinal bulmuştum. Oysa, bisiklet ve müzik kadar zahmetsizce rahatlatan çok az şey var. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Yapmamak değil, denememek kayıp...
Zeytinburnu'da yapılan Ibis - Novotel'in önündeki otobüs durağının adını daha önce de görmüş ve muhtemel nedeniyle de en az bu kadar ilgilenmiştim. Marmara Denizi! Durakta "Marmara Denizi" yazıyor! Marmara Denizi'ne bakan tek otobüs durağı bu mu yani? Coğrafi yeri de gayet namerkezi. Marmara Denizi'nin nadide bir kuzeydoğu kıyısında... Anlam veremediğim, merak ettiğim ve dönüşte, fotoğraflarını çektiğimle kaldım.
Samatya'ya vardığımda, sahil yolundan yukarı çıkan yolla Org.Nafiz Gürman Caddesi'nin kavuştuğu kavşakta, önce bir taksi bana yol vermek için durdu. Şaşırıp, "sen geç" anlamında bir el hareketi yaptım ve taksi önümden geçerken açık camından içeri "teşekkür!" diye seslendim. 4-5 saniye sonra, bu sefer de özel bir otomobilin sürücüsü durdu ve "buyrun geçin..." anlamında, avucunun içini nazikçe göstererek benle iletişim kurdu. "Bunlar, bisikletli ezmek isteyen sapık insanlar, kesin çarpacak şimdi!" diye pimpiriklenerek geçtim karşıya. Adamın nezaketine karşılık veremedim, fena oldu.
Beni farklı şehirlerde çok yere taşımış olan bisikletimi bir kez daha kucaklayıp eve çıkarmadan önce, evin karşısındaki bakkala girip bir kaç bira almayı düşündüm. Derin nefeslerimi sığlaştırıp, apartmanın kapısına baktım. Tam altına gelmedikçe algılamayan ve devreyi tamamlamayan, merdivendeki zamanınızın çoğunu karanlıkta geçirmeniz sayesinde elektrik tüketiminden tasarruf sağlayan sensörleriyle, modern aydınlatmaya sahip merdiven boşluğunda, eve doğru yükseldim.
Duştan sonra, yarım litre süte bir muz, 2 kaşık bal, biraz zencefil ve biraz da Antep fıstığı likörü karıştırıp, Kenwoodize ettim. İçtim. Azdım. Gideyim, bira alayım...
(Tam basit blog oldu lan bu...)

Hiç yorum yok: